30 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

İman edip güzel işler yapanları Biz elbette sâlihler arasına katacağız.

Ankebut Sûresi: 9

30.07.2009


Risâle-i Nur, mânen, polislerin bir vazifesini görür

Makam-ı iddia, Risâle-i Nur’un içtimaî derslerine ilişmek fikriyle, “Dinin tahtı ve makamı, vicdandır; hükme, kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimâî keşmekeşler olmuştur” dedi. Ben de derim ki:

Din yalnız iman değil; belki amel-i salih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarap gibi hayat-ı içtimâîyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfî gelir mi? O halde, her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risâle-i Nur, amel-i salih noktasında, iman cânibinden, herkesin başında her vakit bir mânevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlâhîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.

Şuâlar, s. 255

***

Mânen polislerin bir vazifesini gören Risâle-i Nur’un âsâyiş hizmetinde polislere büyük bir kuvvet olan derslerine polisler herkesten ziyade taraftar olmak lâzım gelir...

Tarihçe-i Hayat, s. 610

***

Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risâle-i Nur ve şakirtleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur Talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur Talebeleri mânevî bir zabıtadır. Âsâyişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile, Nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.”

Bunun bir numunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve mahpuslar için yazılan Meyve Risâlesi girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hâl aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi bir uzuv olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: “Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız, tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız, onların dersiyle kendimizi ıslâh edeceğiz.”

Lem’alar, s. 260, 26. Lem’a, 15. Rica

***

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Emirdağ Lâhikası, s. 455

Lügatçe:

makam-ı iddia: İddia makamı, savcılık.

keşmekeş: Karışıklık, karmaşıklık.

amel-i salih: İyi, hayırlı, güzel amel.

cüz’: Parça.

katl: Adam öldürme.

sirkat: Hırsızlık.

hayat-ı içtimâiye: Sosyal hayat.

tevehhüm: Zannetme, evhamlanma.

iman-ı tahkikî: İmana dair bütün meseleleri inceleyip, delil ve bürhan ile inanma.

salâh-ı hâl: Düzelmiş, ıslâh olmuş hâl.

nâfi: Faydalı.

menfî: Olumsuz.

Bediuzzaman Said Nursi

30.07.2009


“Ahirzaman Mağaraları”ndan “Hakikat Mağaraları”na

ağaraya doğru adım adım yaklaşıyorduk. Yaklaştıkça içimde bir heyecanın oluşmasını bekliyordum. Pek bir şey hissedemeyince kendimi zorladım. Heyecanlanmak için, içimde duymam gereken bir şeyleri bulmak için zorladım kendimi… Fakat heyhât! İlk önce, bu durumu kendi ruhumun, iç dünyamın günahlarla kirlenmişliğine verdim… Daha sonra biraz mağarada oyalandıktan sonra fark ettim: Maalesef sadece kendi günahlarım değildi bu duygusuzluğun, bu hissizliğin sebebi…

Oysa mağaralar… En başta Kalblerimizin Sultanı Efendimiz’in (asm) şereflendirdiği, Kur’ân’ın Cebrail (as) vasıtasıyla Nebîlerin Sultanına okunduğu Hira Mağarası…

Hemen hemen bütün mücedditlerin, peygamber varislerinin yolu da hayatlarının bir döneminde mağaraya ya da mağara misal yerlere düşer. Efendimizin Hira’da vahiy öncesi geçirdiği dönem gibi bir halktan uzaklaşıp Hâlık’a yakınlaşma dönemi, ilginçtir, ondan sonra gelen varislerinin de hayatlarının bir safhasını teşkil eder. Onlar bu hususta da sünnete uymuşlardır denilebilir. (Üstad Bediüzzaman da Van Erek Dağı’nda benzer bir dönem geçirmiştir -ki Erek ziyaretimiz de ayrı bir yazı konusu… )

İşte mağaraların böyle bir hasiyeti, böyle bir özelliği varken, üstelik adımlarımızı attığımız mağara Kur’ân’da bahsi geçen bir yer iken ben niye hislenmek için kendimi zorlamak zorunda kalmıştım?! Evet, Kur’ân’da “Ashab-ı Kehf” ismiyle zikredilen insanların yine Kur’ân’ın deyimiyle “üç yüz yıl ve dokuz yıl daha” uyudukları yerdi bu mağara… İnanca, imana düşman zalimlerin şerrinden bunalıp, her şeyi geride bırakıp, yaşadıkları toplumun günahlarından kaçtıkları sığınaklarıydı bu mağara. Kur’ân’ın bir sûresine isim olan mağara arkadaşları işte burada uyumuşlardı…

Çıkışta bu düşüncelerimi toparlamaya çalışırken, aklım Ashab-ı Kehfin yaşadığı zamanı bu zamanla kıyas etti. Bu kıyas, öncelikle bulunduğum zamanı hatırlamama vesile oldu. Sahiden zaman ahirzamandı. Karşımdaki mağara artık bir “ahirzaman mağarası” olmuştu. Mağaralar dünyadan kaçmanın yeri iken ahirzaman mağaraları dünyayı hatırlatan birer işletmeye dönüşüyordu. Mağaralar günahlardan arınmanın yeri iken, ahirzaman mağaraları bilhassa tesettürsüzlük eliyle, günahların mekânı haline geliyordu. Mağaralar insanların halklardan tevahhuş edip, orada kaldıkları, geceleri Rablerine yakınlaşıp, duâ ve yakarışlarının arttığı mekânlar iken ahirzaman mağaraları halkların gelip geçtiği turistik tesislere dönüşmüştü.

Yani sadece benim günahlarım değildi, ruhumun, gönlümün hissizliğine sebep. Kısacası Ashab-ı Kehf’in kaçtığı şeyler bugün maalesef Ashab-ı Kehf’in mağarasındaydı!

Bu düşünceler ışığında ruhum hem kendi günahlarımın karanlığından hem de ahirzamanın hükümranlığından bir çıkış yolu arıyordu. “Yeni bir mağara” arıyordu bir başka deyişle… Ashab-ı Kehf olamasa da Ashab-ı Kehf’in köpeğini örnek alan Mevlânâ Cami gibi…

Bir yerler olmalıydı. Ashab-ı Kehf’e mağarayı hem bir korunma, hem bir dinlenme yeri kılan Rahîm-i Kadîr bu zamanın insanlarına da nimetini, rahmetini esirgemezdi.

Esirgememişti de… O akşam kalmak için bir apartmana doğru ilerlerken gönlüme ve ruhuma sıcacık hisler akmaya başladı. Hayret ettim. Bu benim hissetmek isteyip de hissedemediğim duygular mıydı?

Sonra insanlar geldiler. Hep birlikte Risâle-i Nurlar okundu. Hep nurdan konuşuldu burada. Burada ahirzamanın aksine insanlar dünyaya değil, Rabbimizi tanımaya, ahirete çağrı yapıyorlardı. Tıpkı Ashab-ı Kehf gibi buraya gelen insanlar da dünyaya ait pek çok cazip şeyi terk edip gelmişlerdi. Burada insanlar birlikte namaz kılıyorlar, geceleri buralarda yine aynı Risâleleri okuyorlardı. Tabiri caizse bu yerde günahın ‘g’si yoktu. Buralar bilhassa gençler için günahtan kaçıp sığınmak için en uygun yerlerdi. Buralar hakikatin, hakikat güneşinin bu karanlıklı zamanda dahi en güzel şekliyle parladığının birer deliliydi. Ashab-ı Kehf neden bir araya gelmişse bu insanlar aynı sebepten bir araya geliyorlar, Ashab-ı Kehf neyden kaçmışsa burada kalan insanlar aynı şeylerden kaçıyorlardı.

Aradığım mağarayı bulmuştum.

Devam eden günlerde de aynı yerlerde kalmıştık. Gezimizin sonunda dönüş yolculuğu sırasında düşüncelerimi bir büyüğümle paylaştım. İşte o anda, o insanın kelimeleriyle bu Nur dershaneleri hakkıyla yeni bir isim daha kazanıyordu: “Hakikat Mağaraları!”

***

Ashab-ı Kehf mağarası Toroslardan inip Mersin’de devam eden gezimizin bir parçasıydı. Şark’a doğru devam eden gezimiz boyunca geceleri Risâle-i Nur okunan evlerde, Nur dershanelerinde kaldık. Ben Nur dershanelerinde kaldıkça, Ashab-ı Kehf’teki manzaraların da tesiriyle ahirzamanda mağara vazifesini bu yerlerin yerine getirdiğini, çıkış yolumun okunan Risâle-i Nurlarda olduğunu bir kez daha gördüm. Bir kez daha şükrettim. Gezi sırasında da beraber olduğum bir güzel insanın da tesiriyle hissettiklerimin bir kısmını böyle bir yazıda kaleme alıyorum. Kusurlar bana, güzellikler Nurlara ait…

[email protected]

AHMET TAHİR UÇKUN

30.07.2009


Doğrulukla kurtulan sahabiler

Ka’b b. Malik (ra), mazeretinden dolayı Bedir Savaşına katılmamış, ondan sonra Tebük Seferine kadar geçen bütün seferlere katılmış büyük bir sahabidir. Tebük Seferine de nefsinin kendisine galip gelmesinden, yani şahsî ihmalden dolayı katılmamıştır. Daha sonra bundan büyük bir pişmanlık duymuş ve bu sefere katılmayanlardan büyük bir kısmı sefere katılmamak ile ilgili mazeretler ileri sürerlerken o ve iki arkadaşı, Resulullah’a (asm) doğrusunu söylemeyi tercih ederek, hatalarını itiraf yolunu seçmişlerdir. Çünkü onlar hiçbir mazeretleri olmadığı halde ihmallerinden dolayı bu sefere katılmamışlardı.

Allah’ın Yüce Resul’ü, Allah’ın onlar hakkında vereceği karara kadar sahabilerin onlarla konuşmalarını men etmiş ve hatta onların eşlerine bile yaklaşmalarını yasaklamıştır. Toplumdan tecrit edilen Ka’b b. Malik ve arkadaşları, çok sıkıntılı günler geçirmelerine rağmen, sabırla ve pişmanlık duyguları içinde yaptıklarının affı için Allah’a günlerce yalvarmış, gözyaşı dökmüşlerdir. Elli gün geçtikten sonra Rabb-i Rahimden Resul-i Kibriyaya, mealen şu âyet-i kerime nazil olmuştur:

“Allah, Peygamberi ve güçlük vaktinde ona uyan Muhacir ve Ensarı affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalbleri kaymaya yüz tutmuş iken yine de onların tövbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz Allah kullarına karşı çok şefkatli ve merhametlidir. Geri bırakılan o üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü kendilerine dar gelmiş ve ruhları daralmıştı. Ama bununla beraber, Allah’tan yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Eski hallerine dönsünler diye Allah sonunda onların da tövbelerini kabul etti. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul eden, çok merhamet edendir. Ey iman edenler Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olunuz.” (Tevbe: 117-119)

Bazı mazeretler uydurarak Tebük seferine katılmama gerekçelerini, doğru olmayan bir şekilde Resulullah’a iletenlerin durumunu da şu âyet-i kerime dile getiriyordu:

“Dönüp onlara geldiğinizde, kendilerini (hesaba çekmekten) vazgeçmeniz için, Allah’a yemin edeceklerdir. Bu sebeple onlardan vazgeçin. Çünkü onlar pisliktirler. Kazandıklarının karşılığı olarak varacakları yer de cehennemdir. Kendilerinden razı olmanız için size (yalan) yemin ederler. Siz onlardan razı olsanız bile şüphesiz Allah fasık toplumdan razı olmaz” (Tevbe: 95-96)

Allah’ın tövbesini affettiği Ka’b b. Malik sevincini, ders almamız gereken şu önemli ifadelerle ifade etmiştir: “Vallahi, Allah beni İslâma eriştirdikten sonra Resulullah’a (asm) karşı doğru sözlü olma nimetinden daha büyük bir nimet bana ihsan etmemiştir. Kendisine yalan söyleyip de helâk olma durumuna düşmeme nimeti en büyük nimettir. Nitekim Peygambere yalan söyleyenler helâk olmuştur. Çünkü Allah yalan söyleyenler için vahiy indirdiğinde. Bir kimse için söylenebilecek en kötü sözü söylemiştir.”

Büyük Sahabi âyette geçen “Pisliktirler” ifadesinden dolayı Allah’ın yalancılar için nasıl bir ağır ifade kullandığını belirtmiştir. Bu hadise ile, doğru konuşmanın, Allah’ın rahmetinden kesmeden tövbeye yönelmenin insanı nasıl yüceltebileceği, yalanın ise insanı nasıl helâk edebileceği gerçeğini anlıyoruz.

Yüce Peygamberimizin “Aleyhinizde de olsa doğru söyleyiniz” ifadesi de yalanın insanın hem dünya hem de ahiret hayatına ne kadar zararlı olduğunu bize ders vermektedir. Doğruluk imanın gereğidir, doğruluk Peygamberlerin en önemli vasfıdır. Yalan ise küfrün gereğidir ve şeytanların en büyük silâhıdır.

Asrın Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye adlı eserinde geçen aşağıdaki ifadeleri, doğruluk ve yalanın mahiyetini ne güzel bir şekilde ifade etmektedir:

“Sıdk İslâmiyetin üssülesasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulvîyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaîyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip, onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyet’in hayat-ı içtimaîyesinde ukde-i hayatîyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nev’î yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sani-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür bütün envaıyla kizbdir, yalancılıktır. İman, sıdktır, doğruluktur...”

[email protected]

NURULLAH AKAY

30.07.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.