Mikail YAPRAK |
|
Yazımız aynamızdır |
En sonunda söylenmesi gereken sözü en başa almak hikmetle bağdaşmaz, bilirsiniz. Bunu bile bile, ancak yazının sonunda anlaşılabilecek bir iddiayı en başa, başlığa alıyorum. Doğrusu, bir yazının, yazarının ruh haline ayna olduğunu, yazarın kendisi değil, okuru söylemeliydi. Aslında “son” üzerine, “sona kalmak” üzerine ya da “son gülmek” üzerine, kendi sergüzeşt-i hayatımdan kesitler sunarak, sizinle bir hasbihal etmekti, asıl muradım. Bunu yaparken bir boy aynası arz-ı endam edecek ve o aynada sûretimi ve suratımı görecektiniz, çok da lâzımmış gibi.. “Son gülen iyi güler” darb-ı meseli ne kadar sevimliyse, ne kadar tesellî bahşediyorsa, “Sona kalan, dona kalır” tekerlemesi de o kadar sevimsiz ve karamsar addedilir. Halbuki şu fakirin hali, hep birincisine uygun gitmiştir. Bir kere yedi kardeş içinde, dünyaya en son gönderilen biri olarak, hep el bebek gül bebek büyütüldük. Dağlar kadar dünya yükünü, annem ve babam ile diğer büyüklerim omuzladılar. Onlar şimdi berzah seferindeler. Geride ben ve iki ablam kaldık. Dünyadan en son gidenin hangimiz olacağını da bir Allah bilir. 28 sene önce şöyle demişim: “Doluyum, ne ağlamak, ne gülmek istiyorum, Nazarlardan uzağa gömülmek istiyorum.” “Sonu ağlamak olan gülmek lezzet vermiyor, Gülüşüm sona kalsın, üzülmek istiyorum.” “Gülerek bu dünyadan göçenleri gördüm ben, Onlar gibi yaşamak ve ölmek istiyorum.” Üniversite imtihanlarına müracaatımı son gün yapmıştım. Cuma sabahı Van’da yaptığım müracaat, mesai bitimine kadar Ankara’da olmalıydı. Ve öyle oldu.. Tuzla Piyade Okulu Yedek Subay eğitimi sonrası, son kur'ayı çektim. Işıklar Askerî Lisesi çıktı. Son olarak birşey daha.. Bir mecliste konuşma sadedinde, en son konuşanlardan olmayı yeğlerim. ««« Bu makalemde belli bir konu etrafında dönüp dolaşacak değilim, bilesiniz. Meramım “bir” olsa da, vesilem bir haylidir. Tıpkı aynanın renkli tarafı gibi. Vesilenin mahiyetine değil, neticesine bakılırsa, üslûbum ve niyetim hoş görülür, “hoşgörülü” olunur. Neticesi, halet-i ruhiyemin portresinin görünmesiyse, canıma minnet. Sizden saklayacak neyimiz olabilir ki... Neticede, karşısına geçeceğim bir boy aynası zuhur edecekse, namahrem değil, siz de bakabilirsiniz. Neticesi, Avusturya Mektubunu doldurabilmekse, ne âlâ! ««« Lâhika sayfasında, “Geçip de aynaya soran var mı?” sorusu etrafında, değerli yazar Selim Gündüzalp’ın kaleminden süzülen hakikat nüktelerini okudum sabah namazından sonra. Gıyabında sevdiğim, takdir ettiğim bir kalem erbabını gördüm o yazı aynasında. Kendimi de gördüm aynanın bir köşesinde. Aynı kaynaktan beslenen, aynı güneşe âyinelik eden herkesi gördüm o aynada.. “Meselâ sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur” diyen Üstadı gördüm o satırlar arasında. Aslında o yazı, her şeyden ve herkesten önce, yazarının aynasıydı. Kendisiyle yüz yüze görüştüğümü hatırlamıyorum, ama yazılarında hep onu görüyorum, onunla görüşüyorum. Değerli dostum Selim Gündüzalp, 28 sene önce şu fakire yazmak lütfunda bulunduğu mektubunda (ki hâlâ saklıyorum), Mevlânâ Hazretlerinin mısralarıyla sesleniyordu şu fakire, belki tutarız diye: “Dünkü gün, dünle gitti cancağızım/Bugün yeni şeyler söylemek lâzım.” Bu kıymetli dostum hâlâ aynı duruşu sergiliyor, geçmişe takılmadan, yeni şeyler söylemeye devam ediyor. ««« Bir dostum, bir önceki yazıma bakarak Avusturya’ya döndüğümü tahmin etmiş. Ona mealen dedim ki: “Hayır, hâlâ Türkiye’deyim. Ama hizmet mekânım orası olduğu, köşemiz oradan yazılanlarla iştihar bulduğu için, mekânım değişse de, yazıişlerimizin etkili ve yetkili zevatınca, köşe ismim değiştirilmek istenmiyor. Meğer ki, dünyamız değişe..” Gerçi o zaman da “Berzahtan mektuplar” atabilmeyi bin can ile arzu ederim. ««« Kırk yıllık bir yazarımız, elektronik mailinde meth ü sena mailiyle bize teveccüh göstermiş. “Şiirde olduğu gibi, yazıda da başarılısın” demiş. Vallahi ben öyle görmüyorum. Ama asıl olan, o muhterem yazar ağabeyimin nasıl gördüğü veya nasıl görmek istediğidir. Yani makbul olan benim yazılarım değil, onun nazarı ve iltifatıdır. “Başarılı olmaya mahkûmuz” şeklinde algılamak istediğim, önemli mesajıdır. Bize uzatılan böyle makbul bir iltifat elini ancak öperiz. Asıl fazilet; birçok kitaba imza atmış kırk yıllık bir yazarın, bir başkasının yazısını beğenebilmesi ve bunu açıkça ifade edebilmesidir. Yeni Asya mektebinin yetiştirdiği bir yazar olarak yerinde sebatıdır. Karadelikler gibi ihlâsı yutan ve insanı şöhret hastalığına müptela eden medya meddahlarına itibar etmemesidir. Edep ve marifetini buradan alıp, emek ve himmetini başka kulvarlarda harcamamasıdır. Ve asıl fazilet, “faziletfüruşluk” yapmama faziletidir. Bilmem, bu yazar ağabeyimin, “kardeşlerinizin meziyetiyle şâkirane iftihar” düsturuna uyduğunu söylersem, “meziyetfüruşluk” mu yapmış olurum? Nefsimi yokladım, herhangi bir “meziyet”e sahip olmadığını itiraf etti, sevindim. Ve asıl meziyet, “kardeşlerin meziyetiyle iftihar edebilme” meziyetidir.
Not: Değerli okurlarımızın, dost ve kardeşlerimizin ve İslâm âleminin Berat gecesini tebrik eder, hayırlara ve barışa vesile olmasını Cenâb-ı Haktan niyaz ederim. M. Y. 06.08.2009 E-Posta: [email protected] |