Umut YAVUZ |
|
Nijerya’da Batılılaşma sancıları ve katliâmlar |
Geçtiğimiz günlerde yaklaşık 800 kişinin polis tarafından öldürülmesiyle gündeme gelen Nijerya’da neler oluyor? Aslında 140 milyon nüfuslu Afrika’nın en büyük ülkesi Nijerya, Türkiye’nin 1920’lerde yaşadığı acı deneyimleri bugün yaşıyor. Nüfusunun yarısı Müslüman olan Nijerya’da bugün 4 eyalette şeriat yasaları ile hüküm veriliyor. Geri kalan yerlerde ise laik ve Batı yanlısı bir yönetim anlayışı hükümferma durumda. 2007 yılında Nijerya Millî Eğitim Bakanlığı’nın bütün ülkede Batı müfredatına uygun bir millî eğitim sistemine geçileceğini duyurmasıyla birlikte bu ülkede gerginlik ve problemler su yüzüne çıktı. Batı yanlısı Nijerya hükümetinin zaten şeriat kurallarının hükümferma olduğu bölgelerin varlığından uzun süredir rahatsız olduğu biliniyordu. Bu girişim ile birlikte bir zamanlar Türkiye’mizde de yaşanan “tevhid-i tedrisat” sancıları Nijerya’da yaşanmaya başlandı. Bu girişimin karşısında en fazla klâsik medrese eğitimi alanlar duruyordu. Nitekim bunlar Muhammed Yusuf adında bir liderin etrafında toplanarak Nijerya’nın daha çok kuzey bölgelerde etkin olan Bako Haram adında bir hareket teşkil ettiler. Bu hareketin temelleri 2002 yılına dayanıyor ve Batı tarzı eğitim yerine klâsik medrese eğitiminin geçerli olması gerektiğini savunuyor. Ancak hükümet ülkedeki Müslümanların hassasiyetlerini bilmesine rağmen tutup da medresede eğitim alanların diplomalarının geçersiz sayılacağına yönelik bir karar alınca olaylar çığrından çıkmış ve Müslüman gruplar bu duruma ciddî anlamda tepki göstermişlerdi. İlk bakışta sadece eğitim konusundaki endişelerle kurulan bu hareket de sonraları bir şekilde silâha sarılıyor ve ilk eylemini bir polis karakoluna saldırarak gerçekleştiriyor. Silâhlı eylemlerin sözkonusu Bako Haram hareketinin oldukça genişlemesi ve gruba işsiz ve fakir gençlerin de dahil olmasından sonra gerçekleşmiş olduğu söyleniyor. Nijerya’da Müslümanları temsil etmesi gereken İslâmî Cemaatler Birliği de laik hükümet yanlısı bir tavır takınınca bu tür gruplar otomatik olarak marjinalleşiyor. Öte yandan Nijerya’da muhtemelen bir takım provokasyonlar neticesinde yaşanan bu türden olaylar sonrasında durum hep sanki Müslüman-Hıristiyan çatışması olarak lanse ediliyor ve burada suçlu taraf hep Müslümanlar oluyor. Afrika’nın en fazla petrol ihraç eden ülkesi Nijerya’da petrolden kaynaklanan zenginliğin ise neredeyse tamamının Hıristiyan elitler tarafından paylaşıldığı ve Müslümanların genel itibariyle fakir ve ikinci sınıf bir hayat yaşamak durumunda kaldıklarını da hatırlatmak gerekiyor. Hal böyle olunca da genelde ezilen ve fakir kalan Müslüman kesim oluyor. Zira en güzel imkânlarla en iyi eğitimi elit Hıristiyanlar alınca hemen her konumda her türlü iş ve geçim imkânına da onlar sahip oluyor. Son zamanlarda Nijerya’daki harekete uluslar arası arenada Taliban ismi de takılınca Müslüman kıyımı iyiden iyiye meşrû ve mübah görülmeye başlandı. Dolayısıyla sokaklarda yüzlerce insanın öldürülmesi ve topluca gömülmesi olayları dünya kamuoyunda hiç yer almıyor ve tepki dahi görmüyor. Çünkü orada ölenler Müslüman ve üstelik isimleri de Taliban ilân edilmiş durumda. Elbette her defasında söylemiş olduğumuz gibi, hiçbir hal ve şartta Müslümanların dahilde silâha sarılması ve masumları öldürecek bir takım eylemlere girmesi doğru değildir ve İslâmla bağdaşır bir şey değildir. Ancak hemen her coğrafyada bir şekilde Müslümanların ezilmeye çalışılması, haklarının gasp edilmesi ve kapitalist cereyanlar ve akımlar tarafından sindirilmeye çalışılması, buna ses çıkarınca da bir takım provokatif girişimlerle marjinalleştirilerek terörize edilmesi ve sonra da meşrû bir şeymiş gibi yüzlercesinin katledilmesi en hafif tabiriyle “insanlıkla” bağdaşır bir şey değildir. Vahşi kapitalizm ve Batılılaşma cereyanları Müslümanları bir süre daha rahatsız edecektir. Ancak gün gelecek devran dönecektir. Zira zulüm ilelebed devam edemez. 06.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Seçim hesapları |
22 Temmuz seçimi öncesinde AKP, bir miktar ortasağ ve daha çok da ortasol kökenli isimleri milletvekili adayı gösterip, evvelce ANAP’ın yaptığı tarzda, “farklı eğilimleri bünyesinde toplayan” bir adres olduğu mesajı vermeye; bunların yanı sıra parti vitrininde kadınları biraz daha öne çıkararak, kurucu ve yönetici kadroların millî görüş kökenli olmasından kaynaklanan imajı dengelemeye çalışmıştı. Erdoğan 27 Nisan muhtırası ve 367 krizi gibi gerginliklerin ardından gerçekleşen seçimde sonuçlar belli olduktan sonra yaptığı “balkon konuşması”nda da “uzlaşma” mesajları vermişti. Hemen akabinde Meclis Başkanlığı için AP-DYP kökenli Köksal Toptan’ın aday gösterilmesi ve muhalefetin de desteğiyle Toptan’ın 450 gibi rekor bir oyla başkanlık koltuğuna oturması, bu çizgiyi sürdürme niyetinin işareti gibi görüldü. Zaman zaman yaptığı çıkışlarla krizlere yol açan eski Başkan Arınç’ın bir süreliğine “dinlendirilmesi” de aynı bağlamda değerlendirildi. Ama bu süreç fazla devam edemedi. Cumhurbaşkanı seçiminde, yeni anayasa girişiminde, başörtüsü meselesinde takip edilen politikalar, bilhassa anamuhalefetin uzlaşmaya tümüyle kapalı tavrının da katkısıyla, tek yanlı tercihlerin uygulamaya konulması tarzında gelişti. Bunlardan, cumhurbaşkanı seçiminde sonuç alındı, ama bunun mâlûm kesimlerde meydana getirdiği derin hazımsızlık alttan alta sürüyor. Yeni anayasa, tepkiler üzerine askıya alındı. Başörtüsü girişimi Anayasa Mahkemesinden döndü ve AKP’ye açılan kapatma dâvâsının en önemli gerekçesi yapıldı. Dâvâdan kapatma kararı çıkmadı, ama daha ağır bir şekilde iktidar partisini yargı vesayetine alan bir sonuç oluştu. 29 Mart yerel seçimi bu ortamda ve ayrıca uluslararası finans krizinin Türkiye’deki etkilerinin de giderek derinleştiği bir ortamda yapıldı. AKP 22 Temmuz’a göre 8 puan geriledi.
Seçime doğru seçmene mesajlar Seçimden kısa süre sonra yapılan kabine revizyonunda Arınç Başbakan Yardımcısı sıfatıyla tekrar sahneye dönerken, bazı ağır topların hükümet dışında bırakılması, o anda pek fazla açığa vurulmayan, ama zaman ilerledikçe belli edilmeye başlanan parti içi kırgınlıklara sebep oldu. O ağır toplardan biri olan Mehmet Ali Şahin’in Meclis Başkanlığına aday gösterilmesi, münhasıran bu kırgınlıklardan hiç değilse birinin telâfisini amaçlayan bir karar mı, yoksa Arınç’ın kabineye dahil edilmesiyle ilk işareti verilen “yeni dönem AKP siyaseti”nde yeni bir aşama mı? Toptan’ın iki yıllık görev süresindeki “performans”ının parti yönetiminin beklentilerini karşılamadığı belirtilirken verilen örnekler: “Başörtüsü ve sivil anayasa için inisiyatif almadı, kapatma dâvâsı sürecinde pasif kaldı, askere sivil yargı yasasından haberinin olmadığını söyledi, Demirel’in savunduğu Senato teklifini seslendirdi...” Bu eleştiriler ve AKP’nin Toptan’la devam etmeme kararı, onda da bir kırgınlığa yol açar ve bu durum bir kırılma getirir mi, şu anda belirsiz. Ama Toptan’ın yerine Şahin’i getirme kararı, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlığın yanı sıra Meclis Başkanlığının da millî görüş kökenli bir isme tevdî edilmesi noktasından hareketle, mâlûm adreslerin tepkisini tetikleyeceğe benziyor. Devletin tepesindeki üç koltukta da eşzamanlı olarak millî görüş çıkışlı ve eşleri “türbanlı” isimlerin oturmasının, “İrtica devleti ele geçiriyor” paranoyasını iyice azdırması sürpriz olmaz. Ama anlaşılıyor ki, AKP bunları göze alarak adımlarını atıyor. Ve politikalarını, normal zamanı 2011 olan, ama öne çekilebileceği beklentisi giderek daha da güçlenen seçimlere endeksli olarak, “tabana mesaj” anlayışıyla şekillendiriyor. Askere sivil yargı kanunu, YÖK’ün katsayı kararı, hattâ “Kürt açılımı”nın gündeme getirilmesi dahi bu politikalarla bağlantılı gibi görünüyor. Sonuç alınamazsa, seçmene “Görüyorsunuz, yine engelliyorlar” demenin hazırlığı yapılıyor. 06.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Her gazeteye iki mescid! |
Türkiye’deki İslâmî gelişmelerden eskiden beri memnun olmayan bir grup, her fırsatta bu yöndeki gelişmeleri karalamayı kendilerine meslek edinmiş durumda. Ne var ki, “zamanın en iyi müfessir olduğu” her geçen gün biraz daha iyi anlaşılıyor. Sabah Gazetesi, çalışan personelinin ihtiyacını düşünerek; alkışlanacak bir adım atmış ve gazete binasına bir ‘mescid’ açmış. Bazıları bu adımı içlerine sindirememiş. Onlara göre “Nasıl olur da Sabah gibi bir gazetede mescid açılabilir”miş? En başta şunu ifade edelim: İhtiyaç duyulan her yerde, bir değil ikişer mescid açılmalıdır! Bu ‘her yer’e; akla gelebilecek ‘her yer’ dâhildir. Okullarda, iş yerlerinde, alış veriş merkezlerinde, otellerde, motellerde, tren istasyonlarında, kışlalarda (evet, cami olmayan kışlalarda) vesair yerlerde mutlaka mescid olmalıdır. Şunu herkes kabul etmelidir ki, ibadet etmek bir ihtiyaç olduğuna göre; ‘mekân’ da gereklidir. Elbette yeryüzü bir mesciddir ve namaz kılmak için illâ da bir ‘mescid’ gerekmez. Sokakta da, tarlada da namaz kılınabilir. Ama günümüz şartlarında her yerde mescid olması daha uygundur. Aksi hâlde, ‘Sokakta namaz kıldı’ diye insanlar itham edilir! Sabah Gazetesi binasında bir mescid açılmasına Akşam Gazetesi yazarından da destek geldi. (Acaba ‘Sabah’ ve ‘Akşam’ isimlerinde bir tevafuk var mıdır?) Yazar Nagehan Alçı, yazısında Yeni Asya’yı unutmuş olmakla beraber medyadaki ‘mescidi olan’ ve ‘mescidi olmayan’ gazeteleri sıraladı. Sonunda da “Dilerim bizim gazete de onu izler!” diyerek kendi gazetelerinde bir mescid açılması gerektiğini, idarecilerine hatırlattı. İşte hadise budur: Namaz kılmak isteyenler için ihtiyaç olan ‘mescid’lerin açılmasına herkes destek vermelidir. Bu tavrından dolayı Nagehan Hanımı tebrik ediyoruz. Alçı’nın yazısından öğreniyoruz ki, bazı Akşam çalışanları ‘bodrum kattaki boşluklarda’ namaz kılabiliyormuş. Buna karşılık, Doğan Grubu gazetelerinde mescid yokmuş ve bu durumu “Yok ve bundan gurur duyuyoruz. Biz çağdaşız!” tonu ile savunuyorlarmış. Söz, Doğan Grubuna geldiğine göre ‘komşu’ olarak şunu söylemek durumundayız: Yeni Asya’da ‘mescid’imiz var ve şükürler olsun ki bu mescidde ‘Cuma namazları’ da kılınıyor. Memnuniyetle belirtmek gerekir ki, ‘komşu’muz olan Hürriyet çalışanlarından da Cuma namazına gelenler var. Tabiî ki burada şaşılacak bir durum yok. Her işyerinde namaz kılanlar var ve olması da tabiîdir. Arzu eden herkes Cuma’sını, bayramını ve vakit namazlarını kılar. Peki, Cuma namazını kılan bu arkadaşlar, iş yerindeyken vakit namazlarını niçin kılamasın? Resmîyette bir ‘mescid’ yok ise de, mutlaka bu ‘borç’ların bir şekilde eda edildiğini tahmin ediyoruz. Gazetecilerin namaz kılmasında bir anormallik yok ise, ki aksini düşünmek mümkün değil, o hâlde her gazete binasında da mescid açılması bir ihtiyaçtır. Personelin her ihtiyacını düşünerek yatırım yapan ‘patron’ların; ‘ibadet ihtiyacı’nı düşünmemesi, bu talepleri dikkate almaması mümkün değil. İlk fırsatta Sabah’ı ziyaret edip, mescidi ‘yerinde görmek’ arzusundayım. 06.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Kadir AKBAŞ |
|
İstanbul barosu ara rejimlerin mirasçısı mı? |
İstanbul Barosu'na üyeliğim yirmi yılı buldu. Dünyanın en büyük barolarından biri olması ki tek başına onur duyulacak bir olguyu ifade etmiyor. İstanbul Barosu'nun Türkiye'nin en eski barolarından biri olması da tek başına bu kurumu saygın kılmaya yetmiyor. Barolar bir meslek kuruluşu. Kuruluşları ve işleyişleri kanunla düzenlenmiş. Avukatlık yapmayı düşünen hukuk fakültesi mezunlarının üye olmak zorunda oldukları kamu kuruluşu benzeri kuruluşlar. Avukatlık Kanunu'na göre "Barolar; avukatlık mesleğini geliştirmek, meslek mensuplarının birbirleri ve iş sahipleri ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni sağlamak; meslek düzenini, ahlâkını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak, avukatların ortak ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tüm çalışmaları yürüten, tüzel kişiliği bulunan, çalışmalarını demokratik ilkelere göre sürdüren kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır" Baro yönetimleri üyelerin katıldığı seçimlerle belirleniyor. Üye olmanın mecburi tutulduğu ve tercih imkanının bulunmadığı dikkate alındığında baro yöneticilerinin, Baroyu kendi siyasal düşüncelerinin kamuoyuna deklere edileceği zeminler haline getiremeyeceği, aksi tutumun Avukatlık Kanunu'na ve baroların varlık sebebine aykırı olacağı açıktır. Baro yöneticileri bu yöndeki faaliyetleri için siyasal partilere üye olabilirler. Ancak baroyu bir siyasi düşüncenin kulübü haline getiremezler, bir siyasi partinin yedeğinde imiş gibi bir görüntü veremezler. İstanbul Barosu uzunca sayılabilecek bir dönemden bu yana tartışmalı karar ve eylemleri ile kamuoyunun dikkatini çekiyor. Baro yönetimi son olarak üniversiteye girişte farklı katsayı uygulamasını meslek liseliler yönünden kaldıran YÖK kararının iptali talebiyle Danıştay nezdinde dava açtı. Türkiye toplumunun hemen her kesiminin olumlu bulduğu bu kararda, İstanbul Barosu'nun mevcut yönetimi neden rahatsız olmuştur. 28 Şubat darbesinin elebaşılarından Çevik Bir'in YÖK'e verdiği emirle meslek liseliler aleyhine oluşturulan katsayı adaletsizliğinin kaldırılmasına karşı çıkmak nasıl anlaşılmalıdır? İstanbul Barosu'nun mevcut yönetimi, baroya darbe dönemlerinin mirasçısı, hamisi olmak gibi bir misyon yükleme hakkını nereden buluyor? Üniversiteye girişte uygulanacak usullerin bir darbe elebaşısının emriyle belirlenmesi bir hukuk kurumunu rahatsız etmiyor da, darbecilerin tank sesleriyle dayattığı bir uygulamanın önceki haline dönüştürülmesi neden rahatsızlık veriyor. Her ilde ancak bir baro kurulabiliyor. Bu sebeple avukatlık yapmak isteyen hukukçuların baro tercih etmek gibi bir şansları yok. Bürolarının olduğu yerde ki baroya kayıtlı olmaları gerekiyor. Ancak bu durum, İstanbul Barosu'nun mevcut yönetiminin, baroyu darbe dönemlerinin mirasçısı kılma çabalarına karşı durulmasına engel teşkil etmeyeceğine inanıyorum. Öncelikle İstanbul Barosu'nun Danıştay'da açtığı davada, baroya karşı YÖK'ün yanında yer almak üzere, İstanbul Barosu'nun mevcut yönetiminin uygulamalarını onaylamayan on bini aşkın üyesi Danıştay'a başvurabilir. Üyelerini İstanbul Barosu'na kayıtlı avukatların oluşturduğu dernekler adına davaya müdahil olunması istenebilir. Elbette ki İstanbul Barosu'nun bu tavrını onaylamayan Türkiye'nin diğer baroları İstanbul Barosu'nun karşısında yer alarak, İstanbul Barosunun bu büyük yanlışının bütün barolara mal edilmesine karşı çıkabilirler. Son olarak İstanbul Barosu'nun mevcut yönetimi darbe hukukuyla barışık tutumunu değiştirmediği takdirde binlerce üyenin İstanbul Barosundan başka bir ile nakil talebinde bulunmasının düşünülmesi gerekiyor. Avukatlık Kanunu'na göre Barolar, kuruluş amaçları dışında faaliyette bulunamazlar. Amaçları dışında faaliyet gösteren baro organlarının görevlerine, bulundukları yer Cumhuriyet Başsavcılığının talebi üzerine, o yerdeki asliye hukuk mahkemesince karar verilebilir. İstanbul Barosu'nun yönetimdeki sayın başkanının başkan yardımcılığı görevini deruhte ettiği geçen dönemde, baro bugün Ergenekon terör örgütü davası kapsamında soruşturulan darbe çağrılarının yüksek sesle dillendirildiği Ankara mitingine kiraladığı otobüslerle ücretsiz taşımacılık yaptı. İstanbul Barosu hukukun üstünlüğünü savunmak zorundadır. Darbe çığırtkanlığının yapıldığı mitinglere adam taşımak baronun hangi kuruluş amacı ile telif edilebilir. Darbe çığırtkanlığın yapıldığı mitinge, her düşünceden avukatın ödemek zorunda olduğu aidatların harcanması açıkça güvenin, görevin kötüye kullanılması değil mi dir? 06.08.2009 |
Mikail YAPRAK |
|
Yazımız aynamızdır |
En sonunda söylenmesi gereken sözü en başa almak hikmetle bağdaşmaz, bilirsiniz. Bunu bile bile, ancak yazının sonunda anlaşılabilecek bir iddiayı en başa, başlığa alıyorum. Doğrusu, bir yazının, yazarının ruh haline ayna olduğunu, yazarın kendisi değil, okuru söylemeliydi. Aslında “son” üzerine, “sona kalmak” üzerine ya da “son gülmek” üzerine, kendi sergüzeşt-i hayatımdan kesitler sunarak, sizinle bir hasbihal etmekti, asıl muradım. Bunu yaparken bir boy aynası arz-ı endam edecek ve o aynada sûretimi ve suratımı görecektiniz, çok da lâzımmış gibi.. “Son gülen iyi güler” darb-ı meseli ne kadar sevimliyse, ne kadar tesellî bahşediyorsa, “Sona kalan, dona kalır” tekerlemesi de o kadar sevimsiz ve karamsar addedilir. Halbuki şu fakirin hali, hep birincisine uygun gitmiştir. Bir kere yedi kardeş içinde, dünyaya en son gönderilen biri olarak, hep el bebek gül bebek büyütüldük. Dağlar kadar dünya yükünü, annem ve babam ile diğer büyüklerim omuzladılar. Onlar şimdi berzah seferindeler. Geride ben ve iki ablam kaldık. Dünyadan en son gidenin hangimiz olacağını da bir Allah bilir. 28 sene önce şöyle demişim: “Doluyum, ne ağlamak, ne gülmek istiyorum, Nazarlardan uzağa gömülmek istiyorum.” “Sonu ağlamak olan gülmek lezzet vermiyor, Gülüşüm sona kalsın, üzülmek istiyorum.” “Gülerek bu dünyadan göçenleri gördüm ben, Onlar gibi yaşamak ve ölmek istiyorum.” Üniversite imtihanlarına müracaatımı son gün yapmıştım. Cuma sabahı Van’da yaptığım müracaat, mesai bitimine kadar Ankara’da olmalıydı. Ve öyle oldu.. Tuzla Piyade Okulu Yedek Subay eğitimi sonrası, son kur'ayı çektim. Işıklar Askerî Lisesi çıktı. Son olarak birşey daha.. Bir mecliste konuşma sadedinde, en son konuşanlardan olmayı yeğlerim. ««« Bu makalemde belli bir konu etrafında dönüp dolaşacak değilim, bilesiniz. Meramım “bir” olsa da, vesilem bir haylidir. Tıpkı aynanın renkli tarafı gibi. Vesilenin mahiyetine değil, neticesine bakılırsa, üslûbum ve niyetim hoş görülür, “hoşgörülü” olunur. Neticesi, halet-i ruhiyemin portresinin görünmesiyse, canıma minnet. Sizden saklayacak neyimiz olabilir ki... Neticede, karşısına geçeceğim bir boy aynası zuhur edecekse, namahrem değil, siz de bakabilirsiniz. Neticesi, Avusturya Mektubunu doldurabilmekse, ne âlâ! ««« Lâhika sayfasında, “Geçip de aynaya soran var mı?” sorusu etrafında, değerli yazar Selim Gündüzalp’ın kaleminden süzülen hakikat nüktelerini okudum sabah namazından sonra. Gıyabında sevdiğim, takdir ettiğim bir kalem erbabını gördüm o yazı aynasında. Kendimi de gördüm aynanın bir köşesinde. Aynı kaynaktan beslenen, aynı güneşe âyinelik eden herkesi gördüm o aynada.. “Meselâ sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur” diyen Üstadı gördüm o satırlar arasında. Aslında o yazı, her şeyden ve herkesten önce, yazarının aynasıydı. Kendisiyle yüz yüze görüştüğümü hatırlamıyorum, ama yazılarında hep onu görüyorum, onunla görüşüyorum. Değerli dostum Selim Gündüzalp, 28 sene önce şu fakire yazmak lütfunda bulunduğu mektubunda (ki hâlâ saklıyorum), Mevlânâ Hazretlerinin mısralarıyla sesleniyordu şu fakire, belki tutarız diye: “Dünkü gün, dünle gitti cancağızım/Bugün yeni şeyler söylemek lâzım.” Bu kıymetli dostum hâlâ aynı duruşu sergiliyor, geçmişe takılmadan, yeni şeyler söylemeye devam ediyor. ««« Bir dostum, bir önceki yazıma bakarak Avusturya’ya döndüğümü tahmin etmiş. Ona mealen dedim ki: “Hayır, hâlâ Türkiye’deyim. Ama hizmet mekânım orası olduğu, köşemiz oradan yazılanlarla iştihar bulduğu için, mekânım değişse de, yazıişlerimizin etkili ve yetkili zevatınca, köşe ismim değiştirilmek istenmiyor. Meğer ki, dünyamız değişe..” Gerçi o zaman da “Berzahtan mektuplar” atabilmeyi bin can ile arzu ederim. ««« Kırk yıllık bir yazarımız, elektronik mailinde meth ü sena mailiyle bize teveccüh göstermiş. “Şiirde olduğu gibi, yazıda da başarılısın” demiş. Vallahi ben öyle görmüyorum. Ama asıl olan, o muhterem yazar ağabeyimin nasıl gördüğü veya nasıl görmek istediğidir. Yani makbul olan benim yazılarım değil, onun nazarı ve iltifatıdır. “Başarılı olmaya mahkûmuz” şeklinde algılamak istediğim, önemli mesajıdır. Bize uzatılan böyle makbul bir iltifat elini ancak öperiz. Asıl fazilet; birçok kitaba imza atmış kırk yıllık bir yazarın, bir başkasının yazısını beğenebilmesi ve bunu açıkça ifade edebilmesidir. Yeni Asya mektebinin yetiştirdiği bir yazar olarak yerinde sebatıdır. Karadelikler gibi ihlâsı yutan ve insanı şöhret hastalığına müptela eden medya meddahlarına itibar etmemesidir. Edep ve marifetini buradan alıp, emek ve himmetini başka kulvarlarda harcamamasıdır. Ve asıl fazilet, “faziletfüruşluk” yapmama faziletidir. Bilmem, bu yazar ağabeyimin, “kardeşlerinizin meziyetiyle şâkirane iftihar” düsturuna uyduğunu söylersem, “meziyetfüruşluk” mu yapmış olurum? Nefsimi yokladım, herhangi bir “meziyet”e sahip olmadığını itiraf etti, sevindim. Ve asıl meziyet, “kardeşlerin meziyetiyle iftihar edebilme” meziyetidir.
Not: Değerli okurlarımızın, dost ve kardeşlerimizin ve İslâm âleminin Berat gecesini tebrik eder, hayırlara ve barışa vesile olmasını Cenâb-ı Haktan niyaz ederim. M. Y. 06.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KAPLAN |
|
Hevai fişekler!.. |
Eski köye yeni âdet: Paaaaa…..ttttt.. Küüüüüüüütttt.. Baaaaam…. Güüüüüüümmmm… Affedersiniz ama iş; “Görmemişin oğlu olmuş…” faslına dönmüş durumda!.. Kazara yatıya misafiriniz gelmemiş olsun. Yahut: Hastanız filan bulunmasın. Hele; Küçümencik bir yeni doğan bebeğiniz varsa gerçekten de: Güzel Allah’ım sizlere yardım etsin… Çünkü iş o kadar çığırından çıkarılmış durumda ki; Dayanmak.. Sabretmek… Düğün-dernek, olur böyle durumlar demek imkânsız!.. Böyle düşünmenin mümkünâtı yok; Söyledik a: Eski köye yeni âdet. Paaaaa…..ttttt.. Küüüüüüüütttt.. Baaaaam…. Güüüüüüümmmm… Tam da “Görmemişin oğlu olmuş…” faslı... *** İngilizler neyse. Bir parça da Japonlar için; Düğün-dernek.. Bayram, yıl dönümü… Türlü bin-bir bahane ile patlatılan havaî fişekleri hoş görebilirsiniz. Çünkü adamlardan İngiliz deneni zengin… Dünya-âlemi sömürmekle meşgul! “Capon” olanı ise teknoloji delisi… Bunlar; Patlatadursunlar “hevaî fişşşşşekler”ini. Ya: Bizim neyimize havaî fişek patlatmak? Ayranımız yok içmeye.. Tahterevalli ile gidiyoruz su içmeye! Dünyanın en gelişmiş memleketi olduk da benim mi haberim olmadı? Ondan mı patlatıyoruz bu kadar çığırından çıkmış şekilde: Havaî fişek… Geceleri semâya bakamaz olduk. Paaaaa…..ttttt.. Güüüüüüümmmm… *** Oscar Wilde’in bir hikâyesini okumuştum: Çocukluğumda… O kadar havaî fişek arasında; Patlayamayan. Bataklığa düşüp üzüntüye gark olanın hayatını anlatan minicik bir hikâye… O günden beri severdim bu semadaki yıldızlar ile nispetleşen icadı. Şimdilerde ise gıcık oluyorum bu fişekleri atanlara. Attıranlara… Niye mi?: Sordum, öğrendim: Düğün, dernek; şenlik yaparken göğe savrulan bu küçük cümbüş için en az 500 hatta 1000 lira ödüyormuşsunuz. Dernek sahiplerinden ricamdır: Bu parayı hevâ ve hevesinize harcamayın! Afrika’daki aç-biilâç fukaralara göndertin. Sadakanız olur!.. 06.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Mütevekkil ve kanaatkâr bir eş seçin |
Aradığınız hayat arkadaşınız, Kâinatın Sahibine tevekkül ediyor, güveniyor mu? O’na teslim olabilmiş mi? “Ne demek, her Müslüman elbette Allah’a güvenir!” denebilir. Gerçek tevekkül başka, sadece “Tevekkül ettim!” diyerek ona zıt hareket başkadır. Bir hastalık, musîbet veya başka herhangi bir olumsuz olayda duygularına mağlûp olup, taşkınlık yapacak tıynette mi? Olumsuz olayların, sıkıntı ve musîbetlerin sorumlusu olarak eşini, çevresini mi görüyor? Tevekkül; kâinatın Hâlıkına, Malikine, Rabbine güvenmektir. Tevekkül, sonsuz isim ve sıfatlar Sahibi Kadir-i Mutlak’a güvenmektir. Tevekkül ve tembellik arasındaki ince bir perde var, birbiriyle karıştırmamalı. Dünya hayatının her safhasında sebeplere müracaat edip gerekli şartları yerine getirdikten sonra neticeyi Müsebbibü’l-Esbâb olan Sâni-i Hakim’den beklemeye tevekkül denir. Bunun aksi tembelliktir. Bediüzzaman’ın orijinal ifadesiyle, “Tertib-i mukaddematta tevfîz tembelliktir; terettüb-ü neticede tevekküldür” şeklinde vecizeleşmiştir. Yani, çalışma yapmadan, İlâhî kanunlara, sünnetullaha, sebeplere müracaat etmeden işi Allah’a havale etmek tevekkül değil, hâzâ tembelliktir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın tabiata, fıtrata koyduğu kanunlara, sebeplere müracaat ettikten; gerekli şartları yerine getirdikten sonra sonucu Allah’tan beklemek tevekküldür. Kâinattaki düzen, kanunlar ve hikmet, sebeplere uymayı gerektirir. Şu halde tevekkül, Allah’a imân derecesine göre kuvvet kazanır. Kadere imân, tevekkül neticesidir. Kur’ân’da “Sen, ezelî ve ebedî hayat sahibi olan ve kendisine ölüm asla ârız olmayan Allah’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et” meâlinde pek çok kere tekrar edilir. Tevekkül, çalışmayı yaptıktan, yüce Yaratıcının tabiata koyduğu kanunlara, yani, Sünnetullah denilen tekvinî işleyişe uyduktan, sebeplere müracaat ettikten sonra sonucu Allah’tan beklemektir. Sebepler uymak için konmuş, yoksa inkâr veya gerçek tesiri onlara vermek için değildir. Şunu bilmemiz gerekir: Sebepler icraat sahibi olamazlar. Onlar yalnız bir perdedir. Gerçekten iş yapan Âlemlerin Rabbidir. Bu meseleyi şu örnekle anlayabiliriz: Meselâ, basit bir masanın meydana gelebilmesi için tahta, çivi, keser, testere vs, vs. lâzımdır ve bunlar birer sebeptirler. Bir telefonun, telsizin konuşulanları nakledebilmesi için plâstik, kablo, bakır, tel vs., vs. gibi sebepler lâzımdır. Elbette, masa ve telefonu sebepler yapamaz. Onların arkasında bir ilim, irade, güç, kuvvet, görme, bilme gibi fiiller sahibi olmalıdır. İşte tevekkül deyince, böyle bir anlayışı kast ediyoruz. Kanaat ise, yetinmek değil, çalışmanın sonucuna razı, memnun olmak ve çalışmaya devam etmektir. Tevhid, Allah’ın varlığı ve birliğine imanı gerektirir. Bu da tevekkülü ve kanaati. Tevekkül ise, çalışmayı yaptıktan, sebeplere müracaat ettikten sonra sonucu O’ndan beklemeyi gerektirir... Kanaat ise, çalıştıktan sonra kısmetine, kazandığına memnun ve razı olmaktır. Ve çalışmaya devam etmektir. Tevekkül ve kanaat; hayatın her katmanında her safhasında, her söz, fiil ve davranışta tezahür eden ve maddî manevî her noktada yükselten bir sır olur. *** Efsane Wimbledon’un ilk zenci şampiyonu Arthur Ashe, kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğindeydi. Dünyanın her köşesindeki hayranlarından mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesi şöyle soruyordu: “Allah böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?” Arthur Ashe cevap verdi: “Bütün dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar. 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir. 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50’si Wimbledon’a kadar gelir, 4’ü yarı finale, 2’si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Allah’a ‘Neden ben?’ diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Allah’a nasıl ‘Niye ben’ derim?” Daima mütevekkil olun ve “Neden ben?” diye sormayın, ne olacaksa olur ve her şeyin hayırlısı olur. Mütevekkil ve kanaatkâr bir eş seçen, tükenmez bir hazinedar bulmaz mı? 06.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Ortadan bir yazı |
Şu an gecenin bir yarısı. Yani vakit itibariyle gecenin ortası. Bulunduğum dağlık muhitte bu gece yalnız başımayım. Etrafta da hiç kimseler yok. Âlem sükûta dalmış. Sadece leyli zikre berdevam olan vazifeli böceklerin seslerini duyuyorum. Bu yazı gazeteye nasıl ulaşır, ne zaman yayınlanır, henüz bilemiyorum. Bu sebeple, günün tarihi notlarını da yazamıyorum. Ancak, şu an mevsim itibariyle Temmuz ayı sonları. Dolayısıyla, Rumi takvime göre yaz mevsiminin de tam ortasında sayılırız. Ortadan yazmaya devam ediyoruz. Bugün okuduğum dört yüz küsur sayfalık kitabın da tam ortalarına varmışım. Tek cilt halinde basılan Barla-Kastamonu Lâhikalarından söz ediyorum. Bu kitabın ortası, Kastamonu Lâhikasının baş kısımlarına tekabül ediyor. Gündüz vakti okuduğum sayfalarda altı çizili cümleler var. Sizlerle onları paylaşmak istiyorum. Birincisi: “Rahmetin iltifatı devamdadır” diyor. Burada, Risâle-i Nur hizmetinde sabır ve sebat göstermenin ehemmiyeti nazara veriliyor ve hizmetteki devamlılığın İlâhî rahmet, inayet ve iltifata medar olduğu hatırlatılıyor. İkincisi: İstişareli olarak bir hizmeti (Fihrist Risâlesini ikmal hizmetini) ifaya karar veren Nur Talebelerinin usulen bir şahs-ı manevî teşkil ederek hareket etmelerini takdir edip alkışlayan Üstad Bediüzzaman, şu muazzam hakikati ders veriyor: “Fihriste’yi taksimü’l-a’mal tarzında mütesanid heyetinizin şahs-ı manevisine tevdiiniz çok güzeldir. Tam ve daimî bir üstad buldunuz. O manevî üstad, bu aciz kardeşinizden çok üstündür. Daha bana ihtiyaç bırakmıyor. Üçüncüsü: Risâle-i Nur Talebelerinin imanla kabre gireceklerine ve ehl-i saadet olacaklarına dair Kur’ân’ın işaretine iki kuvvetli delil getiren Üstad Bediüzzaman, birincisinde şeytanın elinin ulaşmadığı ve sekerat anında bile bozmaya muktedir olamadığı iman-ı tahkikiden söz ediyor. İlmelyakinden hakkalyakine çıkan tahkikî iman dersini veren Risâle-i Nur, sadık şakirtlerinin imanını zevalden mahfuz tutuyor… İkinci kuvvetli delil ise, yüz binlerce halis muhlis Nur Talebesinin “en ziyade kabule medar olan şerait içine” yaptıkları müstecap duâlar hakkındadır. Nitekim, “Sadık şakirtlerin hüsn-ü akibetlerine ve iman-ı kâmil kazanmalarına o derece kesretli ve makbul ve samimî duâlar oluyor ki, o duâların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor.” Hususî dersimde altı çizili daha başka cümleler de var. Ancak, bir köşe yazısı içinde bu kadarı yeterli olmalı. Şimdi tekrar en baştaki noktaya dönüyoruz. Vakit itibariyle gecenin bir yarısı olması, bana bilhassa Dördüncü ve Altıncı Mektupta ifade edilen Hz. Bediüzzaman’ın Çam Dağındaki haftalar süren yalnızlığını hatırlattı. Mektuplardan birinde “İnsten tevahhuş, vuhuşa ünsiyet ettim” derken, bir diğer mektupta ise “İşte gece vakti, şu garibane dağlarda, yalnız…” diyerek, orada yaşadığı hazin halleri derhatır ediyor. Tabiî, bizim yaşadığımız ile onun yaşadığı haller arasında dünyalar kadar farklar var. Hiç kıyas dahi kabul etmez. Sadece, yalnızlıkta gecenin sesini dinlerken, Hz. Üstad’ın bundan yetmiş-seksen yıl evvel hem de nasıl bir baskı altında ve türlü mahrumiyetler içinde yaşamış olduğu o dayanılmaz halleri bir nebzecik olsun hissedebilmektir, bizim kıssadan hissemiz. Bununla beraber, o harikulâde kıssadan daha ziyade hisse sahibi olmak isteyenlere şunu tavsiye ederiz: İmkânınız varsa şayet, gidin Barla’daki Çam Dağı’na. Orada hiç olmazsa bir gece kalınız. Gecenin karanlığı içinde, dağın sesini, o iğne yapraklı ağaçların çıkarmış olduğu hazinane hemhemeleri dinleyiniz. Mümkünse, dağın bir tarafına doğru gece karanlığı içinde şöyle yalnız başına olarak bir miktar yürüyün. İşte o anda hissettiklerinizle, belki yıllar önce aynı mekânda günlerce, haftalarca yalnız başına kalmak mecburiyetinde bırakılan Hz. Bediüzzaman’ın hissiyatına bir ölçüde hissedar olabilirsiniz. Nitekim, kendisi de bu kapıyı açık tutarak şunu söylüyor: “Kardeşlerim! Fikriyatıma hissedar olduğunuz gibi, hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır.” Bu da gösteriyor ki, Nur Talebelerinin arasındaki münasebetlerde müdavele-i efkâr gibi, müdavele-i hissiyat da büyük ehemmiyet taşıyor. 06.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Yangın var |
Yaz aylarında ormanlarımız cayır cayır yanar. “Ciğerlerimiz yanıyor” denir. Çok doğrudur. Orman hayatımızdır. Havanın bir anlamda tarağıdır. Devletimiz, ormanın kasıtlı ve ihmal ile yanmasına sebebiyet verenlere ciddî anlamda cezalar vermektedir. “Yangın var” sözünü duyduğumuzda, içimiz “cız” eder. Yangının kökeni ateştir. Yakar ve kül eder. Yangının diğer bir kolu ise mânevî hayatımızda yaşanır. Taze ve şirin ömrünü günahlar ve taşkınlıklar içinde geçiren gencin durumu tam bir manevî yangın halidir. Anne ve baba, evlâdının dünyevî geleceğini hazırlarken, bu yangının farkında değildir. Genel temâyül budur. İstisnaları elbette tenzih ediyorum. Birçok İslâm âlimi ve hamiyetli mü’minler, bu manevî yangının farkında oldukları için, ömür boyu bu manevî yangından ehl-i imanı kurtarmak için çırpınırlar. Bu asırda, bunun en önemli kurtarıcılarından biri, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleridir. 1952 yılında “Gençlik Rehberi” adlı eserinin mahkemesi için İstanbul’a geldiği zaman, Sebilürreşad dergisinin sahibi Eşref Edip kendisi ile önemli bir röportaj yapar. İşte bu röportajda bu yangını şöyle dile getirir: “Bana ‘Sen şuna-buna niçin sataştın’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler? Dar görüşler!” Bu yangının günümüzde nasıl dehşetli alevler çıkardığı malûmdur. Bunu normal görmek mümkün değildir. Bu alevlerin zamanımızda da devam ettiğinden şüphemiz yoktur. Yangın olur; eviniz yanar, işyeriniz yanar. Bunu zamanla, gayretinizle izale edersiniz. Hatta birçok dostunuz size yardımcı olur. Sonra unutur gidersiniz. Ya mânevî yangınlar… Onu iman, ibadet ve tevbe ile söndürmezseniz, ebedî hayatınızı kaybetmiş olursunuz. Bütün dünya saltanatı size verilse, bunun yerini dolduramaz. Yangın var. Ne güneşin sıcaklığı, Ne ateşin yakıcılığı buna benzemez. Cehennem ateşi, dünya ateşinden iki yüz derece daha şiddetlidir. Buna karşı cesaretin neye mâl olacağı iyi hesap edilmelidir. Yakar ve her şeyi kül eder. 06.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kısa-kısa |
Kasım Ali Güngör: “Zamanın âlimine tabi olmadan ölenin durumu nedir?”
Her zaman ve her devirde ayrı bir dalâlet bataklığı, farklı bir fitne ve fücur çığırtkanlığı ve fahiş bir sefahet rüzgârı insanoğlu üzerinde ne yazık ki hep hükmünü icrâ etmiştir. Cenâb-ı Hak peygamberleri de, Son Peygamberden (asm) sonraki âlimleri de zamanlarının dalâletlerine ve yanlış inançlarına karşı birer yol gösterici ve kılavuz kılmıştır. Her asrın kılavuzu, rehberi ve imamı kendi asrının mânevî hastalıklarına şifa olmuş, problemlerine çözüm sunmuş, tahribatlarına yıkılmaz bir sed teşkil etmiştir. Doğru imanı takviye, imana gelen tehlikeleri tasfiye ve din-i mübîni çağın getirdiği hurafelerden arındırma vazifesini yüklenen ve vazifelerini hakkıyla edâ eden bu âlimler, imamlar ya da müceddidler, her asırda ümmetin dayanak noktası olmuşlar ve ümmete istikameti, yani Kur’ân’ın ifadesiyle “sırat-ı müstakîm”i göstermişlerdir. Ne tarihte, ne günümüzde hiçbir hurafe ve batıl inanç, çağına uygun çözümlerden mahrum kalmamıştır. Bu mânevî şifa kaynaklarını, yani bu imamları dinlemeyip batılda ve bid’atta ısrar etmek, yanlışı sürdürmek ve hatadan dönmemek elbette cehaleti gösterir. Tehlikeli olan budur. Demek bir insan ya asrının bid’atlarından, yanlış fikirlerinden ve bozuk göreneğinden bir şekilde uzak kalmalı, ya da eğer bid’at fırtınalarına maruz kalmışsa asrının imamına mutlaka kulak vermeli ve uymalıdır. Yoksa dalâlette kalır, cehalet üzere olur ve cehalet üzere ölür. Cehalet üzere olmayıp, hidayet üzere bulunanlar; doğru İslâmiyet’ten sapmamış, inanç ve itikat itibariyle hurafe ve bid’atlardan uzak kalmış ve şüphesiz âlimlerin irşadıyla kalbinin ve aklının selim yönelişlerine göre istikametini çizmiş olanlardır. *** Kadriye Hanım: “Kaderi nasıl algılamamız gerekiyor? Bir insanın yazısı küfürden yazılmışsa, âhirette neden azap görecek? Mârifetnâme’de İbrahim Hakkı Hazretleri: ‘Kaza ve kader hak olduğuna ve mutlaka tahakkuk edeceğine göre kulun dikkatli davranmasının ve korkmasının bir mânâsı yoktur’ demektedir. Bu cümle tedbirsiz tevekkülü mü çağrıştırıyor? Açıklar mısınız?”
Kader, Cenâb-ı Hakk’ın “ilim” sıfatı ile ezelden ebede her şeyi ihata etmesi, kuşatması ve hakkıyla bilmesi demektir. Hiç şüphesiz bu ihata, mukadderatından yaratılışına, dünyasından âhiretine insanı da kapsamaktadır. Fakat insanın hayır veya şer tercihleri yahut iman etmesi veya küfürde kalması gibi amelleri söz konusu olduğunda “teklif” ve “irade” ön plâna geçer. Cenâb-ı Hak, “Kim ihtida ederse, kendisi için ihtida etmiş olur! Kim de sapıtırsa, kendisi aleyhine sapıtmıştır! Kimse kimsenin günahını çekmez! Biz, Peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz”1 buyurmaktadır. Görüldüğü gibi sorumluluk kaderde değil; “teklife muhatap olan” ve teklif karşısında “iradesiyle tercih yapan” insandadır. Mârifetnâme’nin bu cümlesi özel bir alana–belki naz, niyaz veya aşk-i İlâhî, ya da hususî bir cezbe hâli… vs. gibi alanlara—hitap etmelidir. Bu mesaj, herkese hitap etmiyor. Çünkü genel mânâda, ‘Kulun dikkatli davranmasının ve korkmasının mânâsı yoktur’ denemez. Kulun dikkatli davranması ve belli ölçüde korkması, nihayet Allah’ın Hakîm isminin tecellisine riâyetin gereğidir. Çünkü bu dünya dârü’l-hikmettir, yani hikmet yurdudur, sebepler dünyasıdır. Cenâb-ı Hak sebepleri yaratarak bir düzen koymuştur. Bu düzene riâyet, kulluğun gereğidir. Bu riâyet, aynı zamanda, kulun fiilî duâsıdır da. Kul duâsız olur mu? Duâ, gayret ve tedbir kuldan, takdir Allah’tandır. Kulun vazifesi dikkatlice duâ yapmak, tedbir almak, gayret göstermek, Allah’ın vazifesi de duâmıza göre veya yüce iradesine göre bizimle muâmele buyurmaktır. Dilerse, takdirini şüphesiz değiştirebilir de. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri buna “atâ” demektedir. Yani Cenâb-ı Hak, kulunun duâsı ve ameli çerçevesinde kuluna muâmele yapar, ezelde takdir ettiği şeyi dilerse elbette değiştirir.2 Tedbir almadan ve gayret göstermeden her şeyi kadere ve yazıya bırakmak, tevekkül değil, tembelliktir. Bu, mü’minin işi değildir.
Dipnotlar: 1- İsrâ Sûresi, 17/15 2- Mesnevî-i Nûriye, s. 175 06.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Sokak dershanesi |
Bulunduğumuz semtte, “dershaneler sokağı” diye bir sokak adı var ama, “sokak dershanesi” diye bir dershane yoktu. Ama sağ olsun bir kardeşimiz o sokakta, yüksek sesle öyle bir ders yaptı ki, oraya “sokak dershanesi” demek vacip oldu. Bir dostumuzun tertip ettiği sünnet merasimine katılmak üzere Eskişehir’den Kütahya’ya hareket edeceğiz. Vakit akşam üzeri. “Dershaneler sokağı”nın başında toplandık. Bizi götürecek olan ağabeyimiz arabasını almaya gitti. Biz de orada dört kişi aracın gelmesini bekliyoruz. Bir kardeşimiz hemen cebinden Haşir Risâlesi’ni çıkardı, “Bu arada biz de bir ders yapalım” diyerek yüksek sesle okumaya başladı. Bulunduğumuz mekân, hem Valiliğe, hem de Emniyet Müdürlüğüne yakın bir yer. Oldukça da kalabalık bir sokak. Biz o kardeşimizin yaptığı dersi dinlerken, sokaktan gelip geçenler bize bakıyor, kimi meraklı, kimi şaşkın, kimi de umursamaz bir tavırla yanımızdan geçip gidiyorlardı. Yirmi dakika kadar süren “sokak dersi”, nihayet bizi alacak aracın yanımıza gelmesiyle sona erdi. Sokakta, ayaküstü yapılan ders o kadar verimli ve feyizli geçmişti ki, orada bulunan kardeşler, bu lezzeti yazıya döküp okuyucularla paylaşmak için benden bir makale talep ettiler. Ben de bir çeşni olur düşüncesiyle bugün sokak dersini yazı konusu yaptım. Gerçekten de orada yapılan dersin tadı benim de damağımda kaldı. Ayrıca, Valilik binasının dibinde, Emniyet Müdürlüğünün yakınında yüksek sesle Risâle-i Nur’un okunması, gelip geçenlerin kulak misafiri olmaları, şükre şâyân bir manzaraydı. Bir zamanlar risâlelerin dışına başka kitapların kabını geçirip, kimsenin görmediği yerlerde gizli gizli okurken, şimdi sokak ortasında, gelip geçenlerin duyacağı bir ses tonu ile okumak, nereden nereye geldiğimizi gösteren güzel bir göstergeydi. “Ne günlere kaldık” diyerek gelecekten ümidini kesip ye’se düşenlere karşılık, “Ne günlerden geldik” diyerek cennetâsa baharın kapısında olmanın mutluluğunu yaşıyorduk. O günkü mutluluk tablosu, sokak dershanesi ile sınırlı kalmadı. Kütahya’ya kadar, araç içinde de ders devam etti. Yol boyunca nurlu kelâmlar, hava zerreleri ile havaya döküldü gitti. Gökyüzünü Nur çiçeklerinin kapladığını hissettik. Üstâd Hazretlerinin gayesi, vatan sathını bir mektep yapmaktı. Ömrünün son dakikasına kadar bu gayesine ulaşmak için çalıştı. Vatanın her yerinde Nur mekteplerinin temellerini attı. Bu temellerin harcında eza, cefa, sürgün, zindan, zehirlenme ve zulüm gibi akla gelecek her türlü sıkıntı bulunduğu için, temeller çok sağlam atılmıştı. Onun için vatanın her köşesinde mantar biter gibi Nur mektepleri, Nur dershaneleri bitmişti. Bu dershanelerin her zaman bir binaya, mefruşata, masaya, koltuğa, kanepeye ihtiyacı yoktu. Her yer Allah’ın mülkü olduğuna göre, Nur Talebesinin bulunduğu her mekân bir dershane sayılırdı. Ders yapmak isteyen, nerede olursa olsun cebinden veya çantasından kitabını çıkarır, dersini yapardı. O gün biz de Üstâdımızın muazzez ruhunun müsterih olduğuna inanarak, sokakta ders yapmak sûretiyle vatan sathının bir mektep olduğunu göstermeye çalıştık. Bir zamanlar ışıktan rahatsız olanlar Nur Talebelerine dünyayı zindan etmek istemişlerdi ama, “Onlar ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeyi istiyorlar. Halbuki, kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır” (Saff Sûresi: 8) âyet-i kerimesinin hakikati her yerde tecelli ediyordu. 06.08.2009 E-Posta: [email protected] |