09 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Baba da bahtiyar, oğlu da


A+ | A-

Birkaç ay zarfında berzah âlemine yolcu ettiğimiz fedakâr hizmet kahramanlarına, son olarak Barla’daki saff-ı evvel Nur talebelerinden Marangoz Mustafa Çavuş’un oğlu Mehmet Güvenç de dahil oldu.

(Öncekilerden bu köşede adı geçenleri bir kez daha duâ ve Fatihalara vesile olması dileğiyle kısaca hatırlayacak olursak: Yılmaz Er, Ali İhsan Tola, Mehmet Kılıçoğlu ve Hasan Aktunç.)

Güvenç’in babası Mustafa Çavuş, özellikle Barla Lâhikası’nda gerek Üstadın mektuplarında cihana bedel takdirkâr ifadelerle çok zikredilen, gerekse oradaki saff-ı evvel Nur talebelerinin ortak imzalı mektuplarında geçen bir isim.

Üstad, sürgün gönderildiği Barla’daki ilk günlerinde yağmur altında kırdan dönüp yokuşu çıkarken yardımına koşan ilk bahtiyar olarak tarihe geçen Sıddık Süleyman’la ilgili mektubunda hem ondan, hem de Mustafa Çavuşun da dahil olduğu birkaç isimden takdirle söz ediyor:

“Cenâb-ı Hak onu (Süleyman’ı), Mustafa Çavuşu, Muhacir Hafız Ahmed’i ve Abdullah Çavuşu bana ihsan etti. Ben de Cenâb-ı Hakka şükrediyorum. Bunlar bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler.”

Cümlelerin devamında Mustafa Çavuşla Muhacir Hafız Ahmed’in “sadakatçe Süleyman’dan geri kalmadıkları” da belirtiliyor. (Barla, s. 325)

Bir mektuptaki imzalardan birinde yer alan Mustafa Çavuş isminin karşısında ise “Barla’da daimî hizmetkârı” ifadesini görüyoruz. (s. 482)

Barla Lâhikası’nda, Mustafa Çavuşun Üstada ne kadar yakın olduğunu çok açık şekilde gösteren başka örnekler de var. İndeks yardımıyla yerlerinden bulunup okunduğunda görülebilir.

Bir de, anne-baba hukukunun öneminin izah edildiği 21. Mektup’ta, bu hukuka hassasiyetle riayet ettiği için dünyevî işlerinde de muvaffak olan Mustafa Çavuş örneği veriliyor ki, bu bahis, Mehmet Güvenç babasının hemen yanı başına defnedildiğinde, kabri başında da okundu.

Çınar ağacındaki “köşk” onun eseri

Mustafa Çavuşun bir başka özelliği, Barla’daki medrese-i nuriyenin önünde bulunan muhteşem çınar ağacına, pencereden merdivenle çıkılan “köşk”ün onun tarafından yapılmış olması.

Üstad 1934’te Eskişehir hapsine sevk edilmek üzere ayrıldığı Barla’ya yirmi yıl sonra hür iradesiyle ziyaret için geldiğinde, 1940’ta vefat etmiş olan Mustafa Çavuşun, yokuşta kapısına koca bir kilit vurulan evinin önünden geçerken gözyaşlarını tutamamış, sarsıla sarsıla ağlamıştı.

İşte Mehmet Güvenç, bu babanın oğluydu.

Kendisiyle, 2003 yazındaki Barla programımızda oldukça detaylı bir görüşme yapmıştık.

Bizim Aile’nin o yılki Eylül sayısında yayınlanan röportajında, Üstadın Barla’daki zorunlu ikameti sırasında kendisinin çok küçük olduğunu ifade ile, 1950’den sonraki kısa süreli ziyaretlerden hafızasında kalan intibaları anlatmıştı.

Üstadın bu gidiş gelişlerinde kaldığı ikinci evinin bakım ve nezaretini, yılın çoğunu İstanbul’da geçiren ev sahipleri adına o üstlenmişti.

Ve bu görüşmeyi yaptığımız sırada Yeni Asya tesislerinin dolu olması sebebiyle, bu bahtiyar evde bir gece kalma imkânını bize sağlamıştı.

Barla ziyaretçilerine evi açıp rehberlik yapma ve bilgi verme işini, zevkle yaptığı bir vazife olarak üstlenmişti. İnşaallah bu görev, vefatıyla askıda kalmaz ve aynı hassasiyetle devam ettirilir.

Bu temennîyi, Karakavak mevkiinde Barla ziyaretçileri için mesiregâh olarak tanzimi arzusuyla bağışladığı bahçenin, onun düşündüğü şekilde düzenlenip, sadaka-i cariye halinde kıyamete kadar hizmet verecek bir hayır projesi olarak hayata geçirilmesi bahsinde de dile getirelim.

Son söz olarak da, hayırlı evlât ve kahraman Nur talebesi bir babanın, aynı hasletlere sahip bir evlâdı olan Güvenç’e, bütün berzaha göçmüşlerimizle birlikte rahmet niyaz edip, ailesine ve geride kalanlarına taziyelerimizi sunalım.

09.08.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Yeni dünya düzeni


A+ | A-

Son birkaç yılda her şey değişti. Adeta yeni bir dünya düzeni kuruldu veya kurulmaya çalışılıyor. Bu düzenin nasıl olduğunu ve en önemli silâhının ne olduğu üzerinde biraz durmak biraz da spekülasyon yapmak istiyorum.

Yeni dünya düzenini anlamak için en az bir yüzyıl geriye gitmek gerekiyor. Yüzyıl önce dünyayı aldatmak çok kolaydı. Masa üzerinde yapılan hesaplar ve çizilen sınırlar kolaylıkla senaryo haline getirilerek adeta bir sinema filmi kolaylığında gerçekleştirilebiliyordu. Fakat teknolojinin gelişmesi ile birlikte insanları etkilemek veya bir başka deyişle aldatmak artık mümkün değil. Buna mukabil hâlâ insanları kandırarak eskiden olduğu gibi at oynatacağını sanan cahillere rastlamak yine de mümkündür.

Son yüzyılın en önemli ülkesi, üzerinde güneş batmayan İngiltere’nin yerini alan ABD olmuştur. Bu ülke kızıl devrimin vahşeti sayesinde batı ittifakının yanında yerini almış ve I. Dünya savaşına girmişti. Fakat savaş sonunda hiçbir şey elde edememişti. Üstelik sayısız asker kaybetmiş ve büyük bir ekonomik krize (1929 krizi) girmişti.

Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş misali ABD, II. Dünya savaşına girmek istemiyordu. Halk, Avrupa devletlerinin birbirini boğazlamasına “bize ne!” diyerek seyirci kalıyor, savaş tüccarlarının büyük baskısına rağmen savaşa katılmaktan çekiniyordu. Fakat insanları kolaylıkla aldatmak o tarihlerde de mümkündü. Nitekim Japonya’yı kışkırtarak “Pearl Harbour” baskınını gerçekleştirdiler. Baskın tamamen bir ABD senaryosu idi. Zira ekonomik olarak köşeye kıstırılan Japonya’nın hammadde ihtiyaçları tamamen kesilmişti. Aynı zamanda Japon şifre cihazını ele geçiren Amerikalılar, Japonları adeta savaşın içine ittiler. Baskını önceden bilen ABD yönetimi, savaşın en önemli silâhı olan uçak gemilerini deniz üssünden uzaklaştırdılar. Japonlar eskimiş ve işe yaramaz hale gelmiş olan Pearl Harbour’a başarılı! bir baskın düzenlediler. Savaş ilân edilmeden yapılan bu baskın savaş tacirlerinin işine yaramış, Amerikan halkı bir anda savaş çığlıkları atmaya başlamıştı. Baskından sonra Alman Hükümeti çok büyük bir yanlış yapmış, uyuyan devi uyandırarak ABD’ye savaş açmıştı.

ABD’nin savaşa girmesi ile savaşın yönü birdenbire değişmiş Japonlar ve Almanlar yenilgiye uğratılmıştı. Artık sahnede ABD ve Sovyetler Birliği vardı.

Soğuk savaş yıllarında cereyan eden Vietnam savaşı Amerikalılarda büyük bir sarsıntıya yol açmıştı. (Vietnam Sendromu) İnsanlar savaşın dehşetinden ürkmüş barış içinde yaşamayı arzuluyorlardı.

Daha sonraki yıllarda komünizm çökmüş ve Sovyetler dağılmıştı. Savaş sanayinin belkemiği olan silâh fabrikaları bir bir kapanmaya başlamıştı. Fakat şahinler yeni bir senaryo yazmıştı ve savaşa yol açacak yeni yöntemleri icat etmekten geri kalmamışlardı.

11 Eylül saldırısı yapıldı ve yeni bir düşman icat edildi. Artık ikiz kuleleri yıkan radikal Müslümanlar, komünizmin yerini almışlardı. Hemen Afganistan’a saldırıldı. Fakat bu savaş silâh tüccarlarının karnını doyuramamıştı. 1. ve 2. Körfez Savaşı icat edilerek sonunda Irak’a girildi. Artık petrolü ve stratejik önemi büyük olan Ortadoğuyu kontrol etmek çok daha kolay hale gelmişti.

Fakat çok önemli bir şey unutulmuştu. İnsanları aldatmak artık eskiden olduğu gibi kolay değildi. İnsanların yarısı 11 Eylül olayının ABD’nin yeni bir saldırı bahanesi olduğunu düşünüyordu.

Bu büyük terör olayının gerçekleşebilmesi için bir terör örgütünün altından kalkamayacağı kadar çok paraya ihtiyaç vardı ve Usame bin Ladin gibi daha önce ABD çıkarları için çalışmış insanlar gerekiyordu. Sonuçta kuleler yıkılmış ve Afganistan ve Irak’a girilmiş plan başarı ile tatbik edilmişti. Fakat unutulan bir gerçek vardı ve bu sebeple ABD hem ekonomik krize girmiş hem de bütün dünyanın nefretini kazanan bir ülke haline gelmişti. Peki, bu gerçek neydi?

Cevap: Yeni dünya düzeninin en önemli silâhı olan “belâgat ve cezalet” bir başka ifadeyle retorik adı verilen etkili konuşma sanatı. Bediüzzaman yıllar önce bunun ahir zamanda en mergup meta olacağını söylemişti. ABD, elindeki her türlü teknolojiyi ve medya aracını en üst düzeyde kullanma imkânına sahip olmasına rağmen büyük bir ekonomik krize girmesinin nedeni işte buydu. ABD başkanı Bush, bırakın etkili konuşma sanatını doğru dürüst iki kelimeyi bile bir araya getiremiyordu. Öylesine çok gurur ve kibir sahibi idi ki çok büyük yanlışları pervasızca işlemekten çekinmiyordu. Amerikan halkı geç de olsa yıkıma gittiğini gördü ve olmayacak bir değişikliği gerçekleştirdi. Başkan olarak bir zenciyi hatta Müslüman bir babadan doğan bir insanı başkan yaptı.

Bakalım Obama, ABD’yi gelmiş olduğu yıkımın eşiğinden çevirecek mi? Zaman içinde göreceğiz. Lâkin başarılı olacağını ve eski ABD’yi yeniden doğurabileceğini zannetmiyorum. Bütün bu gelişmeler yeni bir çağa girdiğimizi ve bu çağın en kuvvetli silâhının etkili konuşma san'atı olacağını gösteriyor. Kur’ân-ı Kerim’in en önemli vasfı da belâgat ve cezaletidir. Onu en iyi tefsir edenler yarınlarda da söz sahibi olacaktır.

Bediüzzaman’ın söylediği ve aksi ispatlanan hiçbir söz yoktur. Günümüzün en mergup yani gıpta edilen silâhı belâgattir. İnternet ve televizyon sayesinde belâgat ve cezalet etkisini daha da arttırmıştır. Bu silâhı en iyi şekilde kullananlar geleceğe kumanda edecektir. Söylemedi demeyin…

09.08.2009

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Kutsal Kitabı kim yazdı?


A+ | A-

İsrail’in Temeli (3)

Siyonistlerin "Mukaddes topraklar İsrail’e verilmiştir” ve 'Yahudiler seçilmiş kullardır' diye öne sürdükleri iddialara kaynak olarak gösterdikleri, Hıristiyanların ise “Eski Ahid” diye tanıyıp mukaddes saydıkları “Kutsal Kitab”ı kim yazdı? Ve ne zaman yazıldı?

Din bilimci R. Elliott Friedman, insanların bin yıldır Yahudilik ve Hıristiyanlıkta merkezî öneme sahip olan Kutsal Kitabı kimin yazdığı sorusuna cevap bulmaya çalıştığını, ancak kesin sonuca ulaşılamadığını, Hz. Musa’ya atfedilse de, kitabın hiçbir yerinde metinlerin Hz. Musa tarafından yazıldığına dair bir mâlûmatın bulunmadığını söylüyor. 1

Kutsal Kitap üzerine yapılan çalışmalar; Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye adlı beş bölümden oluşan Yunanca “Pentadök" İbranice “Tora” denilen Kutsal Kitabın farklı tarihlerde farklı kişiler tarafından yazılmış olan; içinde çelişkiler, hatalar, hatta yüz kızartıcı sahneler bulunan homojen yapılı toplama bir kitap olduğunu ortaya koymuştur. 2

17. yüzyılda yaşamış olan Hollandalı Yahudi Filozof Benedict de Spinoza da (1632-1677) Kutsal Kitabın Hz. Musa’dan sonra yazıldığını şu sözlerle beyan etmiştir:

“Pentadök’ü Hz. Musa’nın değil, Hz. Musa’dan çok sonra yaşayan birinin yazdığı, öğle vakti parlayan güneşten daha açık bir şekilde ortadadır.” 3

İsrail Shahak’a göre Yahudi kutsal kitabının yazıldığı dönemin başlangıcı kesin olarak bilinmemekle beraber, bu dönem M.Ö. 5. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Dolayısıyla başlıca özellikleri itibariyle Yahudilik (Judaism) ancak bu tarihten sonra ortaya çıkmıştır. 4

Babillilerin Kudüs’ü harap ettikten (M. Ö. 587) sonra yanlarında götürdükleri Yahudiler arasında birçok kâhin ve kâtip de vardı. Yahudilerin Babil halkı arasında asimile olmalarına engel olmak isteyen âlim ve kâtipler; hafızalarda kalmış olan Kutsal Kitap âyetlerini tefsir ederek bir kitap meydana getirirler. Adını da “Babil Talmud’u” koyarlar.

Sonraki yıllarda, Kudüs’teki Babil hükmüne son veren Perslerin Yahudilerin Filistin’e geri dönmelerine izin vermesi üzerine Kudüs’e geri dönen birtakım âlimlerin yazdıkları kitaba ise “Filistin Talmud’u” denir. Ancak bugün Yahudilerin ibadetlerinde esas saydıkları kitap, efsanelerle dolu olan Babil Talmudu’dur.

“...Onlar kelimelerin yerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat’ın) önemli bir bölümünü de unuttular.” (Maide, 13. âyet)

Âlimlerin hafızalarında kalabilen Tevrat âyetlerinin uzun uzun tefsir edilip tedvin edilmesine çok sevinen Yahudiler, bu hizmeti yapan Ezra’ya (Üzeyr) duydukları saygıdan dolayı kendisine “Allah’ın oğlu” sıfatını vermişlerdir.

Yani işe Vahid ve Ehad olan Cenâb-ı Hakka şirk koşarak başlamışlardır!

“Yahudiler, Üzeyr Allah’ın oğlu dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar.” (Tevbe, 30. âyet)

Kitabı kabile kafasına

göre yorumluyorlar

Bugün İsrail okullarında öğretilen Filistin tarihinde, Filistin’in 5 bin yıllık tarih dönemi içinde bazı ufak tefek olaylar seçilip birbirine eklenmiş ve bir İsrail tarihî efsanesi meydana getirilmiştir. Filistin topraklarına yapılan yüzlerce kabile göçü olduğu ve tarihte buralara başka milletler de egemen oldukları halde, sadece İbrani kabileleri, Davud Krallığı, Makkabiler, Yahudilerin Romalılara karşı yapmış oldukları “Bar Kochba” ayaklanması ön plana çıkarılmıştır. 5

Bunu yaparken de, tarihteki İsrail’in manevî varlığından ziyade, askerî varlığından söz etmeyi yeğlemişlerdir.

İsrail, Filistin toprağıyla tarihî bağlarının olduğunu ispatlamak için kazmadık yer bırakmamıştır. Özellikle Mescid-i Aksa altında. Mescid-i Aksa’nın Süleyman Tapınağının enkazı üzerine kurulduğunu iddia ederek, mescidin altında tüneller kazıp bu iddialarına delil aramışlardır. Ve bu kazılar günümüzde de devam etmektedir.

Hatta İsrail hükümetleri, “Revava” diye bilinen fanatik hareketin Mescid-i Aksa’yı yıkıp yerine Süleyman Mabedini inşa etme planlarına görünürde engel olmaya kalksa da, bu işin gerçekleşmesi için el altından kolaylıklar sağlamaktadır.

Filistin topraklarında yapılan arkeolojik kazılarda bulunan çeşitli eserler, Filistin tarihinin eski bronz (M. Ö. 2000 ) çağlarına kadar uzandığını göstermektedir. Ancak bu dönemde bir İsrail varlığının olduğunu ispatlayan kalıntıya rastlanmamıştır. 1887’den itibaren ele geçen kil tabletler de İsrail’den bahsetmez.

Eski Mısır medeniyetine ışık tutan ve çok önemli olarak arz edilen Tell ve Amarna (Akheneton dönemi: M. Ö. 1375-1358) kazılarında bulunan 400 adet pişirilmiş kil tablet, Kenan şehir devleti ve rakiplerine ait bilgilerle, Akhenaton’un Filistin ve Suriye’de hüküm süren kendisine bağlı prensliklerle yaptığı yazışmaları içermektedir. Ancak bu belgede de İsrail adına rastlanmamıştır. 6

Yahudiler Filistin topraklarının Hz. İbrahim ve oğullarının anavatanı olduğunu öne sürüyorlar. Ancak kendileri de biliyorlar ki, Hz. İbrahim’in asıl vatanı Mezopotamya’dır. Allah’ın emri üzerine Filistin’e göç etmiş ve burada daimî olarak ikamet etmemiştir. Filistin’de de uzun müddet kalmayan Hz. İbrahim, Filistin, Mısır, Arabistan arasında gidip gelmiştir.

“Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye yerleştirdik. ” (Enbiya, 71. âyet)

Hz. İbrahim “bereketli ay” olarak bilinen (Fertile Crescent) Filistin’e geldiğinde, burada asılları Arap olan Ken’anlıları bulmuştur. Arkeolojik kazılardan elde edilen somut bilgilere göre, Arap Yarımadasından Filistin’e göç eden Kenanlılar, M.Ö. 1800-1900 yıllarından itibaren Filistin’de varlık göstermişlerdir. 7

Kenanlılardan başka, Hititliler, Ammoniler, Moabiler, Edomiler, Filistler, (istilacı sıfatıyla da olsa) Asurlular, Babilliler, İranlıların ataları olan Persler de aynı bölgede yaşamışlardır.

Milâddan sonra ise, Romalılar, Makedonyalılar, Araplar ve Türkler de aynı topraklar üzerinde hüküm sürmüşlerdir. Tarihin bir döneminde bir toprak parçası üzerinde varlık göstermiş olmak, o toprak üzerinde hak iddia etmeyi gerektiriyorsa şayet, yukarıda saydığımız milletlerin tamamının “Filistin toprakları bizimdir” deme hakkı vardır.

Dipnotlar:

1- Richard Elliot Friedman, “Kitab-ı Mukaddesi Kim Yazdı?” Kabalcı Yayınevi, 2005, s. 22.

2- E. Montet. A.Lods, A.S. Rappoport, R. Garaudy, “Tarihte ve Günümüzde Siyonizm ve Yahudilik,” Örgün Yayınevi, 2006, s. 204

3- Kitab-ı Mukaddes’i Kim Yazdı?, s. 27.

4- İsrael Shahak, “İsrail’de Yahudi Fundamentalizmi, “Anka Yayınları, 2002, s. 26.

5- Roger Garaudy, “Siyonizm Dosyası,” Pınar Yayınları, 2000, s. 46.

6- a.g.e., s. 42.

7- Muhammed Abdulhamid el-Hatip, “Al Quds The Place of Jerusalem in Classical Judaic and İslamic Traditions,” Ta-Ha Publishers, London, 1998, s. 26.

09.08.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



S. Bahattin YAŞAR

İlgisizliğe terk etmek, sokağa bırakmaktan daha acıdır


A+ | A-

Evde, çocuklarla birlikte oturuyoruz. Odanın içinde gezen bir müzik esintisi var. Ama doğrusu biraz da iç karartıcı bir hava sunuyor. Epey bir zaman evdeki kişiler bu havanın etkisi altında kaldılar. Kimseden bir ses çıkmıyor. Bir garip hava oluştu ortamda. Manevî havanın bozulması denen şey bu hal olsa gerek. Odanın içinde gezen ses unsuru, ruh hallerini etkilemeye yetti de arttı bile.

Odayı ve içerideki havayı gözlemledim.

Birbirimize seslenişin ton farkını çok rahat görebiliyordum. Çocuklar için de geçerli idi aynı durum. Bebekleriyle oynarken konuşan küçük kızım, bebeği ile olan diyaloğu pek iyiye gitmiyordu.

Durumu çok net görebiliyordum. Biraz daha gözlemlemek istedik. Durumu eşimle de paylaştım. Yaşadığın ruh hali ile izle biraz. İç havayı gözlemle. Ortamın ruh hali ile müziğin ilişkisini kur.

Müzikler devam ediyordu.

Doğrusu eşim ve ben, bir yazı işleri odası gibi, okuma ve yazı çalışmalarımızı çok ciddî bir çalışma disiplini içerisinde sürdürüyorduk. Adeta şimdilerde yazı saatimiz oluştu gibi. Okumalarımız, yazılarımız ve ihtiyaç duyduğumuz konular üzerindeki fikir teatilerimiz, kendini bu işin bir sorumlusu görme hassasiyeti içerisinde geçiyordu.

Neyse ki, epeyce bir müzik dinletisi sonrasında, laptopun içerisindeki musikî unsurlarını değiştirdim.

Ortamda yine çocuklar oyunlarını oynuyorlar. Yine okuma ve yazı çalışmalarımız devam ediyor.

Ortama bir anda, Dursun Ali Erzincanlı’nın seslendirdiği, Hazret-i Peygamberin (asm) hayatından kesitler dolmaya başladı. Ortamın daha ilk anda havası değişti ve ben de neler hissedilecek diye, dikkatle tepkileri bekliyorum.

İlk tepki en küçük kızımdan geldi.

Kendisine hiç kimse bir şey sormadığı halde, ‘Anne ben iki kez Peygamberimizi (asm) rüyamda gördüm’ diyerek söze başladı. Sonrasında annesi, sonrasında da diğer kızlarım konuya katkıda bulundular.

Tabiî müziğin ortama etkisi üzerinde basit bir uygulama içerisinde olan ben ve eşim, Hazret-i Peygamberin (asm) ismi geçtikçe, onun âleme getirdiği güzellikler konu edildikçe, göz yaşlarımıza hakim olamıyoruz. Zaten olmak da istemiyoruz. Şimdi anlamak ne büyük anlam taşıyor.

Erzincanlı, Hazret-i Peygamberin (asm) doğumunu anlatıyor. Saadetli evden, saadetli odadan bahsediyor. Âlemin nurunun geliş atmosferi paylaşılıyor. Sanki bizim odamıza geliyor beklenen.

Böyle ağlamaklar daha bir anlamlı.

Evin havasını etkilemek ve mânâ katmak

Bu durum ve zamanlar hep yaşandı. Bizim ve çocuklarımızın içinde oldukları ruh hallerini kimlere emanet ediyoruz diye düşündük, kendi kendimize.

Ve işte bu yazı, harf harf, kelime kelime, cümle cümle satırlardaki yerini alırken, yine laptopumuzda aynı Peygamber hatıraları devam ediyordu; “Ey nebi! Âlemlere rahmet geldin, sana salât ve selâm, efendimiz hoş geldin!” diyordu cümleler.

Göçüp gidiyoruz ötelere. O'nun (asm) sevgisi siniyor odamıza. Ve duâlar ediyoruz Allah’a, “Bizi, Resulullah’ın izinden ayırma! Bizi, Peygamberimizin (asm) sevdiklerinden, Peygamberimizi sevenlerden eyle! O'na (asm) lâyık ümmet olmamıza yardım eyle. Beni, annemi, babamı, ağabey ve ablalarımı, eşimi, çocuklarımı ve diğer akrabalarımı imandan Kur’ân’dan ayırma. Bize, Peygamberimizin (asm) sancağı altında toplanmayı nasip eyle. Nefsimize bırakma bizleri.”

Çocuklar oyunlarını oynarken, bir taraftan da sıradaki ezgi ve ilâhileri hafiften mırıldanmaya başladılar.

Güzel sözcükleri dinleyen kulaklar adedince güzel ruhlar yaratıldığını ortamdaki ruh halinden anlıyorduk.

Dünyevî müzik unsurları dinlerken, dünyevî hislerin uyanması; uhrevî musikî dinlerken de manevî hisler uyanması apaçık yaşanan bir tablo idi. İnsandaki hislerin, duyguların, düşüncelerin uyanışı, duydukları, gördükleri ve işittikleriyle oluşmaktadır.

Dinlediklerimizin bu derece hislerimizi uyarıcı olduklarını ancak dikkatle müşahede edince anlıyorduk.

Musikî içerisindeki küçücük bir kelime bizi, Peygamberimizin (asm) dönemindeki bir tabloya taşırken, müzik içerisindeki bir kelimecik de bizde çirkin bir his uyanmasına sebep olabiliyordu.

Etkileşim bu derece kat’i iken, insanın kendini, eşini, çocuklarını televizyonun, radyoların, internetin orta yerine bırakıvermesi, sokağa terk edivermesi gibi kısa süreli de olsa, bir anlam ihtiva ediyordu.

Bunları ifade ederken, meşrû daire içerisindeki beşte bir oranında bulunabilecek ‘keyifli hevesat’ olarak müzik ruhsatını unutmuş değiliz. Ama o beşte birin de çok iyi seçilmesi ve ortama sunulması gerektiği anlaşılıyor.

Hasılı evlerin maddî unsurları kadar, manevî etkileşim unsurları da dikkate alınmalıdır. Bu adeta evimizin ruhu hükmünde olacaktır. Ruhunu kaybeden bir şey nasıl anlamını yetirecekse, evlerimizin de anlamını yitirmemesi gerekiyor.

Bu tamamen, anne ile babanın birer orkestra şefi gibi, evin manevî atmosferini idare etmesinden geçecektir. Ruh eğiticiliği, anne babanın her adımdaki itinasının bir sonucudur.

Hazret-i Meryem filmini izlerken, ertesi gün küçük kızımın filmdeki Hazret-i Meryem’in başını örtme özelliğini takip etmesi ve onun musikî fonunu kendince seslendirmesi, gördüklerimizin, işittiklerimizin etki derecesini göstermesi bakımından dikkat çekici idi.

09.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Mütevazı bir eş, mutluluk kaynağıdır


A+ | A-

Tevâzû; alçakgönüllü davranmak, nazik, nazenin olmak, hiç kimseye eziyet etmemektir. Büyüklüğün alâmetlerinden birisidir tevâzû. Büyüklük taslamak ise, küçüklüktür. Enaniyetin, egonun, benliğin tevâzû havuzunda eritilmesi gerekir. İnsana, tevâzû yakışır. Mahiyeti gereği buna mükelleftir zaten. Her şeyden önce, o da diğer insanlar gibi, âciz ve zayıf bir varlıktır. Bunun için asla kibirlenemez. Zira, kibirlendiği şey, yani, bedeni, hasletleri, mal, mülkü kendi malı değil; Allah vergisidir.

Tevazû, sevgi, merhamet gibi duyguların mıknatısı; kin, öfke, haset gibi olumsuz duyguların paratoneridir. Çevresine dikkat eden, en çok sevilenler listesinin başında mütevâzî kimselerin geldiğini görür.

“...Onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, inkârcılara karşı izzet sahibirler...” 1 âyetini yaşayan Resûl-ü Ekrem (asm) bunu sadece sözlü ders olarak vermemiş, bizzat bir tevâzû âbidesi olarak yükselen nurlu hayatıyla da göstermiştir.

Vahiy kâtiplerinden Hz. Câbir (ra), “Biz Resulullahın yanında dilediğimizi konuşurduk. O da bize iştirak eder, ayrılmazdı. Biz dünyadan söz ederdik, o da dünyadan söz ederdi. Biz âhiretten bahsedince, o da âhiretten bahsederdi. Biz yemekten söz ederdik, ona da iştirak eder, bizimle yemekten söz ederdi...” tesbitleriyle, onun tevâzû ile halkın seviyesine indiğini gösteriyor. Şüphesiz ki, bu tevâzû ile de, onların konuşmalarının mecralarını iyiye ve güzele yönlendiriyordu.

Kişi, şahsı adına tevâzû gösterebilir, ama cemaati, milleti adına asla. “Yok canım, bu topluluk, bu millet ne ki, bir hiç” diyemez. Onlar adına vakarlı olmak, hizmet ve büyüklüklerini takdir etmekle mükelleftir.

Tevâzû ile zillet arasında ince bir perde vardır. Makamları karıştırılmamalı. Bir idâreci, makamında “mütevâzî,” evinde “ciddî” olursa makamları karıştırmış olur. Makamdaki ciddiyet de, başkalarına baskı, zulüm ve kibirli davranmayı gerektirmez.

Tevâzû, bazan tezellül olabilir. Ehl-i küfre karşı veya dâvâya ve millete saldıran insanlara karşı tevâzû zillettir. Zayıfın kuvvetliye karşı tevâzû göstermesi hem tezellül, hem riyakârlıktır.

Tevâzû, yanlış yerde kullanıldığında küfrân-ı ni’mete de götürebilir. Birer ihsan-ı İlâhî olan maddî ve mânevî nimetleri hiçe sayarcasına davranmak küfran-ı nimettir. Bunları nefsinden değil Allah’tan bilmek ise tevazûdandır. Şu halde mü’minin şe’ni mütevâzî olmaktır.

Mütevâzî olan sevilir. Sevilen ise kazanır. Mütevâzî fertlerden oluşan bir âile ve bir toplum için bundan daha büyük kâr ve haslet ne olabilir?

***

Bediüzzaman Said Nursî, gururdan kurtulmak ve tevazuya alıştırmak için nefsiyle yaptığı bir tartışmayı şöyle anlatır:

“Mehasiniyle mağrur olan nefsime dedim ki:

“‘Sen bir şeye malik değilsin, nedir bu gururun?’

“Dedi ki:

“‘Madem malik değilim. Ben de hizmetini görmem.’

“Dedim ki:

“‘Yahu bu sineğe bak! Gayet küçücük, zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler, süpürür. Her işini görür. Sen de en azından onun kadar vücuduna hizmet etmelisin’ diye ikna ettim. Takdis ederiz o Zatı ki, bu sineğe nezafeti, temizliği ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim.”

Anlatılır ki, dede ile torun kırlara çıkmışlar. Buğday tarlalarının yanından geçerken, torun dedesine sormuş:

“Dedeciğim, bazı başaklar dimdik, bazıları ise başlarını eğmişler, acaba neden?” Dede şu cevabı vermiş:

“Yavrum, o dimdik olanlar içi boş başaklar. Başını eğenler ise, dolgun başaklar!”

Meyve ağacı, meyvesi çok olduğunda dalları yere eğilir. Meyvesiz olduğunda ise, dalları diktir.

Meyvesiz insanlar, kavak gibi sivrilmeyi severler. Olgun insanlar ise, tevazu ile hizmet ederler.

İnsan, benzeri bir şekilde, sadakat dersini keneden, hedefini takip etme dersini kediden, verimlilik dersini arıdan, coşku dersini şelâleden, derinlik dersini denizden alabilir.

Dipnot: 1- Kur’ân, Maide, 54.

09.08.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Bir itidal ve sabır örneği


A+ | A-

Her yerde, her zaman sabır içinde olmak, tevekkül etmek, arzu edilen bir hâldir, güzel bir davranıştır. Her halükârda, her şart altında teslimiyet içinde olmak, soğukkanlılığımızı muhafaza ederek itidal içinde olmak takdire şayan bir duruştur.

Ama ideal olan, asıl gıpta edilecek durum, belâ zamanında, musîbet vaktinde gösterilen sabır ve metanettir. Arzulanan, takdir edilen duruş, bir felâket veya tehlikeli bir hastalık zamanında sergilenen itidal, merdane hâl ve tavır olsa gerek. Musîbet ve belâ şiddetlendikçe, hastalık ve felâketler tehlike arz ettikçe gösterilen sabır, sergilenen itidal ve tevekkül daha bir değer kazanır.

Böyle bir girizgâhtan sonra, kardeşimin dûçâr olduğu bir hastalık dolayısıyla sergilediği itidal ve merdane duruşunu, hepimize faydalı olur niyetiyle nazarlara sunmayı uygun buldum.

Muzdarip olduğu hastalığın teşhis ve tedavisi için kardeşimi muâyene eden doktor, hastalığın ciddiyetinden şüphelenmiş olmalı ki, kardeşime koyduğu teşhis hakkında birşeyler söyleme şaşkınlığı ve telâşı içinde bocalarken; kardeşim “Doktor bey, her halde biraz korkuyorsun. Korkmana hiç gerek yok. Korkmadan bildiklerini bana söyle” deyince doktor bey “Evet, maalesef biraz korkuyorum hastalığından... Ama yine de tahlil ve tetkiklerin sonucunu bekleyelim” diyor. Tetkik ve tahliller bittikten, uzun ve dikkatli kontrolden sonra, doktor bey yine üzüntülü, telâşlı bir şekilde “Hasta değil, hastanın yakınları yanıma gelsinler bakalım” deyince, hasta kardeşim gayet sakin ve soğukkanlı bir şekilde “Hasta yakınlarını ne yapacaksın, hasta olan benim, hiç çekinmeden hastalığım hakkında her şeyi açıkça bana söyleyebilirsiniz” diyerek doktor beyin odasına giriyor. Ve doktor bey, kardeşimin bu cesurâne tavrı karşısında, hastalığının oldukça tehlikeli bir hâl aldığını, bunun için hiç zaman geçirmeden, en kısa zamanda, tam donanımlı bir hastanede, güvenilir hekimlerin kontrolünde mutlaka ameliyat olmasını tavsiye ediyor. Kardeşimin bu ciddî rahatsızlığını ilk defa duyduğumda itiraf etmeliyim ki itidalimi, soğukkanlılığımı kontrol etmekte bir hayli zorlandım. Bir anda iç dünyamı bir hüzün, bir elem kapladı. Ama biliyorum ki, üzülsem de, sarsılsam da onun yardımına koşup, onu teselli etmek bana düşüyor. İlk haberin şokunu üzerimden attıktan ve şöyle bir toparlandıktan sonra kardeşime manevî destek vermek için yanına gitttiğimde bir de ne göreyim, sanki hasta olan benim, sapasağlam olan da o. Onu gayet sakin, morali yerinde, çevresindeki insanlarla sohbet halinde görünce, benim de bozulmuş olan hâlet-i ruhiyem yerine geldi.

Ben hastalığı veren Şafi-i Hakîkî’nin dilerse şifasını da vereceğini, Yüce Allah’ın sevdiği kullarına musîbet ve belâları verdiği gibi hastalıkları da verdiğini, dolayısıyla bu gibi hastalıkların hata ve günahlarımızı silip süpürdüğünü, ayrıca hastalıklardan korkmamamız gerektiğini, en tehlikeli hastalıkların dahi çaresinin bulunduğunu anlatmaya çalıştım. Beni dikkat ve ilgiyle dinleyen hasta kardeşim, “Ağabey, hastalığımın ne derece amansız olduğunu biliyorum. Ama kesinlikle ne hastalığımdan, ne de ölümden korkmuyorum. Çok şükür inancım var, imanım var... Böyle bir adam ne diye korksun ki? Bu dünyaya geldiğimiz gibi, zamanı gelince bu dünyadan göçüp gideceğimizi de biliyoruz çok şükür. Ama elbette bu hastalıktan kurtulmak için, tedavi için elimizden geleni yapmak durumundayız. Benim bu hastalığıma dost ve akrabalar hiç üzülmesinler. Bana duâ etsinler. İnşaallah bu amansız hastalıktan kurtulacağım” deyip beni ve diğer dost ve akrabaları teselli edince, herkes rahat bir nefes almış oldu.

Evet, şimdi kardeşim Mehmet Gültekin bu amansız hastalıktan kurtulmak için hepinizden duâ talebinde bulunuyor. Lüften duâlarınızı esirgemeyin.

09.08.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Eşler arası hukuka dikkat! (3)


A+ | A-

İsmi mahfuz okuyucumuz: “Eşler arasında zulüm ve haksızlık sayılan davranışlar nelerdir?”

Dünden devam:

5- Kocanın karısını veya kadının kocasını dövmesi zulümdür. Peygamber Efendimiz (asm), “Dövenleriniz hayırlılarınız değildir” 1 buyurmuştur.

6- Eşlerin; birbirlerinin hatâ ve eksikliklerini, ayıp ve kusurlarını dışarıda anlatmaları, birbirlerinin sırlarını başkalarına yaymaları veya birbirlerine karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmaları zulümdür. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Kıyâmet günü insanların Allah katında derecesi en aşağı olanı, karısının sırrını yayan erkektir.” 2

7- Hastalık gibi mücbir bir sebep yokken, birbirlerinin cinsel istek ve arzûlarına karşı ilgisiz kalmaları, birbirlerini fazla şehvetli oluşundan dolayı kınamaları, sırf cezâ olsun diye birbirlerinin cinsî arzûlarına cevap vermemeleri zulümdür, haksızlıktır. Çünkü bu davranış yekdiğerini haramın ve sefâhetin kucağına atabilir. Bu da Allah’ın gazabına sebep olur.

Karı ve koca ne kadar tartışma ve sürtüşme yaşıyor da olsalar, birbirlerinin cinsel isteklerine karşı anlayışlı ve saygılı davranmalılar, birbirlerini bu konuda cezâlandırmamalıdırlar.

Ebû Zerr (ra) anlatmıştır: Ashab-ı Kiram bir gün:

“Mal sahipleri sevapta çok ileri gittiler. Bizim gibi onlar da namaz kılıyorlar. Bizim gibi onlar da oruç tutuyorlar. Mallarının fazlasından sadaka da veriyorlar” demişlerdi.

Allah Resûlü (asm) buyurdu ki:

“Allah sizin için tasadduk edebileceğiniz bir şey kılmadı mı? Her tesbihte bir sadaka sevabı vardır. Her tekbirde bir sadaka sevabı vardır. Allah’a her hamd edişte bir sadaka sevabı vardır. Her tevhid kelimesini söyleyişinizde bir sadaka sevabı vardır. İyiliği emretmekte bir sadaka sevabı vardır. Kötülükten alıkoymakta bir sadaka sevabı vardır. Sizden birinin, karısı ile cinsel ilişkisinde bile sadaka sevabı vardır.”

Ashab-ı Kiram (ra) bu son cümle üzerine sordular:

“Yâ Resûlallah! Biz hem nefsânî arzûmuzu yerine getireceğiz, hem de onun için sevap mı alacağız?”

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm):

“Eğer onu (kocasını veya karısını) harama terk etse idi, onun üzerine günah yükü vurulacak mıydı? Ne dersiniz? İşte bunun gibi, onu helâliyle tatmin edince de, bu ona sevap kazandırır” buyurdu.3

Zulüm bir kul hakkıdır. Zulüm söz konusu olunca şu hadis-i şerifi de hatırlamamızda yarar var:

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Kul ile Cennet arasında yedi sarp yokuş vardır. Bunların en kolay geçileni ölümdür. En zor olanı ise, zulme uğrayan kişinin zâlimin yakasına yapıştığı günde, hesap vermek için Allah’ın huzurunda dikilmektir.” 4

Hayatı birlikte yaşayan eşlerin ne olur ne olmaz, her türlü kul hakkına karşı birbirinin gönlünü zaman zaman almaları ve birbirlerinden helâllik istemeleri mü'mine yakışan davranışlardandır. Bazen bir küçük hediye, bazen bir gül, maddî değeri küçük olsa da, “gönül alma ve helâllik alma” açısından değerlendirdiğimizde değeri büyüktür. Bunu ihmal etmemelidir.

Dipnotlar:

1- İbn-i Mâce, Nikâh, 51; Nesâî, nikâh, 51.

2- Müslim, Nikâh, 21.

3- Riyâzü’s- Sâlihîn, 120.

4- Câmiü’s-Sağîr, 1722.

09.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

Nurlu mekânlardan Nur Menzillerine (1)


A+ | A-

Üstad Bediüzzaman, yirminci asrın başlarında kendisine “İfrat ediyorsun, hayâli hakîkat gösteriyorsun; bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhir zamandır; gittikçe daha fenalaşacak” diyenlere verdiği cevap çok enteresandır:

“Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?”

Yirminci asrın başlarında Osmanlı Devleti maddî ve manevî buhranlar içinde kıvranmaktadır. İnsanlara rehberlik yapacak kimseler de ümitsizliğe düşmüştür. Halbuki Cenâb-ı Hak “ümitsizliği” yasaklamış ve “Allah’ın rahmetinde ümidinizi kesmeyin” 1 buyurmuştur. Bediüzzaman’ın “Ümitvâr olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” 2 sözleri onların dünyasında hayal görülmektedir. Zamanın ahirzaman olarak görülmesi ve gittikçe kötüleşeceği düşüncesi yayılmakta veya yayılmak istenmektedir. Bediüzzaman’ın dünyasında ümitsizlik, karamsarlık yoktur; ümit vardır, şevk vardır. Bunu hayatının her safhasında ve eserlerinde görmek mümkündür. Adeta “defter”inde böyle bir kelimenin yeri yoktur. Onun, ümitsizliği adeta inanç hâline getirmiş insanlara karşı tavrı net ve kesindir. Onlara cevabı şudur:

“İşte ben de sizinle konuşmayacağım.”

Zamanının insanlarına yüzünü çevirirken ümitsizliğe düşmemiş, yönünü değiştirmiş ve “müstakbeldeki insanlarla” konuşmaya başlamıştır:

“Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafi-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Yusuf’lar, Ahmed’ler, vesaireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ‘sadakte’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım varsın beni dinlemesinler.

Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbâlinize uzanan telsiz telgrafla, sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz, İnşaallah, cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.”3

Evet, Bediüzzaman mânen kışta gelmişti. Her türlü engeller ve olumsuzluklar önüne çıkmıştı. O bütün bu olumsuzlukları teker teker aşarak günümüze ulaşmıştır. Bu yazımda onun bir asır önce verdiği müjdeye uygun bir programı sizinle paylaşmak istiyorum.

Hatıralar, geçmişi geleceğe

bağlayan köprülerdir

Hatıralar, hayatımızın ayrılmaz parçalarıdır. Üzerinden yıllar geçse de unutamayız. Hele güzel hatıralarımızı hiç unutmak istemeyiz. Tutulan günlükler, yazılan hatıra defterleri o düşüncelerin ürünüdür. Bazen hatıralarımızı fotoğraf ve kamera kayıtları ile de zenginleştiririz.

Her mevsimin kendisine has güzellikleri vardır. Kışı beyaz karıyla, ilkbaharı yeşilin her tonuyla, sonbaharı da sararan yapraklarıyla hatırlarız. O mevsimlerde Cenâb-ı Hakk’ın değişik isimlerini hatırlarız. Bazen “Ya Celîl!”, bazen de “Ya Cemîl!” deriz. Allah’ın Celâl ve Cemal isimlerini okuruz kâinat kitabında.

Yaz mevsimi bir başka güzellik katar özel dünyamıza. Onda hatırlanacak çok şeyler buluruz. Belki o mevsime çok şeyleri sığdırırız. Hayatımızın en yoğun ve en renkli geçen günleridir, yaz mevsimi. Geziler, toplantılar, özel çalışmalar, ziyaretler, okuma programları, düğünler, yaz okulları…

Yaz mevsiminde yaptıklarımızı, gördüklerimizi, dinlediklerimizi anlatmaya doyamayız. Yıllar geçse de o güzel günler tekrar tekrar yaşanır özel dünyalarımızda. Bazen cümleler, kelimeler yetmez o günleri anlatmaya. Açarız fotoğraf albümlerini bir bir. Bakarız teker teker. Sonra (varsa) kamera kayıtlarını, seyrederiz. Bazen güleriz, bazen ağlarız, bazen de düşünürüz derin derin. Geçmişimizi ya da tarihimizi böyle hatıralardan okumuyor muyuz?

Güzellikleri dostlarımızla paylaşırız, oralarda olmasalar da; bizimle o günleri yaşamasalar da...

Biz bu halimizle geçmişle gelecek arasında köprü olmuyor muyuz?

Bir başka ifadeyle dede ile torunlar arasında bir bağ değil miyiz?

Bediüzzaman, bir asır önce yazdığı bir eserinde hayali bir toplantı yapıyor ve özetle şöyle diyor: Bin yıl önceki ecdadımız ve iki asır sonraki evlâtlarımız şu gürültülü meydanda toplansalar; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadımız:

“Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Hayatımızın neticesi siz misiniz? Heyhât! Bizi akim, sonuçsuz bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız” demeyecekler mi?

Hem de sol tarafında duran ve istikbâl şehirlerinden gelen evlâtlarımız, sağdaki atalarımızı tasdik ederek demeyecekler mi:

“Ey tembel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğrâ ve kübrâsı, en küçüğü ve en büyüğü? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden, bağlayan rabıtamızın hadd-i evsatı, çizgisi? Heyhât! Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşağabeli bir kıyas oldunuz!” 4

Peki, biz böyle bir kıyasın neresindeyiz?

Mevsimler ile insan ömrü

arasındaki benzerlikler

Her bir namazın vakti, insan ve dünya hayatında önemli bir inkılâp başıdır. Bediüzzaman, beş vakit namazla mevsimler arasında irtibat kurar. Meselâ, fecir (sabah) zamanı ilkbahar mevsimini ve insanın anne karnına düştüğü anlarını, öğle zamanı yaz mevsiminin ortasını ve gençlik olgunluğunu, ikindi zamanı güz (sonbahar) mevsimini ve ihtiyarlık vaktini, akşam zamanı sonbahar mevsiminin sonunda pek çok varlıkların batışını ve insanın ölümünü, yatsı vakti kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, gece vakti ise hem kışı, hem kabri, hem berzah âlemini anlatmakla, beşer ruhu Rahman’ın rahmetine ne kadar çok muhtaç olduğunu insana hatırlatır. 5

-Devam edecek-

09.08.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

Dinin elinde eriyen nefis, ya da nefsin elinde eriyen din


A+ | A-

İslâmî değerler, tabiî ve değişmeyen, insanın keyif ve iradesine bağlı olmayan ahlâkî ve içtimâî hayatı nizam altına alan kanunlardan oluşur. Bu kanunların kâinata hâkim olan kanunlardan (şeriat-ı tekvîniye) bir farkı yoktur.

İslâm vasat insan modelini ortaya koyar. Vasat çizginin en belirleyici özelliği ise, ifrat ve tefritlerden sıyrılmış, yaratılmış hiçbir varlığı inkâr etmeden her birinin keyfiyetine göre değer vermektir.

İslâmın öngördüğü vasat insan modelinde, ne insan için biçilmiş bir hayat modeli dikte ettirilir, ne de insan kutsallaştırılarak, yapacağı her şeyi mubah karşılayan enaniyet esareti esas alınır. Kendi değer sistemi, davranışları belirleyen temel faktördür. Ne yazık ki ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celp ede ede, o derece nazar-ı dikkati kendine celp etmiş ki, edna bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor.

İşte bu iki kıskacın arasında kalması neticesinde ehl-i İslâmın hayat tarzı ile diğer insanların hayat tarzları arasında pek bir fark kalmamıştır. Ferdi kutsallaştıran akımların ve modern hayatın insana dayattığı hayat, tiryakilik ve alışkanlık hastalığını netice vermiştir. Tiryakilik ve alışkanlık hastalığı da sorgulama yeteneğini bitirmiştir. Böyle olunca ehl-i İslâm dahi tiryakilik ve görenek belâsıyla iktisat ve kanaat düsturlarını hiçe sayan, hiçe saydığı ölçüde de sünnet yaşantısından uzaklaşan bir hâle gelmiştir. Bu hâl öyle bir girdaptır ki sorgulama yeteneğini kaybeden insanları modern bir köle hâline getirmiştir.

İnsan, kendisi için öngörülen hayat tarzını artık daha iyi yaşama şekli olarak düşünmeye başlamış, gerçek olmayan ihtiyaçları gerçek gibi algılayıp hırsla temine çalışmıştır. Ve hatta bu gayr-i zarûrî ihtiyaçlarını temin için her türlü değeri yok sayabilecek bir hâle gelmiştir. Neticede “Dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler” (İbrahim Sûresi) âyetinin işaret ettiği kimseler hâline gelmiştir.

Günümüz dindarlarının bir başka problemi ise, kendine sevdalı kişiliklerin türemesidir. Yani böyle insanlar kusuru kabul etmeyen, kendini her şey ve herkesten üstün gören bir kişilik sergilemektedirler. Kişinin her şeyi hak ettiği düşüncesi, başka insanları istismar etme, sınır koyamama, kibir, haset gibi ölümcül günahların içine atmaktadır. Bu günahlar ise dokunduğu her ruhu harabeye çevirmektedir.

Bütün bunların neticesinde dindar insan dış dünyanın çekiciliği ile iç dünyasının hakikatleri arasında kalakalmaktadır. İç dünyası enaniyeti terk etmesini söyler iken, dünya ölçüsüzce kendine güvenin bu dünya için olmazsa olmaz şartı olarak öngörür. İç âlemi erdemli olmayı, başkalarının hak ve hukukuna saygıyı, insanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır prensibini, ene değil nahnüyü, ihtiyacından fazlasını vermeyi, hırsın sebebi hasaret olduğunu, arzu ve hevâ üzerine denetim kurmak gerektiğini, çalmamayı, öldürmemeyi, kul hakkına riâyeti vb. gibi insânî değerleri telkin ederken, dış dünya himmeti şahsına hasretmeyi, nemelâzımcılığı, hırsla hayata sarılmayı, içindeki güçle her şeyi başarabilirsin telkinleri vermektedir.

Bütün bunların sonucunda garip bir insan manzarası ortaya çıkmaktadır. Kendini dindar olarak tanımlayıp, nefsinin hevâ ve hevesleri peşinde koşan, rüşvet alan, yolsuzluk yapan, kul hakkını hiçe sayan vb. türlü türlü günahların içine düştüğü bu durumdaki insan, nefsini avukat gibi müdafaa etmektedir. Zaten bu hâle gelmiş nefis insan bedeninde hâkimdir ve hâkim olanın da konuşma hakkı vardır. O da kendini avukat gibi savunur ve içinde bulunduğu günahlara türlü türlü kılıflar üretir. Hâsılı; büyüklerin dediği gibi, nefsi dininin elinde kar gibi erimeyen kişinin dini, nefsinin elinde kar gibi erir.

09.08.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Mehmet Güvenç’in ardından…


A+ | A-

Berat Kandili arefesinde ahiret âlemlerine yolcu ettiğimiz merhum Mehmet Güvenç ile 2003 yazında Barla’da tanışmış, kendisiyle bahçe içindeki o güzel evinde hoş bir sohbet gerçekleştirmiştik.

Kızım balkonda kurulmuş olan küçük salıncakta ağabeyi tarafından keyifle sallanırken, biz de eşimle onun hatıralarını dinlemiştik. Sakin, tane tane konuşurken, imanından kaynaklanan kendisine has bir sükûnet, emniyet ve huzur hâli hâkimdi tavırlarında. Kıymetli eşi ile bize bahçesinden topladığı meyvelerden ikram etmiş, babasının ağabeyinin Bediüzzaman Hazretleri ile yaşadığı hatıralardan bahsetmişti.

Mehmet Güvenç, Bediüzzaman Hazretlerinin 1950’den sonra zaman zaman kaldığı Barla’daki ikinci evinin bakımını üstlenmişti. Zirâ, o da, Barla Lâhikası’nda hizmetleriyle adı sıkça geçen babası Marangoz Mustafa Çavuş gibi ahşap işlerinde ustaydı.

Vefat haberini gazeteden okuduğumda Eylül 2003 tarihli Bizim Aile dergisinde kendisiyle yaptığımız üç sayfa halinde yayınlanan röportajı tekrar gözden geçirdim. O sohbetin küçük bir kısmını paylaşmak isterim…

Ana baba hukuku

“Babam İstanbul’da Devlet Demir Yollarında marangozluk yaparken dedem ‘Hastayım gel!’ deyince işini bırakmış Barla’ya gelmiş. Annemle birlikte dedeme ve nineme bakmışlar. Çok başarılı bir marangozdu. Temelden başlar, binayı sonuna kadar inşâ edip, teslim ederdi. Evimizde sık sık arama yapılırdı. Vefat ettiğinde ben 9 yaşındaydım.

(21. Mektup’ta Mustafa Çavuş’un başarı sırrını şöyle anlatıyor Bediüzzaman Hazretleri: “Ahiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde dünyasında muvaffakiyetli görüyordum, sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakiyetin sebebi o zât ise ihtiyar peder ve validelerinin hakkını anlamış ve o hukuka tam riâyet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşaallah ahiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli!”)

“Bediüzzaman Hazretleri 1934’te ayrılıyor Barla’dan. O yılları bilmiyorum. Hatıralarım 1954’te ikinci kez Barla’ya geldiği döneme ait.”

Vebalıdan kaçar gibi

Üstadın hizmetkârları özellikle de “Ziver Abi” dediğimiz Zübeyir Ağabey gelirdi bize. Zaten Üstad Barla’da 5-6 kişi dışında kimseden bir şey kabul etmezdi.

Çetin şartlardı. Değil, Üstad’la konuşmak, onun konuştuğu kişilerden bile halk vebalıdan kaçar gibi kaçar, yolda görse bakmaz, yolunu değiştirirdi.

Üstad çok kısa konuşurdu. En çok Risâlelerin önemi üzerinde durur “Risâleleri dünyaya okutturacağım. Camiü’l-Ezher gibi vazife yapıyor bu eserler” derdi. Fazla yanında durdurmazdı. Mesajı alınca, gitme zamanının geldiğini anlar, kalkardık. Zamanı çok kıymetliydi. Bazen Doğu’dan gelen eski dostları günlerce Isparta’da kalır, onları kabul etmezdi. Sadece hizmet için gelenlerle konuşurdu.

Su mu karıştırdın?

Üstadın 1920’li yıllardaki Barla’ya ilk gelişiyle ilgili rahmetli ağabeyimin sık sık anlattığı hatıraları var. Üstad geldiğinde köyün her tarafını kontrol ediyor ve göl suyunu içmeye karar veriyor. Ağabeyim Ahmet, Eğirdir Gölünden işlekle (Üstad eşeğe işlek adını vermişti) yaz kış demez suyunu taşırmış. “Git filan yerde, filan kayanın dibinden su getir!” emrini aldığında yola hemen çıkarmış. Bir gün dönüşte arkadaşları oyuna çağırıyorlar, işleği bağlayıp oynuyor, ama testideki sudan da biraz dökülüyor. Çeşmeden üstüne dolduruyor. Üstad suyu içtiğinde daha ilk yudumda “Su mu karıştırdın?” diye soruyor. Ağabeyim meseleyi anlatıyor.

Her kabiliyeti gibi, Üstadın tat alma kabiliyeti de inbisat etmiş. Koca testide yarım bardak karıştırılmış suyu hemen anlıyor.

Üstad ceviz helvasını sever, annemin pişirdiğini kabul edermiş. Karşılığını vererek bu helvayı alır, gelen misafirlerine ikram edermiş. Gerçi ağabeyimin dediğine göre helvanın çoğunu yine ağabeyim yermiş. Çünkü her su getirme dönüşünde Üstad ona bir dilim helva ikram edermiş.

Barla’ya gelince oğullarından alırım!

Üstad Barla’ya ilk gelişinde bizim evde aylarca şecere yazılıyor. Galip Hoca, Şamlı Hafız yazıyorlar.

İkisinin de yazısı çok güzel, kâğıt da Almanya’dan gelen bir metre eninde, kırk metre uzunluğunda rulo halinde özel bir kâğıt. Üstad söylüyor onlar yazıyorlar. Hz. Âdem’den başlıyor, Ehl-i Beyt’e kadar geliyorlar. Sonra araya mahkeme işleri girince Üstad Hazretleri “Bunu sakla! Çocuklarından alırım!” diyor. Babam bir kutu yapıp çatıda saklıyor. Aradan yıllar geçiyor. Babam vefat ediyor. Gerçekten Üstad onu ikinci gelişinde ağabeyimden alıyor. Abim asker dönüşü Isparta’da Üstadı ziyaret ediyor ve şecereyi hatırlatıyor. “Belî, gelince alacağım!” diyor Üstad.

Ben Üstadı ziyaretimde Isparta’daki evde odasında o şecereyi gördüm, ama vefatından sonra kayboldu. Nerdedir bilmem. (Şecere ile ilgili Barla Lâhika’sında (s. 167) bir bölüm bulunmakta.)

Burayı kerih görme..

Bayram Ağabey anlatmıştı. 1950’li yıllarda bir gün Isparta’dan Barla’ya gelmişler. Üstad çay istemiş. Bayram Ağabey hazırlayıp ikram etmiş. Bardakları yıkarken de Üstad Hazretleri “Hazır ol! Gideceğiz!” deyince “Bu köy için bunca yolu gel, yarım saat kal, git?” diye içinden geçirmiş. Üstad hemen yanına çağırarak “Barla mübarek bir yerdir. Burayı kerih görme!” diye onu ikaz etmiş.

Karakavak’taki bahçem…

Risâle-i Nur’ların burada yazılmış olması cemaati çekiyor. Yapılan arazi alım satımları hep Nurcular arasında. Barla diğer yerlerden çok farklı. Buraya gelen memurlar bile ayrılamayıp, emekli olduktan sonra yerleşiyorlar.

Cennet Bahçesi restore edildi. Evlerden restore edilenler var. İlk zamanlar aslına uygun olmadığı için Cennet Bahçesindeki restoreye tepki gösterdik, ama gördük ki herkes beğeniyor.

Benim Karakavak denilen mevkide bir bahçem var. Orayı vakfa hibe ettim. Ceviz ve çeşitli meyve ağaçları var. Ama bakım istiyor. İstiyorum ki gelen misafirler gitsinler, orada piknik yapsınlar. Çünkü Barla’da piknik yapabilecek rahat bir alana ihtiyaç var.

***

Evet, o güzel sohbetten kısaca aktaracağımız kısımlar böyle. Son ifadeleri ise bir nev’î vasiyet mahiyetinde değil mi sizce de?

***

Şairin dediği gibi “Güzel insanlar, güzel atlara binip gidiyorlar”. Bize de arkalarından gıpta ve hasretle bakmak kalıyor. Mehmet Güvenç Ağabey de onlardan bir tanesi.

Kabri pürnur, mekânı Cennet bahçelerinden bir bahçe olsun.

Çok değerli aile fertlerinin de başları sağ olsun.

09.08.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

40 yıl yetmez, 400 yıl kalın!


A+ | A-

Hak, hukuk ve adaleti sadece kendisi, ülkesi ve vatandaşı için isteyenlerin ‘dünya lideri’ olduğu dünyada huzur ve sükûn olması mümkün değil. Bunun en çarpıcı örneklerini Irak, Pakistan ve Afganistan’da yaşanan hadiseler ortaya koyuyor.

Güya terörü önlemek için bu ülkelere örtülü ya da açık şekilde müdahale eden Amerika ve İngiltere’nin başını çektiği ‘koalisyon ortakları’ bu ülkelere, bölge ülkelerine ve dolayısı ile dünyaya huzur getiremedi. Getirmeleri de mümkün değil, çünkü ‘iyi’yi sadece kendileri için isteme gibi bir yanlışın içindeler.

İngiltere’nin bu ay sonunda göreve başlayacak olan yeni Genelkurmay Başkanı General David Richards, koltuğa oturmadan önce çok önemli bir ‘müjde’ vermiş. Yeni müjdeye göre Afganistan’a huzur götürmek için her ‘türlü tehlikeyi göze alarak’ bu ülkeye giden İngiliz askerleri, daha 30-40 yıl Afganistan’da kalabilecekmiş.

İngiliz general, The Times gazetesine yaptığı açıklamada, “Britanya ordusunun Afganistan’daki rolünün değişebileceğini” de belirtmiş. General Richards, bir adım daha atmış ve NATO birliklerinin Afganistan’dan tamamen çekilme ihtimali bulunmadığını da söylemiş. (AA, 8 Ağustos 2009)

Hatırlamak lâzım ki, Afganistan’daki NATO gücü bünyesinde 9 bin İngiliz askeri görev yapıyor ve devam eden ‘savaş’ta 2001’den bu yana 195 İngiliz asker çatışmalarda ölmüş.

Bir ülke, başka bir ülkede yarım asır boyunca ve böyle bir maksatla asker bulundurursa buna ne denir? İngiltere, tarih boyunca onlarca ülkeyi sömürmüş bir devlet. Afganistan örneğinde sergilenen durum, sömürmenin yeni bir şekli ve boyutu olarak anlaşılması gerekmez mi? ‘Koalisyon ortakları’ Afganistan’a adım atarken dünyayı ne diyerek kandırmışlardı? Onlara göre bu ‘savaş’ çok kısa sürecekti. Ama çoğu zaman olduğu gibi evdeki hesap çarşıya uymadı ve bundan sonrası için yarım asırlık tarih veriyorlar.

Dünyanın bu hadise karşısında sessiz kalması mümkün değil ve sessiz de kalmamalıdır. Nasıl ki ABD, bugün yaptığı değerlendirmelerde Irak’ı işgal etmiş olmaktan dolayı pişman olmuş. Uzun dönemde aynı itiraflar, Afganistan için de dile getirilmeye aday. Çünkü hiçbir ülke dışarıdan ve bu kadar açık bir müdahale ile ‘normal’e döndürülemez. Başta ABD olmak üzere ‘koalisyon ortakları’ Afganistan’da gerçekten huzur ve barış istiyorlarsa bunun yolu İslâm dünyasını harekete geçirmektir. Kimse “İslâm parça parça olmuş, kim bu işi yapar?” demesin. İstenir ve arzu edilirse, belki bir yılda değil ama 5 ya da 10 yılda bu problemler ortadan kalkabilir. Yoksa İngiltere ya da benzer ülkelerin askerleriyle Afganistan’da kalıcı barışı sağlamak kolay değildir.

Kendilerini ‘dünya lideri’ olarak tanıtan ülkeler, maddî imkânlarıyla Afganistan’ın dağlarını ve bağlarını bombalamayı bir kenara bırakıp, bir an önce işgal ettikleri toprakları terk etsinler. “İslâm Konferansı Teşkilâtı” gibi kuruluşlara imkân ve fırsat verilirse; İngiltere ve Amerika metodlarından daha kalıcı çareler bulunabilir.

“Hak, hukuk ve adalet sadece bizim vatandaşlarımıza lâzım. Afganistan’da yaşayanlar ‘esir’ olarak kalsın” deniliyorsa bu yolla barışa ulaşmak mümkün değil. İşgaller sona ermeden değil 40 yıl, 400 yıl da kalınsa çözüm mümkün görülmüyor vesselâm.

09.08.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.