Yasemin YAŞAR |
|
Dinin elinde eriyen nefis, ya da nefsin elinde eriyen din |
İslâmî değerler, tabiî ve değişmeyen, insanın keyif ve iradesine bağlı olmayan ahlâkî ve içtimâî hayatı nizam altına alan kanunlardan oluşur. Bu kanunların kâinata hâkim olan kanunlardan (şeriat-ı tekvîniye) bir farkı yoktur. İslâm vasat insan modelini ortaya koyar. Vasat çizginin en belirleyici özelliği ise, ifrat ve tefritlerden sıyrılmış, yaratılmış hiçbir varlığı inkâr etmeden her birinin keyfiyetine göre değer vermektir. İslâmın öngördüğü vasat insan modelinde, ne insan için biçilmiş bir hayat modeli dikte ettirilir, ne de insan kutsallaştırılarak, yapacağı her şeyi mubah karşılayan enaniyet esareti esas alınır. Kendi değer sistemi, davranışları belirleyen temel faktördür. Ne yazık ki ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celp ede ede, o derece nazar-ı dikkati kendine celp etmiş ki, edna bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor. İşte bu iki kıskacın arasında kalması neticesinde ehl-i İslâmın hayat tarzı ile diğer insanların hayat tarzları arasında pek bir fark kalmamıştır. Ferdi kutsallaştıran akımların ve modern hayatın insana dayattığı hayat, tiryakilik ve alışkanlık hastalığını netice vermiştir. Tiryakilik ve alışkanlık hastalığı da sorgulama yeteneğini bitirmiştir. Böyle olunca ehl-i İslâm dahi tiryakilik ve görenek belâsıyla iktisat ve kanaat düsturlarını hiçe sayan, hiçe saydığı ölçüde de sünnet yaşantısından uzaklaşan bir hâle gelmiştir. Bu hâl öyle bir girdaptır ki sorgulama yeteneğini kaybeden insanları modern bir köle hâline getirmiştir. İnsan, kendisi için öngörülen hayat tarzını artık daha iyi yaşama şekli olarak düşünmeye başlamış, gerçek olmayan ihtiyaçları gerçek gibi algılayıp hırsla temine çalışmıştır. Ve hatta bu gayr-i zarûrî ihtiyaçlarını temin için her türlü değeri yok sayabilecek bir hâle gelmiştir. Neticede “Dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler” (İbrahim Sûresi) âyetinin işaret ettiği kimseler hâline gelmiştir. Günümüz dindarlarının bir başka problemi ise, kendine sevdalı kişiliklerin türemesidir. Yani böyle insanlar kusuru kabul etmeyen, kendini her şey ve herkesten üstün gören bir kişilik sergilemektedirler. Kişinin her şeyi hak ettiği düşüncesi, başka insanları istismar etme, sınır koyamama, kibir, haset gibi ölümcül günahların içine atmaktadır. Bu günahlar ise dokunduğu her ruhu harabeye çevirmektedir. Bütün bunların neticesinde dindar insan dış dünyanın çekiciliği ile iç dünyasının hakikatleri arasında kalakalmaktadır. İç dünyası enaniyeti terk etmesini söyler iken, dünya ölçüsüzce kendine güvenin bu dünya için olmazsa olmaz şartı olarak öngörür. İç âlemi erdemli olmayı, başkalarının hak ve hukukuna saygıyı, insanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır prensibini, ene değil nahnüyü, ihtiyacından fazlasını vermeyi, hırsın sebebi hasaret olduğunu, arzu ve hevâ üzerine denetim kurmak gerektiğini, çalmamayı, öldürmemeyi, kul hakkına riâyeti vb. gibi insânî değerleri telkin ederken, dış dünya himmeti şahsına hasretmeyi, nemelâzımcılığı, hırsla hayata sarılmayı, içindeki güçle her şeyi başarabilirsin telkinleri vermektedir. Bütün bunların sonucunda garip bir insan manzarası ortaya çıkmaktadır. Kendini dindar olarak tanımlayıp, nefsinin hevâ ve hevesleri peşinde koşan, rüşvet alan, yolsuzluk yapan, kul hakkını hiçe sayan vb. türlü türlü günahların içine düştüğü bu durumdaki insan, nefsini avukat gibi müdafaa etmektedir. Zaten bu hâle gelmiş nefis insan bedeninde hâkimdir ve hâkim olanın da konuşma hakkı vardır. O da kendini avukat gibi savunur ve içinde bulunduğu günahlara türlü türlü kılıflar üretir. Hâsılı; büyüklerin dediği gibi, nefsi dininin elinde kar gibi erimeyen kişinin dini, nefsinin elinde kar gibi erir. 09.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (02.08.2009) - Büyük dâvâlar, ciddî insanların omuzlarında büyür (26.07.2009) - Kibir, Rabbi unutma alâmetidir |