Fatma Nur ZENGİN |
|
Slovenya’nın karşı mahalleleri…. |
Mekân yine Slovenya olunca bazen yazmak zorlaşıyor. Aslında Slovenya’ya dair söylenecekler bittiğinden değil, ama belleğimdeki Slovenya hatıraları çok yüklü olduğundan. Bu mutlaka görülmesi gereken ülkeye 3. Avrupa Gençlik Kongresi için Türkiye’yi temsilen geldik. Gelecek yıl Ağustos ayında düzenlenecek olan 5. Dünya Gençlik Kongresinin ev sahipleri olmamız sebebiyle, bir nev'î ön hazırlığını yapacağımız bu kongre için oldukça heyecanlı çıktık yola. Özellikle imkânları kısıtlı gençlere yönelik çalışmalar yapacağımız bu hafta, Slovenya’nın en güzel yerlerinden biri olan İzola’da geçeceği için, hepimizde ayrı bir mutluluk var. Bu hafta bir kısmımız son zamanların en moda terimiyle karşı mahalleye gideceğiz. Ama sadece karşı mahalledeki insanların gördükleri yahut görecekleri tepkileri anlamak adına değil, hissettiklerini anlayıp, çözüm sürecine katkıda bulunmak adına. Kılık kıyafet değiştirenimiz de, sokak çocuklarını anlamak amacıyla bir gün sokakta yaşayıp geçinmeye çalışacak arkadaşımız da olacak, göçmen ve azınlıkların dertlerine çözüm olabilmek adına göçmen gibi yaşayacak olan da. Bunun yanı sıra başka bir şehre gidip bir gününü tekerlekli sandalyede geçirecek ve engellilerin dertlerine deva olmaya çalışacak olan da olacak. Peki, bizim Ayşe Arman’dan farkımız ne? En başta insanları taraflaştırma yolunda bir adım atmayarak çözüm sürecine katkıda bulunma ve hiç kimseyi incitmeme yahut hassas detaylara girmeme kararlılığımız mevcut. Duygusal anlamda en önemli noktalardan biri olan insanları taraflaştırmama aynı zamanda çözümün de en büyük parçası. Bunun yanı sıra, bütün gözlemlediklerimizi rapor haline getirip, yapılması gereken kanun değişikliklerini, mevcut uygulamaların yanlış ve doğru yanlarını ve bütün toplumun çözümün bir parçası olmasına yönelik çalışmalarımızı bir araya getirip Cuma günü Slovenya parlamentosunda milletvekillerine sunacağız. AB’ye ve komşu ülke politikacılarına olan tekliflerimizi de bu gözlemlerimizin yanında bir belge hazırlayarak gerekli mercilere ulaşmasını sağlayacağız. Böylece, sadece bir gün o durumun içerisinde olup, olayı eğlenceye ve magazin haberciliğine dökmek yerine; eşitlik ve özgürlüklerin ve insan olma hakkının gerekliliklerini herkes aynı derecede yaşayabilsin diye bütün çabalarımızı sergileyeceğiz. Tabiî ki, bütün bunlar bir günde sonuç vermeyecek. Ama sonuca giden yolda atılan her adımın çözüm sürecinin bir parçası olduğunun bilincinde olarak, umutsuzluğa kapılmadan ve bu 30 küsur ülkeden ve farklı dil ve dinlerden gelen 80 küsur genç arkadaşımızla, hem kendi sorunlarımıza, hem de diğerlerinin sorunlarına ışık tutabilmek adına elimizden geleni yapacağız. Bütün bunların yanı sıra, sayıları 44 bini geçen Müslüman topluluğa yıllardır cami için arazi tahsisi yapılmıyordu. Fakat duyarlı Slovenlerin başlattığı ve geliştirdiği kampanyalar sayesinde, Ljubljana’da yeni belediye başkanının da bizzat yaptığı bağış ve girişimlerle, artık bir cami yeri tahsis edilmiş durumda. Henüz inşaatına başlanmamış olsa da, en kısa zamanda Slovenya’daki Müslümanların da bir camiye kavuşacağı haberini almak ve bunun için Hıristiyan Sloven dostların yoğun bir şekilde çalıştığını görmek oldukça mutlu edici bir haber. Slovenya’dan hep böyle güzel haberlerle yazabilmek ümidiyle… 29.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İnisiyatif kimde? |
Önce Cumhurbaşkanı, “çözüm için tarihî fırsat”tan söz etti. “Güneydoğu-terör-Kürt” gibi isimlerle anılan problemin yıl sonuna kadar bitirilmesi şansının doğduğu, bu fırsatın artık kaçırılmaması gerektiği söylendi. Hattâ MİT Müsteşarının dolan görev süresinin sırf bu şansı heba etmeme düşüncesiyle altı ay daha uzatıldığına dair haberler ortaya atıldı. Ancak hükümet uzunca bir süre sessiz kaldı. Ne zaman ki, on yıldır İmralı’da tutulan “teröristbaşı”nın, 15 Ağustos’ta avukatları aracılığıyla kendi çözüm planını açıklayacağı haberleri ortaya atıldı; ondan sonra Başbakan birşeyler söyledi. Ve konuyu MGK’da konuştuklarını, bütün devlet kurumlarıyla koordinasyon halinde kapsamlı bir çalışma yaptıklarını, işin takibinin İçişleri Bakanlığı tarafından yürütüldüğünü bildirdi. Ne var ki, bu açıklama Apo’ya atfen çıkan haberlerden sonra yapıldığı için, bir anlamda inisiyatifin İmralı’ya geçtiği gibi bir görüntü oluştu. Sonraki gelişmeler de bu görüntüyü teyid etti. Bu gelişmenin, belge tartışmaları sonrasında askerin “YAŞ’a kadar susma” kararı aldığı, “üst düzey yetkili” şifresiyle de olsa bu suskunluğun bozulmadığı ve Hürriyet gazetesinin de Apo’ya atfedilen sözleri eskisinden farklı bir yaklaşımla gündeme taşıdığı bir ortamda yaşanması ilginç. Etap etap bir yere doğru gidilmek isteniyor. Gerçi Apo 15 Ağustos’u yalanladı, ama “Acaba o gün ne diyecek?” gibi bir merakın uyandırılmak istendiği ve bunun başarıldığı söylenebilir. Yine İmralı çıkışlı “Ben eski ben değilim. Hürriyet gazetesi de eski Hürriyet değil. Devlet de eski devlet değil” sözleri ve “Geçmiş geçmişte kaldı. Çatışma, şiddet, ölüm benim mantığım değildir. Bunlardan vazgeçtim. Demokrasi, siyaset ve özgürlüğü esas alıyorum. Ben radikal demokratım” söylemleri, kamuoyunu farklı bir sürece hazırlama planının yeni işaretleri olsa gerek. Otuz yıla yakın bir zaman içinde otuz binden fazla cana mal olan bir fitnenin vitrindeki bir numaralı sorumlusu olarak gözüken şahsın bu söylemleri çözüme mi katkı sağlar, yoksa öfkeleri daha da bileyerek sabote mi eder; ayrı bir konu.
Dış etkenler mi, yerli inisiyatif mi? Ama Apo’nun ABD tarafından 1999 Nisan seçimi öncesinde, Ecevit’e oy getirecek bir zamanlama ile paketlenip teslim edildiği andan itibaren konuşulan bir senaryonun varlığı bilinmekte. Tam da Apo yargılanırken idam cezasının, üstelik MHP’nin ortak olduğu bir koalisyon iktidarda iken kaldırılması, “siyasal çözüm” formüllerinin dönem dönem gündeme getirilmesi, Irak’taki ABD işgalinin ardından Kuzey Irak’ta yaşanan sürecin geldiği nokta ve nihayet Obama’nın Türkiye ziyaretinde verdiği mesajlarla oluşan iklim, bu serencamın önemli köşe taşları. Bütün bunlar, son dönemde telâffuz edilen “çözüm için tarihî fırsat” söylemlerinin arkaplanında da iç dinamiklerden ziyade, süreci kendi hesaplarına göre yöneten dış faktörlerin etkili ve belirleyici olmaya devam ettiklerini gösteriyor. Onların tayin ettiği konjonktür çözümü dayatırken, bu hengâmede İmralı da rol kapma hesabında. Hükümet ise hâlâ çok gerilerden gidiyor. “Tarihî fırsat”ı ilk telâffuz eden kişi olarak Gül “Çözüm kendi inisiyatifimizle olmalı” derken, hükümete de örtülü bir gönderme mi yapıyor? İnisiyatifin Apo’ya geçtiği gibi bir algılama, tetikleyeceği karşı tepki ve provokasyonlarla beraber, çözüm sürecini bir kez daha sabote eder. Dış dinamiklerin çözüm için elverişli bir ortamı hazırlamasıyla oluşan avantaj, seçilmiş hükümetin, geçmişteki tecrübe birikiminden de yararlanarak hazırlayıp gecikmeden, sür’atle hayata geçireceği kapsamlı planlarla en iyi şekilde değerlendirilmeli ki, bunlara meydan verilmesin. Bu çerçevede Apo da, akan kanı durdurup dağdakileri indirmek için etkili bir koz olarak kullanılabilir. Ki, şimdiye kadar bu kozun niye değerlendirilmediği de sorgulanmalı. Ama inisiyatifi ona kaptırma gibi bir hataya düşülmemeli. 29.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Hakkı tutup kaldırmak |
Merhum Mehmed Akif’in çok bilinen şiirlerinden biri de “Zulmü alkışlayamam” adlı olanıdır. Çoğu zaman siyasetçiler de bu şiirden alıntılar yaparak konuşmalarını süslemeyi tercih ederler. Şiirin bir bölümü şöyledir: “Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim/ Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!/ Adam, aldırma da geç git, diyemem aldırırım./ Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!” Ne pahasına olursa olsun “Hakkı tutup kaldırmak” her kişinin değil, ‘er kişi’nin işidir. Bu noktada en çok dikkat etmesi gerekenler de, milletin örnek aldığı kişiler olmalıdır. Başta ilâhiyatçılar olmak üzere bütün ‘aydın’ların sorumlulukları olduğu ortadadır. Şunu rahatlıkla söylemek mümkün: Cemiyette ‘önde ve öncü’ olanlar üzerlerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş olsa; pek çok sıkıntıyı aşabiliriz. Böyle yapıp, gerektiğinden bedel ödemeyi göze almayan ve bunun yerine ‘Cibali Baba’ gibi davrananlardan herkes şikâyetçi. Meselâ, milyonları mağdur eden başörtüsü yasağı konusunda, bütün ilâhiyatçılar bir araya gelip gür bir ses ile “Hayır, bu uygulama kökten yanlıştır” diyebilmiş olsaydı, kanunsuz yasak bugüne kadar devam edebilir miydi? Tabiî ki bu sadece bir örnek. Başka konularda da ilâhiyatçıların yapabileceği çok şey var, ama ne hikmetse bu yapılamıyor. Türkiye’yi idare edenler zaman zaman “Şu kadar camimiz var, kimsenin camiye gitmesine mani olunmuyor. O halde, susun!” anlamına gelecek beyanlarda bulunuyorlar. Bu beyanlara karşı ilk itiraz ilâhiyat camiasından gelmesi gerekirken, belki de en son onlardan itiraz sesleri yükseliyor. Daha sarsıcı olan konular da var. Meselâ, başlı başına din eğitimi vermek için kurulan ilâhiyat fakültelerinde bile başörtüsü yasağı uygulanırken, aynı fakültelerde öğrencilere “Kur’ân başınızı örtmeyi emrediyor” diyen çok sayıda profesör, bu kanaatini medyaya karşı, Türkiye’yi idare edenlere karşı seslendirmedi! Mutlaka onların da kendilerine göre ‘mazeret’leri vardı, ama o ‘mazeret’leri dünyada kabul edilse bile ‘ukbâ’da kabul edilir miydi? Pek çok kişinin gönlünden geçenleri “Özerk Diyanet Evkaf Sendikası” Genel Sekreteri Abdurrahim Çelik seslendirmiş. Çelik, müftülüklerde sendika ve menfaat odaklaşmalarına kesinlikle müsaade edilmemesi gerektiğini belirterek; müftülere, hakkın hatırını her hatırın üstünde tutmaları ve siyasîlerin hatırına kurban etmemeleri çağrısında bulunmuş. (Yeni Asya, 28 Temmuz 2009) “Hakkın hatırını her hatırın üstünde tutmak” çok önemli ve temel bir mesele. Elbette ki bunu sadece ve illâki ilâhiyatçılar, müftüler ve vaizlerin yapması gerekmiyor. Öncelikli olarak onların yapması gerekir, ama keşke bütün memurlar ve amirler bunu başarabilse. Hakkın hatırı âli ve yüksek tutulabilse ‘zalim’ler bunca insafsızlıklara imza atabilirler miydi? Bu çağrıyı her an göz önünde tutmak ve hatırlamak durumundayız. Hakkın hatırı âli tutuldukça, bilmeyenler susacak, bilenler konuşmaya başlayacak; neticede hak yerini bulacak. İn- şallah. 29.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
İngiltere, 7 Temmuz Londra saldırılarına fail arıyor |
İslâmiyet üzerine oynanan uluslar arası oyunlar ve planlanan desiseler bir bir gün yüzüne çıkıyor. Bu sütunlarda ısrarla her defasında dile getirmeye çalışıyoruz. Yine de söyleyeceğiz. İslâmiyet ile terörün yanyana gelebilmesi için ya cahil ve dininden habersiz Müslümanlar yahut dessas ve hilebaz İslâm düşmanlarının varlığı şarttır ve genelde bu ikisinin bileşkesinden terör dediğimiz hadise açığa çıkar. Zaman zaman ortaya çıkan gerçekler de bizim bu tezimizi destekler nitelikte. Son olarak İngiliz istihbarat ajanlarının Müslümanlara terör suçlarını üstlenmeleri için işkence yaptığını gösteren yeni deliller ortaya çıktı. The Guardian gazetesinin de yer verdiği habere göre, İngiliz vatandaşlığına geçen Arap kökenli Müslümanlara yönelik işkence yapıldığını gösteren yeni belgeler bulundu. Gizli ibareli belgelerde İngiltere’de yaşayan Birleşik Arap Emirlikleri kökenli Alam Gafur, iş seyahati için gittiği Birleşik Arap Emirlikleri’nde iş ortağı Muhammed Rafik Sıddık ile birlikte bir lokantada yemek yerken gözaltına alındı. Ele geçirilen belgelere göre Birleşik Arap Emirlikleri’nde gözaltında bulunan Alam Gafur ve Muhammed Sıddık bir müddet sonra İngiliz güvenlik birimleri tarafından ziyaret edilmek istendi ve ismi açıklanmayan İngiliz ajanları gözaltında bulunan iki kişiyle görüştü. Gözaltında iken İngiliz ajanlar tarafından sürekli tehdit edildiklerini ve psikolojik travma geçirdiklerini anlatan Alam Gafur, “Yakalandıktan sonra neden gözaltına alındığımı sordum. Bana ‘Londra’daki 7 Temmuz saldırılarını gerçekleştirenlerden birinin fotoğrafını gösterdiler ve bu kişiyle ilişkili olduğumu itiraf etmem’ istendi. Aksi takdirde öldürülüp köpeklere yem olarak verileceğim şeklinde tehdit edildim. En sonunda terör saldırılarını organize eden kişilerden biri olduğumu ve Saddam Hüseyin ile Bin Ladin’i tanıdığımı kabul eden sahte bir belgeyi imzaladım.” dedi. Bu arada The Guardian gazetesi, olayla ilgili yaptığı araştırmada bir İngiliz elçilik görevlisinin e-posta aracılığıyla gönderdiği yazıda göz altına alınan iki kişiyi görmek için yaptıkları başvuruyu anlatan bir yazışmayı gazeteye taşıdı. Konuyla ilgili açıklama yapan İngiltere Dışişleri Bakanlığı elbette iddiaları red etti. Bakanlık, Alam Gafur ve Muhammed Sıddık’ın İngiliz yetkililerinin isteği üzerine gözaltına alınmadıklarını ve gizli görüşme yapmak için herhangi bir makama başvuruda bulunmadıklarını iddia etti. Dışişleri Bakanlığı ayrıca açıklamasında her türlü işkenceye karşı olduklarını da dile getirdi. Bu palavraya inananlar bir adım öne çıksın... Evet bu olay da bir kez daha gösterdi ki, Londra’daki 7 Temmuz saldırılarının failleri büyük ihtimalle “radikal dinci teröristler” değil. Nitekim İngiliz MI5 ajanlarının daha evvel isteklerini yerine getirmeyen masum Müslümanları “terörist ilân etmekle” tehdit ettiklerine dair polis raporları açığa çıkmıştı. Bütün bu olanlara bakıldığında ve İslâm’ın gerçek anlamda terör ile bağdaşmayacağı gerçeği gün gibi ortadayken, 11 Eylül 2001 New York, 11 Mart 2004 Madrid, 26 Kasım 2008 Mumbai saldırılarının ve daha bir çok “radikal dinci terör” eylemlerinin birileri tarafından planlanıp sahneye konulan oyunlar olduğunu anlamak zor değil. Elbet bir gün gerçekler bir bir açığa çıkacaktır. 29.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Kûnu lillah (Allah için olmak) |
İmtihan edilmek için gönderildiğimiz şu fanî âlemde, çeşitli ahvâl içinde hayatımızı yaşayıp gidiyoruz. İnsanların büyük bir kısmı bu imtihandan habersiz olarak hayatını sürdürerek, diğer canlıların yemek, içmek ve üremek tarzındaki hayatlarına benzer bir hayat yaşayıp, nihayet sönüp gidiyor. Azınlıkta kalan inançlı ve imtihan olduğundan haberdar olan ehl-i imanın da çoğu gafletli bir hayat içinde olup, hiçbir hazırlık yapmadan bu dünyadan göçüp gidiyor. Geride kalan ve şuurlu bir tarzda imtihanını başarı ile vermek isteyen mü’minler de her türlü imtihandan geçiriliyor. Mânevî derece arttıkça, imtihan da şiddetleniyor. Cami cemaatının imtihanı sokaktaki insanlardan farklı olduğu gibi, ehl-i tarikin imtihanı da cami cemaatından daha şiddetlidir. Nur Talebelerine gelince, Sahabe mesleği olan iman kurtarma hizmetinin bu zamanda takipçileri olan bu dâvâ adamlarının imtihanı daha çetindir. Cenâb-ı Hak onları çeşitli imtihanlardan geçirir. Çoluk çocuk, konu komşu, hısım akraba ile imtihan edilen bu insanlar, aynı hizmeti paylaştıkları dâvâ arkadaşlarıyla da imtihan edilirler. Takip, tevkif, işkence ve hapishanelerle imtihan edilirlerken, birbirleriyle olan münasebetlerinde de samimiyet testinden geçerler. Bediüzzaman Hazretleri “Sizi, kaç defa altın mı, bakır mı diye üç dört eleklerle elemek kader iktizâ etti ki, bu hadise başımıza geldi” diyor. Başka bir imtihan için kullandığı tabirler de ilginçtir: “Elmaslar şişelerden, sıddık fedâkârlar mütereddit sebatsızlardan, halis muhlisler benlik ve menfaatını bırakmayanlardan ayrılmak için bu şiddetli imtihana girmemizin iki sebebi var” diyerek imtihanın boyutlarını nazara veriyor. Bu yüzden, imtihanda değilmişiz gibi bir tavrın içine girmek büyük gaflettir. Kırk senelik hizmet hayatımda edindiğim tecrübelere göre, kim ihlâsa aykırı olarak bir takım hesap ve kitabın içine girmişse, mutlaka ayağı tökezlemiş ve dahil olduğumuz şahs-ı mânevînin dışına düşmüştür. Yine kendine göre hizmetini yapar, dahil olduğu bir grubu da olur. Fakat, bu şahs-ı mânevîde barınamaz. Bu, kaderin garip bir tecellisi ve ilginç bir durumdur. “Hakikat Konuşuyor” adındaki makalesinin bir yerinde muazzez Üstadımız “Maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî hiçbir şey beklemeden, sırf rızâ-yı İlâhî için hizmet etmek” ifâdelerini kullanır. Kanaatimce işin rûhu ve özeti budur. Bunun dışına çıkarak, şan ve şeref kazanmak, hâkimiyet kurmak, maddî veya mânevî bir beklenti içinde olmak, yahut başka hesap ve kitapların içine girmek gibi niyet ve haller, Nur Talebeliğinin özünü ve rûhunu tahrip etmekte ve hiç umulmadık sebeplerle şahs-ı mâneviden uzaklaşıp dışına düşmek söz konusu olmaktadır. Münâzarât adındaki eserinde Bediüzzaman, zindan-ı atâlete düştüğümüzün sebeplerini yedi sekiz maddede izah ederken, birinci madde olan ümitsizlikten hemen sonra, ikinci maddeye üstünlük meylini koymuş. “Sonra, müzâhametsiz olan hakkın hizmetinin yerini zapteden meylü’t- tefevvuk istibdadı hücum etmeye başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz, kün-ü lillah (Allah için olunuz.) hakikatını o düşmana gönderiniz. (Münâzarât s.136) Demek ki, insanda diğer insanlara üstün gelmek veya üstün olduğunu hissedip göstermek gibi bir zaaf var. Biraz okumuş, ünvanı veya kıdemi varsa, onu diğerlerine karşı bir üstünlük vesilesi olarak görüyor. Tevâzu, mahviyet ve terk-i enâniyet gibi yüksek hasletler gidiyor, yerine kibir ve enâniyet-i ilmiye gibi şeyler geliyor. Beraber çalıştığı insanların fikirlerine değer vermeyen, kendi görüş ve fikirlerini daha isabetli gören böyle insanlar, meşveretin de rûhunu incitirler. Zübeyr Ağabeyin “Risâle-i Nur Talebelerinin en gerisi ve en âmisi olan ben” anlayışı yerine “Nur Talebelerinin en ilerisi ve en âlimi olan ben” anlayışı hükmedince, işte o zaman sıkıntı başlamaktadır. Halbuki, böyle hisler süflîdir. Hiçbir dâvâ adamında bulunmaması lâzımdır. Âhirette faydası olmayan, bilâkis hüsran sebebi olan şeylerdir. Üstünlük, Allah katında ancak takvâ iledir. Bu gibi ârızalardan kurtulmanın tek yolu, Allah için olmak, Allah için çalışmak ve her meselede Allah’ın rızâsını esas almaktır. 29.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Elleriyle ağlayan bestekâr: Tanburi Cemil Bey |
Gönülden Dile Güzel konuşmanın sırrı, lüzumsuz sözleri terk etmektir. Hz. Ebu Bekir
Cemil Bey aramızdan ayrılalı 91 yıl olmuş. Samih Rıfat’ın yazdığı mersiyede kullandığı tabirle “o senin ellerinle ağlayışın” dediği büyük bestekârın. Bu yazımda dilimin döndüğü kalemimin yazabildiğince ‘bir müzik devi’ni tanıtmaya gayret edeceğim: ‘Uzun fakat eski Türk atlıları gibi belden yukarı daha yüksek bir boy. Solgun yüzünde bir gül durgunluğu vardı. Şakaklarından tatlı yumuşak bir süzülüşle inen yüz çizgisi çeneye doğru az katılaşır keskin bir irade kuvvetini belirtirdi. Bunlara hafifçe titreyen uzun asabi parmaklı beyaz bir çift el de ekleyiniz. Tanburi Cemil’i hayalinizde canlandırmış olursunuz.’ Hakkı Süha Gezgin işte böyle anlatıyor kısaca Cemil Beyi. 1873 yılında doğdu. Henüz 13-14 yaşlarında iken devrinin usta tanburisi bestekâr Ali Efendi’ye yaptığı taksimden sonra ‘evlâdım bunca yıldır bu sazı çaldım, eh biraz da yendiğimi de sanırdım; şimdi seni dinledikten sonra ben artık elime tanbur filan alamam’ dedirten acemi, sıkılgan delikanlı. 27-28 yaşlarında iken Batılı müzik adamlarının kitaplarını tercüme eden ve Rehber-i Musikî kitabını yazan bir yazar olduğunu görüyoruz. 30 yaşlarında dâvet edildiği Sultan II. Abdülhamid’in sarayında yaylı tanburla yaptığı taksim ardından kemençesini çocuk gibi ağlatıp, kemençesinde mahalle bekçisini ‘Hatice Hanım, Fatma Hanım duydunuz mu yangın var’ diye bağırtacak kadar usta bir sanatkâr. 45 yıllık bir ömründe yaşadığı acıların etkisiyle bünyesi nevrastenik hale gelen hassas bir vücut. Taksimlerinde adeta konuşur, sohbet eder, ders verir, isyan eder ve şakalaşır gibi bir heyecan seli ve yer yer koyu bir melankoli. Araştırmacılar onun san'atını genellikle 3 yönden ele alırlar: Taksimleri, icracılığı ve saz eserleri besteciliği. Bu büyük bestekârı 28 Temmuz 1918 günü 45 yaşında iken kaybettik. *** Geçmiş Zaman Olur ki… Oğlu Mes’ud Cemil Bey anlatıyor…. Bir gün Sinekli Bakkal’daki evimizin selâmlığında babamın yanındaydım. Bir dilencinin sesine ikimizde kulak kabarttık. Babamın dikkat ve ilgisinin ses yaklaştıkça arttığını görüyordum. Dilenci evin önünden ağır ağır geçip Langa’ya inen yokuştan aşağı uzaklaşmaya başlayınca acele redingotunu giyip sokağa fırladı; bende yanında. Dilenci uzun sopası ile taşları yoklayarak yürüyor, kalın berrak ve yumuşak bir sesle hep aynı melodiyi tekrarlıyordu. Bu Harput, Diyarbakır yahut Elazığ dolaylarından yarı mistik bir halk havasıydı. O önde biz arkada ta Etyemez’e kadar gittik. Yolda babam gelen geçene göstermeden avucunun içindeki yetmişlik tütün paketinin arkasına melodiyi Hamparsum notasıyla yazdı. Merak ve sevinç içindeydi. Benimle az konuştuğu laubaliliği sevmediği halde o gün sanki beraber bir oyun oynuyormuşuz gibi ‘Mes’ud Efendi işitiyor musun ne güzel?’ dedi.
29.07.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Mehdi için tarih verilir mi? |
Dün başlatığımız Mehdiyet ile alâkalı suâl–cevap faslına kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Soru: Bazı insanlar birkaç yıl sonra Mehdi’nin geleceğini söylüyor. Bu gayptan haber verme ve dolayısıyla kehânet değil mi?
Cevap: Kesin tarihler vermenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Öncelikle, "ipham/perdeli oluş" hikmetine ve teklif sırrına aykırı olur. Kesin tarih verirsen, tesir ettiğin safi kalpli kimseleri o tarihlere şartlandırmış olursun. Tarih tutmadığında ise, sukût–u hayale uğratırsın. Bunda ağır vebâl da var. İnsanları yanıltmanın ve hatta bir cihetiyle ye'se düşürmenin vebâli... Tabiî, bu arada kendin de mahcup düşer, inandırıcılığını kaybedersin. Ayrıca, rivâyetlerin muhtelif oluşundan dolayı, itiraza, münakaşaya, kargaşaya sebebiyet verilebilir. Tarihlendirmeyi Risâle–i Nur'a dayandırmak ise, ayrıca bir yanlışlık ve haksızlık edilmiş olur. Çünkü, Üstad Bediüzzaman, ehil olduğu cifir ve ebced ilmini de konuşturarak bu gibi konularda serd–i kelâm ettiğinde, tekrar be–tekrar "Lâ ye'lamu gayba illallah/Gaybı Allah'tan başka kimse bilemez" ve "Ve'l–ilmu indallah/Gerçek ilim Allah katındadır" diyerek, son derece dikkat ve ihtiyat ile hareket eder. Bununla beraber, o kudsî kaynakları cifir ilmi ile yorumlarken (ehil olmayan yorumlayamaz), istikbâlde zuhur edecek olan hadiselerin, "şart–ı muallaka" tâbir edilen âdi şartların teşekkülüne vabeste olduğunu da hatırlatma gereğini duyar. Bu meyanda, meselâ "...eğer yakında kıyâmet kopmazsa" ifadesini kullanır. Bediüzzaman, bazan yaklaşık tarihler verdiği gibi, bazan da, ehl–i dünyayı ürkütmemek ve evhama sevk etmemek için kinâyeli tarihler verir. Meselâ, bir yerde "yüz sene sonra" diyor. Bu, tamıtamına yüz sene şeklinde anlaşılmamalı. Artısı, eksisi pekâlâ olabilir. Meselâ, Münâzarât'ta "Ey üç yüz (300) seneden sonraki Ömerler, Osmanlar, Hamzalar, Saidler..." diye, istikbâl nesline hitap ediyor. Bu ifade ile de, Allahü a'lem, ya bir sıfır ekleyerek 30 sene sonraki, ya da Hicrî 1300 seneden sonraki tarihte gelecek olan nesl–i âtiyi kast ediyor. (Tâ ki, siyasîler, dünyevîler telâşlanıp ürkmesin, evhama girmesin.) Zira, dünyanın normal ömrünün bile 300 sene kalmadığını, yine Üstad Bediüzzaman bir mektubunda (Kastamonu Lâhikası, 26) hadis–i şerifi tahlil ederken söylüyor. (Bu gerçeği, dünya küresinin Vega yıldızına, yani Herkül burcuna doğru gittiğini söyleyen kozmoloji bilginleri de teyid ediyor.) Netice itibariyle, Mehdî'nin vakt–i zuhurunu kesin tarihlerle belirlemeye çalışmak, hele hele kalkıp bunu avama ve kitlelere duyurmak, hoş birşey olmadığı gibi, bir dizi sakıncayı da beraberinde getirir. Dolayısıyla, ortaya çıkıp Mehdi üç sene, beş sene, sekiz sene sonra çıkacak diyerek kesin tarih verenlere, aha ben de şuracıkta diyorum ki, hepiniz yanılacak ve halkın nazarında mahcup düşeceksiniz. Zira, Mehdî böyle keskin hatlarla bilinemediği gibi, biliyorum diyenin bunu ilân etmesi de doğru değildir; ipham ve teklif sırrına aykırıdır. Üstelik, gereksiz yere çaprazlama reaksiyonlara sebebiyet verilmiş olur.
Soru: Mehdi'nin gelmesi yakın olduğuna göre, öncelikle Deccal’ın da çıkmış olması gerekmiyor mu?
Cevap: Hz. Mehdî ve Hz. İsa gibi, Deccal ve Süfyan da, âhirzamanın mühim şahsiyetlerindendir. Bunların dünyaya geliş ve gidiş tarihlerinde, yahut icraat devrelerinde sene farklılıkları olmasına rağmen, yine de muasırdırlar, çağdaştırlar. Deccal ve Süfyan, gelip küfür ve dalâleti yayarak mukaddesatı tahrip ederler; Mehdi ve Hz. İsa ise, bunların tahribatını tamir ile beşeriyeti nura, huzura sevk ederler. Geçmiş devirlerde, nasıl Firavun'un karşısında Hz. Musa (as) var idiyse, nasıl Nemrud'un karşısına Hz. İbrahim çıktıysa, İslâm Deccalı olan Süfyan'a karşı da Hz. Mehdî çıkıp cihad–ı mânevisini yapacak ve bid'akâr rejimini tamire çalışacaktır. Bunları birbirinden tamamen ayrı ve kopuk şekilde düşünmek, mütalâa etmek, hakikate uygun düşmüyor. Bilhassa Risâle–i Nur'da rastladığım ve dikkatimi çeken bazı tabirler var. Bu âhirzaman şahsiyetlerinden bahsedilirken, çoğu kez Mehdî için "zuhûr", Hz. İsâ için "nüzûl", Deccal için "hurûç", Süfyan için ise "duhûl" tabirleri kullanılıyor. Yani, Mehdi zuhûr edip tedrîcen hizmetini inkişâf ettirecek; Hz. İsâ nüzûl ile, vazife tarzını âni, def'i, sür'atlice icra edecek; Deccal, hariçten girmeye ve Süfyan dahilden bozmaya çalışacak gibi mânâlar anlaşılıyor. Tabiî, yine de bağlayıcı bir yorumda bulunmak istemiyoruz. Öte yandan, Mehdî gibi Deccal hakkında da muhtelif ve hatta birbiriyle ihtilâflı imiş gibi görünen rivâyetler var. Hz. İmam–ı Ali (ra), bunları bir derece tasnif ile sarâhat kazandırmış. O, "yalnız İslâm Deccalından (yani Süfyan'dan) bahseder"ek, tanınmalarını önemli oranda kolaylaştırmıştır. Beşinci Şuâ'da bu noktaya değinen Üstad Bediüzzaman, büyük Deccal ile İslâm Deccali olan Süfyan hakkında, birbirinden tefrik edici bazı ayrıntılar verir. Şöyleki: 1) Büyük Deccal, inkâr–ı uluhiyet dâvâsını güder, Hristiyanlık dinini yıkar, dünyayı istilâya çalışır, her tarafa kundak sokarak halkı ve bilhassa gençleri dinsizliğe, anarşiye sevk eder. Bu cereyana ilimle, fikirle, tahkiki imanla mukabele edildiği gibi, ordu, siyaset ve diplomatlık silâhıyla da mukabele edilebilir. Din–i hak olan İslâma yaklaşan Hristiyanlık dünyası, büyük Deccal'in kuvvetini kırmaya, tecavüzünü durdurmaya çalışır. 2) İslâm Deccal'i olan Süfyan ise, din–i İslâmı yıkmayı hedef alır; münafıklıkla, aldatmakla, bozmakla, ifsad etmekle iş görür. Bunun tahribatı keyfiyeten daha büyük ve daha uzun ömürlüdür. Ona karşı, doğrudan siyasî ve inzibatî kuvvetlerle karşı konulmaz. Onun kurduğu bid'akâr rejim, imanın nuruyla ve Kur'ân'ın elmas kılıncıyla ıslâh edilmeye çalışılır. Daha başka detaylar da var; ama biz uzatma cihetine gitmeyelim. (Devamı var) 29.07.2009 E-Posta: [email protected] |