Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Çocuklara merhamet eğitimi! |
“Çocuklara merhamet ve şefkat dersleri verilmeli. Merhamet duygusunun küçük yaşta verilmesi için mezarlık ve akıl hastanelerinin ziyareti okullarda eğitim müfredatına konulmalı” diyen Psikiyatrist Kemal Sayar ile yapılan sohbeti okuyorum. Ailesinin tasarladığı hayatı yaşamak zorunda kalan “proje çocuklar”dan bahsediyor Sayar. Mânevî değerlerden yoksun bir eğitimin çocukları aslında yalnızlaştırıp vahşîleştirdiğini ve zararın “bumerang” gibi aileye geri döndüğünü anlatıyor. İbretle okuyor, kendi hayatımdan “Ben bunun neresindeyim?” tarzlı mukayeseler yapıyorum.
Kedilerin annesi Geçen gün sokaktaki kedilerin bakımıyla ilgilenen yaşlı kadının yorgun üzüntülü bir şekilde kaldırıma otururken kendi kendine konuştuğu şu cümleleri hatırlıyorum: “Bu çocuklar neden bu kadar merhametsiz Allahım? Ne oluyor onlara?”
Ağacın canı mı var? 3-4 kişiden oluşan bir grup erkek çocuk sevinç çığlıkları içinde oyun oynamaktalar. Elimde paketler eve gitmeye çalışırken “Kız ve erkeklerin oyun tarzları ne kadar da farklı. Kızlar–istisnaları olsa da—hanım hanımcık oynarlar. Ama erkekler öyle mi ya? Belki de hayata hazırlık çalışmaları bunlar. Erkek çocukları, kendilerini bekleyen çetin şartlarla baş edebilmek için farkında olmadan oyunlar yoluyla talim yapıyorlar…” yollu düşünmekteyim. Bir taraftan da onları seyrederek yürümekteyim. Çocuklardan birisi küçük çam ağacının yola paralel olarak gelişen dalına iki eliyle tutunmuş salıncak gibi sallanmakta. Arkadaşları da ona tempo tutmakta. Durur muyum, hemen yanlarına gittim. Bir taraftan da verecekleri tepkiyi merak ederek “Tatlım, bu güzel ağaç da can taşıyor biliyor musun? Bak dalın sesini duyuyor musun, şimdi dayanamayıp kırılacak. Ağaç da çok üzülecek, sen de. Bildiğiniz başka oyunlar vardır. Onlardan oynasanız…” diyorum. Çocuk iri siyah gözlerini bana çevirerek şaşkın şaşkın “Tamam teyze!” diyip bırakıyor dalı. “Teşekkür ederim canım” diyorum. Yere bıraktığım paketleri elime alıp yola revan oluyorum. Arkamdan sesleri geliyor kulağıma: “Lan Ahmet! Bu ağacın canı mı var?” “Tabi oğlum. Bilmiyor musun bütün bitkiler canlıdır…”
Hastalıklı şefkatler Her hatırladığımda beni düşündüren bir hatıracık. Oğlumdan henüz küçücük bir çocukken aldığım hayat derslerinden biri. Küçük çocukları, hele de erkek olanlarını bilirsiniz. Özellikle 3-4 yaş civarı—artık güç gösterisi mi diyeceğim bilemiyorum—birbirleriyle sebepli ya da sebepsiz dalaşırlar ve ağlayarak annelerinden teselli beklerler. Anneler de evlâtlarının artık gerektiğinde kendilerini müdafaa etmelerini isterler. Tamam saldırgan olmasın, ama kendini savunsun! Malûm ya ağaç yaşken eğilir! Kendini savunmasını bilsin ki ilerideki hayatında da öyle olsun. O yüzden çocukların gerektiğinde kendini savunması lâzım geldiğine inanan annelerdendim. Tâ ki o güne kadar… İşte yine öyle günlerden birinde oğlum kolu fena halde ısırılmış olarak ağlayarak yanıma geldi. Gidip çocuğu annesine şikâyet edecek ya da çocuğa nasihat edecek değildim. Zira sayısız müşahedem odur ki çoğu saldırgan çocuğun annesi bu durumdan mutludur. “Çocuktur şimdi kavga eder, iki dakika sonra barışır…” diyerek her olayı geçiştirir. Dolayısıyla saldırgan çocuğa nasihat da etki etmez. Zavallı anne bilmez ki evlâdına aslında büyük bir hayat dersi vermekte! Böyle düşündüğümden bir taraftan koluyla ilgilenirken bir taraftan da öfkeyle “Git sen de ona vur! Sana vurana, sen de vur! Seni ağlatanı, sen de ağlat!” dedim. Oğlum yaşlı gözlerini gözlerime dikerek beni donduran ve hâlâ düşündüren unutamayacağım şu sözleri söyledi: “Ama anne öyle yaparsam o da benim gibi ağlar!” Oysa ki istese kendini rahatlıkla savunacak donanıma da sahipti. Yaşına göre hayli okkalı eller, boy ve kilo ile… Ama o şefkatli yürek yok mu o yürek!
Ailede bumerang etkisi Bediüzzaman Hazretleri Hanımlar Rehberi isimli eserinde şefkat kahramanı olan anneleri şefkatlerini suistimal etmemeleri gerektiği noktasında ikaz ederken annelerin çocukların ilk muallimi olduğunu belirtir. O kıymetli şefkat duygusu sadece evlâdın dünya hayatına bina edilmemelidir. Aksi takdirde annenin hem dünya, hem de ahiret hayatı tehlikeye girer. Zihni sadece dünyevî kavramlarla (“Güçlü olan her zaman haklıdır”, “Çıkarlarıma hizmet eden her şey iyidir”, “Parası olan başarılıdır”, “Marka giyinmek insanı değerli kılar”…) dolu yetişen bir çocuk büyüdüğünde yaşlı, kendisinden hürmet ve muhabbet bekleyen annesine gerekli ihtimamı göstermez, üstelik ahirette de annesini suçlar… Bir anne için bundan daha acı bir tablo olabilir mi? O yüzden evlâtlarımızın hiçbir hareketini “O daha çocuktur, anlamaz!” deyip geçmemeli… Bilelim ki küçücük bir hareketimiz, bir cümlemiz, belki bir kelimemiz yıllar sonra gelip bizi mutlaka bulacaktır! Hepimiz ektiğimiz tohumların meyvesini toplayacağız!
En büyük miras! * Haklı daima güçlüdür. * Dünyevî makamlar, varlıklar geçicidir. * Kendine yapılmasını istemediğin bir hareketi başkasına da yapma. * Önemli tek şey, Allah’ın hoşuna giden iyi bir kul kimliğiyle gökkubbede hoş bir sada bırakabilmektir. İşte dinimizin özü diyebileceğimiz bu hakikatleri kavratabilmek evlâtlarımıza verebileceğimiz en büyük mirastır! Unutmayalım Rabbimiz bize şöyle sesleniyor: “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. İşlediklerini muhakkak görecektir. Sonra da karşılığı ona eksiksiz verilecektir.” (Necm Sûresi, 38-41) 06.09.2009 E-Posta: [email protected] |