Ali OKTAY |
|
Elleriyle ağlayan bestekâr: Tanburi Cemil Bey |
Gönülden Dile Güzel konuşmanın sırrı, lüzumsuz sözleri terk etmektir. Hz. Ebu Bekir
Cemil Bey aramızdan ayrılalı 91 yıl olmuş. Samih Rıfat’ın yazdığı mersiyede kullandığı tabirle “o senin ellerinle ağlayışın” dediği büyük bestekârın. Bu yazımda dilimin döndüğü kalemimin yazabildiğince ‘bir müzik devi’ni tanıtmaya gayret edeceğim: ‘Uzun fakat eski Türk atlıları gibi belden yukarı daha yüksek bir boy. Solgun yüzünde bir gül durgunluğu vardı. Şakaklarından tatlı yumuşak bir süzülüşle inen yüz çizgisi çeneye doğru az katılaşır keskin bir irade kuvvetini belirtirdi. Bunlara hafifçe titreyen uzun asabi parmaklı beyaz bir çift el de ekleyiniz. Tanburi Cemil’i hayalinizde canlandırmış olursunuz.’ Hakkı Süha Gezgin işte böyle anlatıyor kısaca Cemil Beyi. 1873 yılında doğdu. Henüz 13-14 yaşlarında iken devrinin usta tanburisi bestekâr Ali Efendi’ye yaptığı taksimden sonra ‘evlâdım bunca yıldır bu sazı çaldım, eh biraz da yendiğimi de sanırdım; şimdi seni dinledikten sonra ben artık elime tanbur filan alamam’ dedirten acemi, sıkılgan delikanlı. 27-28 yaşlarında iken Batılı müzik adamlarının kitaplarını tercüme eden ve Rehber-i Musikî kitabını yazan bir yazar olduğunu görüyoruz. 30 yaşlarında dâvet edildiği Sultan II. Abdülhamid’in sarayında yaylı tanburla yaptığı taksim ardından kemençesini çocuk gibi ağlatıp, kemençesinde mahalle bekçisini ‘Hatice Hanım, Fatma Hanım duydunuz mu yangın var’ diye bağırtacak kadar usta bir sanatkâr. 45 yıllık bir ömründe yaşadığı acıların etkisiyle bünyesi nevrastenik hale gelen hassas bir vücut. Taksimlerinde adeta konuşur, sohbet eder, ders verir, isyan eder ve şakalaşır gibi bir heyecan seli ve yer yer koyu bir melankoli. Araştırmacılar onun san'atını genellikle 3 yönden ele alırlar: Taksimleri, icracılığı ve saz eserleri besteciliği. Bu büyük bestekârı 28 Temmuz 1918 günü 45 yaşında iken kaybettik. *** Geçmiş Zaman Olur ki… Oğlu Mes’ud Cemil Bey anlatıyor…. Bir gün Sinekli Bakkal’daki evimizin selâmlığında babamın yanındaydım. Bir dilencinin sesine ikimizde kulak kabarttık. Babamın dikkat ve ilgisinin ses yaklaştıkça arttığını görüyordum. Dilenci evin önünden ağır ağır geçip Langa’ya inen yokuştan aşağı uzaklaşmaya başlayınca acele redingotunu giyip sokağa fırladı; bende yanında. Dilenci uzun sopası ile taşları yoklayarak yürüyor, kalın berrak ve yumuşak bir sesle hep aynı melodiyi tekrarlıyordu. Bu Harput, Diyarbakır yahut Elazığ dolaylarından yarı mistik bir halk havasıydı. O önde biz arkada ta Etyemez’e kadar gittik. Yolda babam gelen geçene göstermeden avucunun içindeki yetmişlik tütün paketinin arkasına melodiyi Hamparsum notasıyla yazdı. Merak ve sevinç içindeydi. Benimle az konuştuğu laubaliliği sevmediği halde o gün sanki beraber bir oyun oynuyormuşuz gibi ‘Mes’ud Efendi işitiyor musun ne güzel?’ dedi.
29.07.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |