Basından Seçmeler |
Dinin yaşamdaki yeri ve değeri artıyor (mu)
BİLİM ve teknolojinin, insanın temel ihtiyaçlarına odaklandığını ve bu durumun çağdaş insanı manevi anlamda eksilttiğini ileri süren Ali Şeriati’nin yaklaşımını neden önemsedim? Dün birkaç arkadaşım bunu sordu. Önemsiyorum. Çünkü din ve dini öğretilerden uzaklaşan, tüketim çılgınlığının esiri olan çağdaş insanın içine düştüğü boşluğu din tekrar doldurmaya başladığı tezine sıcak bakıyorum. İnsan eninde sonunda kendi başına kaldığında içe dönük yolculuklar yapıyor. Ve sonunda öteki dünya ve Tanrı kavramıyla karşılaşıyor. (Bu süreçten nasıl bir sonuç çıkardığınız tartışılır. Tartışılmaz olan, mutlak sorgulamanın varlığı galiba.) • Maneviyatın (kimine göre de ruhlarımızın) fukaralaştığı bu dönemde insan olduğumuzu, farklı olduğumuzu hissettiren şey de din galiba... Dün yazım uzun olduğu için editör arkadaşımın çıkarmak zorunda kaldığı bir bölüm vardı. Katolik piskoposlara bağlı bir cemiyet, “eşler için dua” kitabı çıkarmış. Büyük ilgi gören kitap, çiftlere sevişme öncesinde şu duayı etmesini öneriyor: "Tanrım, içimizi gerçek sevgi, şefkat, fedakârlık, bağışlayıcılıkla doldur, hoşa gidecek aşk dolu bir fiziksel birleşme nasip et. Kalplerimizi sana, birbirimize ve senden gelen iyiliklere aç...” Bu örnek bile dinsel yaklaşımlara yönelik ihtiyacın bir ürünü... Din için “insanın en yüce ve en derin ihtiyacının cevabı” tanımı da yapılır. İhtiyaç nedir? Neden insan diye bir varlık var? Bu sorunun yanıtları, öteki dünyaya yolculuk için yeterli. Nitekim, Şeriati şöyle bir tanım yapıyor: “İnsan kendini düşündüğünde korku ve sarsıntı geçirir. Hissedilir gerçeklere karşı hep kötümserdir. Bir yandan da kendisini bu âlemde üstün ve değerli hisseder. Bu âlemin kendi ihtiyaçlarını (ihtiyaçlarının ne olduğunu da bilmez) tümüyle temin edemeyeceğini bilir. Bu âlemde yabancı olma olgusu ve âlem ile farklılığı gerçeği, insanın parçasıdır.” Şeriati, bu gerçeğin öteki âlem, başka âlem kuramının altyapısını oluşturduğunu vurgularken, milattan 5 bin yıl önce Hades ve Hudis ismiyle başka bir dünyaya inancın var olduğunun altını çiziyor. Yani insanoğlu, en ilkel zamandan bugüne kadar âlemin ikiliğine, yani iki âlemin varlığına inanıyor. Bu doğrultuda bazı şeyleri kutsal sayıyor. İnsan diğer âleme meyilli. Bu âlemi kendisine ait görmüyor. Diğer âlemi tanımamakla birlikte, o âlemde tüm ihtiyaçlarının karşılanacağını düşünü- yor. “İlkel dinlerin doğuşunun temelinde bu düşünce yatıyor” diyor Şeriati... Bunları dile getirmemin amacı, çıktığım bir yolculukta vardığım noktanın okurla paylaşılması değildir. Din bazlı yaşamlara ve yaklaşımlara dudak bükenlerin, küçümseyenlerin, insanın (toplumların) öteki dünya için daha fazla hazırlık içine girdiği gerçeğini hatırlatmak amacım. Bunun okumuşlukla, laik eğitimin içinden geçmişlikle, zengin olmakla, Avrupalı veya Amerikalı olmakla da alakası yok. Çağdaş yaşam, (bitip tükenmeyen) ihtiyaçların bu dünyada karşılanamaz olduğunu daha fazla hissettirmeye başladı çünkü... Yavuz Semerci Haber Turk, 05.09.2009 |
06.09.2009 |
Ulus devlet ve uygarlık
ANAYASA’NIN 2. maddesindeki “Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet” kavramı, 3. maddede belirtilen hususlar ve 66. maddedeki vatandaşlık tanımı bize Türkiye’nin çok, özel türde bir ulus-devlet olduğunu gösteriyor. Kısaca belirtmek gerekirse, Türk ulus-devleti, başka özellikleri yanında, sivil bir birlik olmak yerine etnik-kültürel bir birlik olmasıyla da çoğu Batılı demokrasiden ayrılmaktadır. Türkiye’de şöyle tuhaf bir durum var: Resmi makamların olağan söylem ve tutumlarında hemen hemen daima etnik (Türkçü) bir hassasiyet yansır ama aynı makamlar kritik zamanlarda veya sorulduğunda Türkiye’nin eşit yurttaşlığa dayanan sivil bir cumhuriyet olduğunu söylerler. Bu etnik duyarlılık dış politikada bile etkilidir. Nitekim, Azerbaycan’la “bir millet iki devlet” olmamızın Ermenistan’la iyi ilişkiler kurmamızın önündeki en büyük engeli oluşturmasında bunu gördük. Türkiye’nin resmi söyleminde bana en ters gelen şey, ulus-devletin Türkiye bakımından olgusal durumu ifade eden bir kavram olmanın ötesinde, insanoğlunun gelişme çizgisinin en “ileri” aşamasını temsil eden, kendi başına “iyi” bir şeymiş gibi görülmesidir. Dahası, Türkiye’de sağ ve sol kanadıyla devletçi-milliyetçiler “ulus-devlet”i kutsal, “mübarek” bir şeymiş gibi görüyorlar. Gerçekte ise, ulus-devlet denen siyasi örgütlenme biçimi modern çağın en fazla iki yüzyıllık tarihi bulunan, tesadüfi bir ürünüdür. Feodal toplumsal-siyasal formasyonlardan, imparatorluklardan ve şehir cumhuriyetlerinden farklı olması da, ulus-devleti otomatik olarak onlardan daha iyi yapmaz. Kanaatimce, ulus-devletin “insanlık durumu”nun gerekleriyle en iyi bağdaşan özellikleri kendisinde toplayan bir model olduğuna inanmamız için haklı nedenler yoktur. Bu yargıyı, sadece Türkiye gibi etnik-kültürel ulus anlayışına dayanan ulus-devletleri değil, siyasi birliği yurttaşlık temelinde tanımlamak iddiasında olan ulus-devletleri de göz önünde tutarak veriyorum. Aslına bakılırsa, “etnik-kültürel ulus” ile “sivik-siyasal ulus” arasında nitelik değil sadece derece farkı vardır. Çünkü, her ikisinde de, ulusal benliği “biz” ve “öteki” temelinde tanımlayan ve “biz”i yüceltirken “öteki”nin aşağılayan, en azından dışlayan bir öz vardır. “Biz”i etnik-kültürel temelde tanımlamakla, söz gelişi insan hakları ve demokrasi gibi evrensel değerleri “Amerikan değerleri” olarak tanımlamak veya “Büyük Devrimin idealleri”yle (Fransa) tanımlamak arasında sonuçta fazla bir fark yoktur. Amerika’nın son yıllarda iyice belirginleşen saldırganlığının arkasında da, kendi milliyetçiliğini bu değerleri yaygınlaştırma iddiasıyla kamufle edebilmesi yatmaktadır. Amerika’nın ulus anlayışının içe dönük yönünün bizdeki gibi marazi bir etnik vurgu içerdiğini söylemek haksızlık olur; ama bu, Amerika’yı oluşturan muhtelif toplulukları bir arada tutması öngörülen “sivik” değer ve ideallerin esas olarak “New England püritanizmi”nden esinlenen WASP değerleri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ulusu ister etnik-kültürel, isterse sivil-yurttaşlık temelinde tanımlasın, ulus-devletin “insanlık durumu”yla en bağdaşmaz olan yönü, sıkı sıkıya kenetlenmiş, birlikçi bir toplum tasavvuruna sahip olmasıdır. Kendi “ulus”larını başka “ulus”lardan -kavramsal ve fiziki olarak- tecrit etmesi, onları merkeziyetçi ve vesayetçi bir kontrole tabi kılması ve uniform değerler aşılama yoluyla onları türdeşleştirmesi sayesinde de bu tasavvuru aşağı yukarı gerçekleştirmiş bulunuyorlar. Onların ulus adını verdikleri bu tasavvur “cemiyet” olmaktan çıkmış, neredeyse “genişletilmiş bir cemaat”e dönüşmüştür. Kısaca, modern uluslar aslında modern cemaatlerdir. Bununla övünmemiz değil, aksine dövünmemiz gerekir. Mustafa Erdoğan, Star, 05.09.2009 |
06.09.2009 |
İleri teknoloji kitle ordularını tarihe gömüyor
HATIRLARSINIZ, geçen gün TSK’nin Zafer Haftası vesilesiyle yaptığı, ‘Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye’ sloganlı afişin yanlışlığına ve yersizliğine burada değinmiştim. Tabii bu konuda yalnız değildim; basında birçok yazı çıktı. Ayrıca Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay da bu sloganı eleştirdi. Hatta ‘Saddam’ın ordusu da güçlüydü’ dedi. Bunun üzerine GK İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak’a dün gazeteciler, “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” sloganındaki ibare sıralamasının tartışıldığını hatırlattı. O da, ‘Bizce hangisinin önde olduğunun önemi yok’ dedi. Gürak’ın açıklaması inandırıcı mı? Elbette değil. Çünkü hiyerarşiye, protokole, sıralamaya, dizilişe en çok dikkat edilen yer askeriyedir. Sen afişin tepesinde “Güçlü Ordu” de... Sağ köşeye Atatürk’ü koy... Orta kısmını savaşa hazır askerlerle, gemilerle, uçaklarla doldur... Sonra da afişin alt kısmına, Güçlü Türkiye diye yaz! Bu afişte gayet bilinçli ve amaçlı bir yerleştirme var. Apaçık biçimde, ‘Biz ordu olarak güçlü olmazsak, siz Türkiye’nin sivilleri olarak güçlü olamazsınız’ denmekte. *** Tuğgeneral Metin Gürak’ın, “Bizim için önemli değil” sözünün ne kadar yanlış olduğunu anlamak için birbirine bağlı iki soru yeter: 1) Atatürk resmini oradan alıp, afişin sağ alt köşesine koyar mısınız? 2) Atatürk’ün mareşal üniformalı değil de, sivil giysili fotoğrafını kullanır mısınız? İkinin de cevabı belli: Hayır... Afişte böyle bir yerleştirme yapan grafikerin, komutanından sıkı bir fırça yiyeceği açıktır. *** Madem konu yeniden açıldı, devam edelim... 30 Ağustos’ta askeri geçit törenleri düzenlendi. Birçok yayında bu olay alkışlanarak verildi. Taraf gazetesi ise bu resmigeçitleri ‘Bazıları gösteri sever’ diye eleştirdi. Gazete ancak Çin, Rusya ve Kuzey Kore gibi ülkelerde böyle gövde gösterileri yapıldığına değindi. Taraf başka bir bağlantı daha kurdu ve bu ülkelerin Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksi’nin alt sıralarında yer aldığını da hatırlattı. *** Bense konunun başka bir yönüne değinmek istiyorum. Resmigeçit, özellikle askerlerin kitleler halinde rap rap yürüdüğü türden resmigeçit, aslında çağın gerisinde kalmış bir değerdir. Bu tip gösteriler, teknolojiden ziyade kafa sayısının önemli olduğu dönemlerden kalmadır. Kalabalık kitle orduları esas olarak 1789 Fransız Devrimi’nden itibaren gündeme gelmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında zirveye ulaşan bu tarz ordular, korkunç siper savaşları yaptılar ve birbirlerini anlamsızca biçtiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise kitleselliğin modası geçti. *** Artık ileri teknolojileri kullanan, vurucu gücü yüksek, buna karşılık küçük ama çok hareketli orduların çağına girdik. Mesela ABD’li araştırmacı George Friedman, Türkiye’nin yakında büyük ülke olacağını tahmin ettiği ‘Gelecek 100 Yıl’ adlı kitabında, 10 bin km ötedeki bir hedefi tam göbeğinden vurduktan sonra geri gelecek insansız uçaklardan söz ediyor. Ve bu görev sadece bir saat içinde tamamlanacak. İleri teknoloji; komutanı bilimci, arazideki askeri ise bilgisayarcı haline getiriyor. Biz ise hâlâ kitle ordusu mantığıyla resmigeçit düzenliyoruz. Emre Aköz, Sabah, 05.09.2009 |
06.09.2009 |