10 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Faruk ÇAKIR

Brüksel’deki Hamza’lar


A+ | A-

Yaşlı kıt’a Avrupa’nın, önümüzdeki yıllarda büyük ölçüde İslâm’a teslim olacağı şeklindeki haberler her geçen gün artıyor. Bu müjdeli haberlerden biri de İngiltere’de, Telegraph gazetesinde yayınlandı. Telegraph Gazetesinin aktardığı çeşitli araştırmalara göre, 27 üyeli AB’de 2050’de nüfusun yüzde 20’si Müslüman olacak. Bazı şehirler bu oranı şimdiden yakalamış vaziyette.

Geçen yıl Avrupa nüfusunun sadece yüzde 5’inin Müslüman olduğunu belirten Telegraph, ABD’nin Göç Politikası Enstitüsü’nün 2050 yılında Avrupa nüfusunun yüzde 20’sinin, Müslüman olmasını öngördüğünü aktarıyor. Bunun sebebi de, Avrupa’nın yerlileri arasında doğum oranları düşerken Müslüman ülkelerden Avrupa’ya göçün sürekli artmasıymış. Hatta İngiltere, İspanya ve Hollanda’daki bazı şehirlerde Müslüman nüfusun oranı şimdiden ‘şaşırtıcı’ rakamlara ulaşmış. Avrupa Parlamentosu için araştırma yapan Macar ekonomist Karoly Lorant, Marsilya ve Rotterdam’da nüfusun yüzde 25’i, Malmö’de yüzde 20’si, Brüksel ve Birmingham’da yüzde 15’i ve Londra, Paris, Kopenhag’da yüzde 10’unun Müslüman olduğu sonucuna varmış. (Radikal, 9 Ağustos 2009)

Rakamlar ve tarihler değişse de değişmeyen bir gerçek var: Avrupa’da yaşayan Müslümanların sayısı hızla artıyor. Bu artışı sadece Avrupalıların yaşlanmasına bağlamak da doğru değil. Bilhassa 11 Eylül 2001 ‘İkiz Kule’ saldırısı sonrası İslâm aleyhinde yapılan propagandaların ters tepmesi ve ‘merak’ neticesi İslâmı araştıranların ‘fıtrat dini İslâma teslim olmaları’ da söz konusu.

İngiltere’nin ‘sağcı’ gazetesi Telegraph, bu yayınıyla Avrupalıların içine ‘korku’ salarak, cemiyeti İslâmdan ve Müslümanlardan uzaklaştırmak istiyor olabilir. Fakat günümüz şartlarında bunun çok da mümkün olmadığı söylenebilir. Artık insanlık uyandı ve hakikati arıyor. ‘İfsat şebekeleri’ İslâmı perdelemeye çalıştıkça ‘fıtrat dini olan İslâm’ her geçen gün biraz daha parlıyor.

Aslında İngiliz gazetesi de hakkı teslim etmiş ve son araştırmaların; Avrupa’daki Müslümanların radikalleşeceği korkusunun boşa çıktığını gösterdiğini hatırlatmış.

Bununla birlikte, ‘doğru İslâm’ın tanınması ve tanıtılmasına duyulan ihtiyaç da her geçen gün biraz daha artıyor. Çünkü Avrupa’da ve dünyada İslâm’a hâlâ şüphe ile yaklaşan büyük bir kitle var. Nitekim, aynı haberden öğrendiğimize göre 2006’da ABD Hava Kuvvetleri’ne Avrupa ile ilişkiler konusunda sunulan bir raporda, Müslümanların getireceği değişimden Avrupa dış politikasının önemli ölçüde etkileneceği belirtilmiş. Değişiklikten kaygı duyan da Amerika. Raporda, ABD’nin Ortadoğu politikalarının önümüzdeki yıllarda ‘güçlü meydan okumalarla’ karşılacağı görüşü yer almış. Bu şu demek: ABD, Ortadoğu başta olmak üzere İslâm dünyasıyla ilgili olarak keyfine göre hareket edemeyecek, Müslümanlar yeri ve zamanı geldiğinde ‘dur’ diyecek. ABD’nin telaşı bu sebepten...

Avrupa’da doğan çocuklara verilen isimler bile değişimin geldiği noktayı gösteriyor. Buna göre Avrupa’daki Müslüman nüfusunun 2015’te bir kez daha katlanması bekleniyor. Meselâ, Brüksel’de erkek çocuklara en çok konulan ilk yedi isim artık Muhammed, Adem, Rayan, Eyüp, Mehdi, Emin ve Hamza diye sıralanıyormuş.

İnşallah bu isimlere Said’ler de ilâve olur...

10.08.2009

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Tam dumansız trafik sahası


A+ | A-

Geçen haftaki yazımızda sigarayı yerden yere vurduk, kamuya açık kapalı mekânlarda sigara içilmesini yasaklayan uygulamayı bütün kalbimizle desteklediğimizi dile getirdik ve son söz olarak şunu söyledik: “Soluyun temiz havayı özgürce.”

Yazı bu haliyle noksandı, tamamlanmaya muhtaçtı.

Niye noksandı?

“Soluyun temiz havayı” diye öğüt vermek kolaydı. Temiz hava nerdeydi? Nerde bulacaktık da soluyacaktık?

Cevapları verilmeliydi.

İşte bu yazımız bu niyetle kaleme alındı.

Şehrin dört bir yanı afişlerle donatılmış: “Tam Dumansız İstanbul”, ”Dumansız Hava Sahası”

Her halde şu mesaj verilmek isteniyor: Sigara içme yasağı ile birlikte İstanbul dumansız bir havaya kavuşacak.

Tamam, bütün faturayı sigaraya çıkaralım. Ama gerçeklerin perdelenmesine izin vermeyelim.

Sigarayı tamamen hayatımızdan çıkarsak, yasaklasak... Temiz hava soluyabilir miyiz?

Sanayi kuruluşlarının bacalarından... Bedava dağıtılan kömürlerden...

Ve 3 milyona yakın motorlu aracın egzosundan çıkan karbonmonoksit ve diğer zehirli gazları...

Afiyetle soluyoruz.

Sigara içmiyoruz ama... Daha beter zehirleniyoruz. Tutarlı olmalıyız. Bir taraftan pasif içicileri korumak uğruna sigaraya savaş ilân ederken... Diğer taraftan havayı kirletmek için ne gerekiyorsa yapıyoruz.

Devletin ve belediyelerin en başta gelen görevi, vatandaşlarının sağlığını korumak olmalıdır. Alınacak tedbirler belli: Sanayi tesislerinin şehir dışına taşınması, arıtma sistemlerinin kurulması, kalitesiz yakıt kullanımının yasaklanması... Ve tabiî toplu ulaşıma ağırlık verilmesi.

Bunun üzerinde duralım.

Yol genişleterek, yeni yollar açarak, kavşaklar, tüneller köprüler inşa ederek, kördüğüm olan trafiği çözmeye uğraşıyoruz.

Boşuna. Harcanan emeğe de, zamana da, paraya da yazık.

Teşhisi doğru koyalım. Sorun fiziki şartların yetersizliğinden değil. Araç sayısından kaynaklanıyor.

Yollarımız sekiz şeritli de olsa nafile... Dağ başında değil, şehir içindeyiz.

Trafik lambaları... Şerit eksilmesi... Yayalar... Kazalar, arızalar... Sürücü hataları...

Trafik akışını olumsuz etkiliyor. Bir dakikalık bir yavaşlama veya duraklama bile... Yüzlerce aracın yığılmasına yetiyor.

3 milyon araç... Bir konvoy oluşturulsa uzunluğu binlerce km’yi bulur. Bu konvoy... Alt tarafı bir kaç yüz km uzunluğunda bir parkurda...

Aynı saatlerde... Aynı iş merkezlerine doğru... Saydığımız engelleri aşarak ilerleyecek.

Lunaparkta çarpışan otomobiller gibi. Bu şartlarda aslında trafiğin tıkanmasından ziyade akmasına şaşırmalı. Bu bir mu'cize.

Saatler sürse de neticede kimse yolda kalmıyor! Şükredelim!

Ya toplumsal maliyet? Kazalar, yaralanmalar, ölümler... Kaybedilen zaman... Boşa harcanan yakıt... Yıpranan sinirler... Hava kirliliği...

Çare?

Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok, seneler önce bulunmuş. Metro.

Nüfusu çok daha az olan Avrupa şehirlerinde metro ağı yüzlerce km’yi bulurken, 15 milyon nüfuslu bir metropolde gerçek mânâda metronun uzunluğu 15 km’yi geçmiyor.

Gelmiş geçmiş bütün sorumluların ayıbıdır bu.

Gecikmeyle de olsa, yavaş da ilerlese son yıllarda toplu taşımacılığa önem verildiğini görüyor ve takdir ediyoruz. Meselâ hizmete sokulan metrobüsün, bazı eleştirilere rağmen ulaşıma çok büyük katkısı olmuştur. Günde 700-800 bin kişi, trafik kargaşasına girmeden taşınabiliyor.

Yetkililerin açıklamasına göre 80 bin araç sahibi artık metrobüs kullanıyormuş. Kaliteli hizmet sunarsanız daha pek çok özel araç sahibi toplu ulaşım araçlarını tercih edecek.

Kaliteli hizmet derken... Balık istifi olmayan... Gazetelerin, kitapların rahatça okunabileceği...

Hızlı ve güvenli... İnsana saygı duyan... Çağdaş hizmeti kastediyoruz.

Bu sağlanırsa; trafik sorunu büyük ölçüde kendiliğinden çözülecek...

Zaman, para ve yakıttan tasarruf edilecek... Sinirler gerilmeyecek...

Kazalar azalacak... Ve yazı konumuz olan “temiz hava” solunabilecektir.

10.08.2009

E-Posta: [email protected]



Hasan GÜNEŞ

Ruhun tatili


A+ | A-

Bereket ve rahmet ayı Ramazan iyice yaklaştı. Yaz artık bitiyor. Yazla birlikte tatiller de bitiyor. Ramazanı daha zinde ve sağlam bir zihin ve kalble karşılayacağız İnşallah. Bazı duygularımız belki de dinlenmenin ulvî ve nezih keyfini sadece Ramazan’da tadacak.

Tatilde zihinlerimizi ne kadar dinlendirebildik, ruhumuzu ve kalbimizi ne kadar tazeledik? Şüphesiz dinlenmek de çok kolay değil. Hayat hep inşaat işçiliği gibi değil! İşten sonra sırtüstü yatınca her şey bitmiyor. Hani meşhurdur, Sokrat tatilden dönen bir arkadaşıyla karşılaşmış. Arkadaşı “Hiç dinlenemedim” diyerek şikâyet edince, Sokrat: “Tatile, muhtemelen kafanı da götürmüşsün” demiş. Tatile neleri götürdük, neleri bıraktık? Dönüşte nelerle nasıl geldik?

Binlerce sene öncesinin tatili ile şimdiki tatil ne kadar farklı ise, kafanın içinde dolaşan problemler de o kadar farklı ve o kadar karmaşık. Hele zamanımızın tatilleri ekseriyetle kendisi de ayrı bir problem olduğu için zihinleri dinlendirmek ve tazelemek iyice zorlaşıyor.

Evet tatile kafayı götürmemek mümkün mü? İş veya meşguliyetlerle ilgili problemleri yerinde bırakıp yeni bir sayfa açıp rahat bir tatil yapmak kolay mı? Aslında Sokrat, kafa gittiği zaman içindekiler de mutlaka gidecek diye düşünmüş. Kafatasını kesip bırakmak mümkün ama kafayı ya da aklı bırakmak mümkün değil. Evet kafayı boşaltmak imkânsız. Gerçekte de mesele insanın yapısıyla ilgili. İllâ kişinin Sokrat ve arkadaşı gibi filozof olması ve derin konularda akıl yürüten çalışmalar yapması şart değil. Risâle-i Nur’da da ifade edildiği gibi, insan akıl sahibi olduğu için, geçmiş ve gelecekle alâkadardır. Geçmiş hadiselerin tortuları zihninde insanı rahatsız etmeye devam eder. Gelecekten ise duyduğu endişe şu fâni dünyada ebedî kalacakmış gibi planlar yapıldığı için büyüktür, korkutucudur ve yıpratıcıdır.

Demek ki, konu sadece tatil ile ilgili değil. Kişinin tatilde gerçekte dinlenebilmesi için, yıl boyu hatta ömür boyu, faaliyetleri ve yaşantısı için düzgün bir hayat felsefesi ve istikametli bir rota belirlemeli. Tıpkı bir maraton koşucusu gibi nefesini uzun vadeli bir koşuya hazırlamalı ve uzun bir mesafeyi yönetmek için program yapmalı. Büyük hedefler için büyük sermayeyi, küçükler için ise küçük sermayeyi tahsis etmeli.

Hatırlanacağı üzere Risâle-i Nur’da, “Ölüm ve âhireti düşünmeden hayatın her türlü zevk ve lezzetini almak istiyoruz” diyenlere cevap olarak, bunun mümkün olmadığı, çünkü insanın akıl sahibi olduğu izah edilir ve “Aklını çıkar at, hayvan ol!” denilir. Sokrat’ın ifadesiyle kafa varsa akıl da içinde olacak ve o da beraber gelecek. Tabiî insan olmak kaydıyla.

Kafayı bırakmak ya da aklı çıkarıp atmak mümkün olmadığına göre ne yapmalıyız?

Bir insan, içinde farklı kabiliyetler ve statülerde yüzlerce çalışanı olan muhteşem bir saray hatta bir fabrika gibidir. Veya mühim bir seferi icra eden bir ordu gibidir ve insan onda bir kumandan-ı azamdır. Çalışanları, akıl, kalb, ruh ve dimağ gibi had ve hesaba gelmez maddî-manevî cihaz ve duygulardır. Bilindiği gibi Risâle-i Nur’da bu hususları detaylı olarak izah eden bahisler vardır. İnsan bu şehirde, bu fabrikada veya bu orduda iyi yönetici olmalı. Her bir cihaz ve duyguya uygun işler vermeli, aralarında iyi bir koordinasyon sağlamalı. Görünüşte kolay göründüğü için diğerinin işini kapan, ya da tembellik ve ihmal ile görevini terk eden veya işe nereden başlayacağını bilemeyenleri eğitmeli ve yönlendirmeli. Şüphesiz bunun için onları iyi tanımalı.

Meselâ geç kabul etmekle birlikte, kabul ettiği şeyleri kolay kolay terk edemeyen ve sevdiği şeye karşı her şeyini feda edip sımsıkı sarılan kalbe, her işi özellikle dünyevî ve fâni işleri vermemek gerekiyor. “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lâzım” ifadesinde olduğu gibi, “Samed âyinesi olan kalbi” bâki şeylere yönlendirmek gerekiyor. Her fâni şey onu, bırakın yormayı, bir diken gibi batmakta ve yaralamaktadır. Onun dinlenmesi ebedî ve bâki olanları sevmesindedir.

Hikmet hazinelerinin bir anahtarı olan akla, tabiat karanlıklarında iş vermemek gerekiyor. Ya da Sokrat ve bir kısım arkadaşlarında olduğu gibi, yeryüzünde, açık havada büyük mesafeler alması mümkün olan aklı, yer altı dehlizlerine sokup karanlık ve bataklıklarda boğulmaya mahkûm etmemek gerekiyor. Ya da kalb ve ruhun bir çırpıda uçup geçeceği engin denizlerde, derin vadilerde ve büyük uçurumlarda aklı yalnız bırakmamalıyız.

Belki de, en çok çalışırken dinlenmeyi bilmeye ve öğrenmeye ihtiyacımız var. Bu da yerinde bir iş dağılımı ve sağlam bir tevekkül ile mümkün.

10.08.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Afganistan seçimleri


A+ | A-

Amerika ve İngiltere’nin askerî varlığı ve operasyonlarını arttırdığı Afganistan’da 20 Ağustosta devlet başkanlığı seçimi var. ABD ve müttefiklerinin bütün şikâyetlerine rağmen yine de desteklemeye devam ettiği Hamid Karzai’nin tek dişe dokunur rakibi ise Karzai’nin eski dışişleri bakanı Abdullah Abdullah...

Karzai üç dönemdir ülkede egemen. Her türlü yolsuzluk ve uyuşturucu kaçakçılığının bizzat hükümetin karışmasıyla sürdüğü ülkede, Taliban’ın faaliyeti sürüyor.

Özbek lider Raşid Dostum bile Türkiye’den giderek Özbek oylarını Karzai’ye yöneltmeye çalışıyor. Eski Helmand Valisi ve Karzai’nin en büyük destekçisi Muhammed Akhundzade Afganistan’ın en büyük uyuşturucu kaçakçısı. Karzai onu tekrar Helmand Valisi yapmak isteyince Amerikalılar karşı çıktı. “Hiç değilse ben parayı hükümete ve askerlere harcıyordum. Şimdi ise (uyuşturucudan elde edilen) para Taliban’a gidiyor ve İngiliz ve Amerikalıların öldürülmesinde kullanılıyor” diye kendisini savunuyor. Merd-i Kıpti!

Karzai ailesini Mafya ailesi olarak niteleyen muhalifler bir örnek veriyor: 2007 Mart ayından 2008 yılı Mart ayına kadar bir yıllık Maliye Bakanlığının topladığı gelirin 800 milyon dolar olduğu açıklanmış. Halbuki bunun 2 milyar 400 milyon dolar olması gerekiyordu. Aradaki fark kayıp.

Ancak ABD ve müttefikleri operasyonlarını yoğunlaştırdıkları bu yeni dönemde orada bir iktidar değişimini istemiyorlar. Bütün yolsuzluklarına rağmen tanıdıkları ve hiçbir şeye hayır demeyen Karzai ile çalışmaya devam etmek istiyorlar.

Ancak Abdullah’ın oylarının gittikçe artıyor olması, ABD yönetimini biraz telâşlandırdı. Dışişleri Bakanı Clinton dün ‘Afganistan’da seçimi kazananla çalışmaya hazır olduklarını’ açıkladı. Ayrıca Karzai de ABD desteğinin kendi aleyhine çalıştığının farkında. Onun için sık sık ABD ve müttefiklerinin Afgan hükümetini yok saymasından ve kontrolsüz saldırılarından şikâyet ederek, kendisine işgalcilere muhalif halk arasında destek bulmaya çalışıyor.

Afganistan’daki savaşın ne zamana kadar süreceği belirsiz. Taliban güç kaybetmek yerine, daha fazla güç kazanıyor. Özellikle kırsal kesimdeki egemenliği çok bariz. Bu durumda ABD yönetimi bile ilk hedeflerinin Taliban’ın yükselişini durdurmak olduğunu açıklıyor. İngiltere’nin yeni genelkurmay başkanı General David Richards, 30-40 yıl daha Afganistan’da kalabileceklerini söylüyor.

Bütün bunlara rağmen 20 Ağustostaki seçimleri Hamid Karzai’nin tekrar kazanacağını düşünüyoruz. Ancak Afganistan’daki savaşı kimin kazanacağı belirsiz. Bu ucu görünmeyen savaşta, ülkeye onbinlerce asker yığan ABD ve müttefiklerinin Batının en çok şikâyet ettiği uyuşturucunun gözlerinin önünde üretilmesi ve Batıya satışına seyirci kalmaları da tuhaf bir ironi oluşturuyor.

Seçimi ve savaşı kimin kazanacağı kesin olmasa da, kesin olan bir şey var: Afgan halkının çilesi daha uzun yıllar sürecek.

10.08.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Sosyal hadiseler ve biz


A+ | A-

Efkâr-ı âmmenin sosyal hadiselerdeki yanılması o kadar sıklıkla vukua geliyor ki, zamanla bu toptan yanılmalar manevî yangınları da tetikliyor: Belki yarım asır, hatta çeyrek yüzyıl önce bu denli değildi. Medeniyetin harikaları dünyamızı bir köye dönüştürünce, zaman zaman teknolojiyi gasp eden “yanlışçıların”cemiyeti toptan yanılttıklarına şahit oluyoruz. Bilhassa küresel hedefleri olan, dünyayı esas maksat edinmiş ve doğruların ortaya çıkmamasına büyük gayret sarf eden “global cereyanların” cemiyetlerin toptan iğfalini hedeflediklerini bilmeyenimiz yoktur. Bu korkunç küresel tahribata karşı cihanşümûl tamir vazifesini üstlenmiş Risâle-i Nur´u okuyanların da dikkatlerine bazı meseleleri arz etmek istiyoruz.

12 Eylül 1980 İhtilâlini yaşayanlar hatırlayabilirler: Zıtların yüz seksen derece ters yüz edildiği bir dönemdir. Bediüzzaman’ın “Adalet külahını zulüm başına geçirmiş, hamiyet libasını hıyanet ucuz giymiş, cihad ve hem gazaya bağy ismi takılmış, esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî hürriyet namı verilmiş...” diye tasvir ettiği bir dönemin gelişine cereyanın mahiyetini bilenler engel olamamışlardı. On- on beş sene sonra bitamamiha ortaya çıkacak doğruları o günde seslendirenler, hemen hemen dışlanmışlardı. Güneş tutulmasından da kara, cemiyet bir zihnî tutulmaya maruz kalmıştı. ANAP’a veya Evren’e itiraz edenler aforoz ediliyorlardı.

Buna benzer tipik bir başka toplumsal husufu (tutulmayı) da Erbakan’ın hareketinin yenilikçi ve gelenekselci denilerek ortadan şak diye ikiye bölünmesinden sonra yaşadık. Vitrinler dinî cemaatlerde temayüz etmiş insanlarla dolduruldu. 28 Şubat’ın zulümlü kara günlerinde Kemalistlerce çamura tutulan kadroları, Meclisi, hükümeti, yüksek bürokrasi ve yerel yönetimleri öylesine süslemişlerdi ki, düne kadar itilip kakılmış insanlar “İşte Asr-ı Saadet!..” diye sevinçle birbirlerine sarılıyorlardı. Tekye, dershane, zaviye ve medreselerde iktidar kadrolarına toptan duâlar ediliyordu. Sonra tekrar güneşi engelleyen perdeler çekilmeye başladı, yakında tamamen çekilecekler.

Bediüzzaman’ı dinlemeyip, hadiseleri arzu ve menfaatlerine göre yorumlayanları yeni “inkisarlar” bekliyor, kanaatindeyiz.

Risâle-i Nur’un yüzlerce yerinde ümit ve şevk bahisleriyle karşılaşırız. Üstadımızın hadisat-ı âlem vesilesiyle bu istikametteki yorumlarını da hatırlıyoruz. Bizi ataletin zindanından ve yeisin darağacından kurtaracak şevke medar şeyler elbette güzeldir. Fakat olayları yanlış okuyarak fevkalâde dehşetli ve badireli gelişmeleri “ferec” ile karıştırmak; Müslümanları psikolojik olarak Uhud’un nihayetine götürür. Hatta bazan kendilerini “şerîr” lere duâ pozisyonuna da düşürebilir.

Sosyal hadiseleri tahlilde insanın merkezde olduğunu, merkezdeki ideal insanın da Efendimiz (a.s.m) olacağını elbette biliriz. Fennin bazı kanunlarının sosyal sahada tatbiki her zaman mümkün olmayacaktır. Bu hadiseler cüz’i ihtiyarîmizle alâkalı olduğundan, “Tekvin” sıfatından gelen nevamis-i İlâhiyedeki kanunlarla mukayese edilemezler. Bir tarafta kaderî tecellî ve boyutlarda rol alan ınsanın iradesi, diğer yanda ezelî ilmin programladığı, insan irade ve kisbinin ulaşamadığı, melekûtî perdelerle kapalı “küllî iradenin” kudret ve iradesi ile hakim olduğu bir saha...

Vahyin muttarid mesajlarla mütemadiyen bize verdiği derslerden oluşacak sosyal neticeleri, sabit fıtrat kanunlarıyla karşılaştırmak her zaman kolay değildir. Arzu ettiğimiz ideal içtimaî toplumun hakikate muvafık olup olmadığını tesbit ettirmeden, içtimaî fert ve heyetleri arzumuza dâvet ne denli doğru olur ki... Hele bir de istediğimiz hedefe hareket etmeyenleri “aykırılık” la, “marjinallik” le suçlamak... Sakın insanlığı çağırdığımız cihet, ehl-i dünyanın telkinleriyle dünyamızda oluşmuş “hayalî cennetler” olmasın...

Seyrettiğimiz sosyal hadiselere doğrudan âyet ve hadis penceresinden bakabilir miyiz? Yani, ilmî altyapımız veya alet ilimlerimiz buna yeterli mi? Cevabımız “hayır” ise, geriye Kur’ân’ın zamanımızdaki tefsiri olan Risâle-i Nur’un adesesinden bakmak kalıyor. Buradan bakabilmek için de; Üstadın, imanî hakikatlerin arasına serpiştirdiği, bilhassa lâhika mektuplarında vurguladığı ve bazı müdafaalarda seslendirdiği prensip, üslûp ve metodları hazmetmek gerekiyor. Yani “meslek ve meşrep” dediğimiz realiteyi kasdediyoruz. “Mesleksizlik sevilmez” düsturunun penceresinden dikkat edildiğinde, son zamanlarda “meslek ve meşrepleri” de bütünleme arzusuyla yola çıkanlar; hayal kırıklıklarıyla, yorgun ve eli boş olarak ayrıldıkları noktaya döndüklerini, fakat döndüklerinde kervanın çoktan oradan ayrıldığını göreceklerdir.

Son zamanlarda insanı hedef alan ve felsefeden mülhem yüzlerce tabirle karşılaştıkça, mânâların bizi hangi kayalıklara götüreceğini merak ediyoruz. Tamamen Kitap ve Sünnetin çerçevesi dışında, Amerika ve Avrupa'da rağbet gören psikolojik ve pedagojik düşünceler çerçevesinde İslâm diyarında kısmen tercüme ile kullanılan bu tabirlerin itikadî ve amelî yaşantımıza tamamen ters olduğunu gecikmeli anlıyoruz. Maalesef bilimsellik hastalığı, yenilikçilik kaygısı ve bazı komplekslerle bizde de kullanılan bu tabirlerin, Risâle-i Nur'un ruhuna uymayacak şekilde istimalleri dikkatimizi çekiyor. Zevahiri kurtarmak için âyet, hadis ve risâlelerden yapılan iktibaslarla, felsefî tabirlerin hedeflediği mânâları yan yana getirdiğimizde, işin aslı tamamen ortaya çıkıyor.

Kendini keşfetme, hayatı okuma, zaaflarını giderme, fıtrî kapasiteyi kullanma, pozitif düşünme, başarılıları modelleme ve daha birçok aktüel tabirin fıtrî ihtiyaca binaen ortaya çıktığını iddia edenler belki doğru söylüyorlar. Yanlış olan, Kur'ân´da, Sünnette ve Risâle-i Nur'da her duyguyu doyuracak, her istidadı inkişaf ettirecek; nefis, duygu ve biyolojik yapımızdan kaynaklanan zaaflarımızı giderecek dersler, felsefeden yüz kat daha ziyade iken; tembellik, görenek, nefse hoş gelme, popülistlik ve ülfetin tasallutuyla dinsiz felsefenin icadları olan alet ve metodlara tenezzül etmek, Risâle-i Nur Talebeliğine uygun düşmüyor. Tefsirleri, hadisleri ve Risâle-i Nur'ları, günümüz eğitim fakültelerindeki hocalarla başbaşa vererek daha iyi anlamak için yapılacak çalışmalar hem izzetimizi, hem gençliğimizi ve çocuklarımızı yanlış terbiyelerden ve hem de İslâmî terbiyeyi dinsiz Avrupa'nın tasallutundan kurtaracaktır.

Felsefenin adeselerinden bakarak veya onun aletlerini kullanarak yanlışları biraz daha müşahhaslaştırmak istiyoruz: Meselâ birileri “kimliğini iyi ve sağlıklı tanımlama”dan bahsedebilir. Felsefenin kullandığı “süreçleri” de dillendirebilir. Kimlik oluşturma süreci toplumsal bir tekâmül süreci ise; Asr-ı Saadetin “en mükemmel” sosyal yapı olmaması, asr-ı nur diyebileceğimiz Üstadımızın yaşadığı zamanlardan uzaklaştıkça sosyal hayatın daha mükemmel olması gerekmez mi? Tabiattaki kanunlar için kullanılan tabirler ve kalıpların, Asr-ı Saadet ve onun yansıması olan zamanları ifade etmesi mümkün değil. Batı felsefesi sosyal hadiselere de maddî nazar, teori ve kalıplarla baktığından, insanlığa bu alanda doğru birşey verememiştir.

Veya “bütünün parçaları” veya “organizasyonun parçaları” olmak şeklindeki ifadelerin müsbet olarak verilmesi de yanlış anlamalara kapı açabilir. Mü’minler “ümmet” olarak bütündeki yerlerini zaten almışlardır. Vücutlarına mutabık organizasyonu tamamlamadaki görevlerini bin dört yüz senedir ifaya çalışıyorlar. Genel mânâda insaniyetin oluşturacağı bir bütün veya organizasyondan bahsediliyor ise, bunun mümkün olmadığını veya olamayacağını; iddianın ise belki kulağa hoş gelen bir slogan olduğunu söyleyebiliriz. Farklı yapı taşlarına, işleyiş biçimlerine, kırmızı çizgilere ve fonksiyonlara sahip sistemler, yalnızca kendi fıtrî âlemlerinde cereyan ederler.

Günümüzdeki lokal ve global içtimaî hadiseleri “moda düşünceler” zaviyesinden ele aldığımızda, kendimizi bazan din karşıtı Batı felsefesinin labirentlerinde bulabiliriz. Çoğu kez materyalist Batı felsefesi maddî ilimlerdeki kanunlarla sosyal hayatı ihataya kalkışır, projeler üretir ve neticede bir çeşit “sosyal mühendisliğe” kaymış olur. Halbuki hem tarih, hem de içerisinde yaşadığımız hadiseler bu usûlün yanlış olduğunu hep ortaya koyuyorlar. Büyük para ve imkânlarla piyasaya sürülen “sosyal fikirlerin” de belli proje mühendisliklerinin birer parçası olduğu, neticeler harmanlandığında ortaya çıkıyor.

Halbuki Risâle-i Nur Talebeleri basiretleriyle bu insaniyet dışı projelere ta başından itibaren ism-i Hakîm’in gereği olarak itiraz etmelidirler. Zira dünyamızın hayat-ı içtimaîyesi mazide olduğu gibi fıtrî mecralarda seyretmiyor artık. Hayatın büyük akış yollarını değiştirmeye matuf “küresel cereyanları” az-çok hepimiz görüyor veya duyuyoruz. Bu dehşetli cereyanlar, seller ve yıkılışlar arasında, “insanî ortak kimlikte bütünleşmek üzere” kendimizi akıntıya bırakmamızın, mahvolmayı netice vereceğini de bilmeliyiz.

Burada “marjinal” ile “tepkisel” kelimelerine değinmekte fayda var. Marjinal, marjinalleşme veya marjinal kalma tabirlerini genellikle siyasî literatürde duymuşuzdur. Dünya siyasetini, idaresini, menfaatini veya şöhretini asıl gaye edinmiş hareketler için daha çok kullanılan bu kelimeyi, ahiret hayatını hedeflemiş, vahiyden beslenen ve Sünnet pratiğinde yaşamak isteyenler için elbette kullanamayız. “Senin vazifen yalnızca tebliğdir” emrine muhatap, “Hidayet senin elinde değil” ikazını işiten ve birçok peygamberin, risâlet vazifeleri neticesinde kalabalıklara sahip olamadığını bilen Nur Talebeleri için marjinalleşme endişesi ve kompleksi hiçbir zaman söz konusu olamaz.

Bazen de müstakim şahs-ı manevîye tâbi olan Nur Talebelerini “tepkisellikle” ittiham edenlerimiz de olabilir. Evvelâ sloganın mahiyetine bakmakta fayda var: Eğer tepkiden; itiraz, red, def etme, karşı koyma ve hiç olmazsa yüz çevirme kastediliyorsa, “tepkisellikle itham” üslûbu da bitamamiha yanlış oluyor. Mü’minin şiarı günaha tepki göstermektir. “Def’-i şer celb-i nef’a racihtir” hukukumuzun bir prensibidir. Emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker yaşayışımızdır. Peygamber pratiğine karşı çıkanların uydurdukları sloganlarla fark ettirmeden Müslümanları pasifize etmek, Nurları okuyanlara düşmemelidir.

10.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

İyiliksever, cömert ve paylaşımcı birisiyle evlenin


A+ | A-

İsterseniz, iyiliksever ve paylaşımseverlerle konuşun. İstisnasız diyecek: İyilik, paylaşım zevktir, lezzettir, mutluluktur. Paylaşım eksiltmez, artırır. Ömrü de, huzuru da, mutluluğu da.

İnsanı yücelten, bunun yanında ona tarif edilmez hazlar veren duygulardan birisi de paylaşmaktır. Yâni “Allah için vermektir.” Hem mânevî hem de maddî değerler için geçerli.

Sevgiyi paylaşmak, güzellikleri paylaşmak, okumayı paylaşmak vs... Evlilik paylaşımdır. Evlilik, imkân ve şartları farklı iki ayrı dünyanın insanlarının bir araya gelmesidir. Onları bir araya getiren âlemlerin Rabbi, yardımlaşma, paylaşmayı da öğüt veriyor.

Paylaşma duygusunun suyu ve hamuruyla yoğrulan fertlerden müteşekkil bir aile ve cemiyetin, huzurlu, mutlu ve temiz toplum olduğu gözlemleniyor.

Cömert, iyiliksever, yardımsever insanlar, herkes tarafından sevilir, takdir edilirler. Herkes, vicdânen, lehlerinde hareket eder. Dolayısıyla, iyilik edenlerin malı da artar, duyguları da inkişâf eder. Çünkü, iyilik yapmak, vermek ve paylaşmak paylaşılan şeyi arttırır. Sevgi ise sevgiyi, mal ise malı!

Ekonomik imkânları ve sosyal seviyesi ne olursa olsun, cömertlik, Müslümanın ayrılmaz bir vasfıdır veya öyle olmalı. Herkes, kendi imkân ve durumuna göre, bu duygusunu inkişâf ettirebilir. Kültürümüzde, zengin ve farklı değerlendirmeler arz eden cömertlik için Hz. Ali (ra) “Bahçe, çiçeklerin çokluğuyla zinet bulduğu gibi, insan dahi ikram ve cömertlikle zînet bulur” ifâdesini kullanırken, Hz. Hüseyin (ra) “İnsanların en cömerdi istenilmeden verendir” der.

Şüphesiz en güzel cömertlik, yokluk içinde yapılabilenidir. Yâni, ihsan fakire ve muhtaca yapılsa tam cömertliktir. İhsanın gerçek ihsan olabilmesi için, ihsan eden insanın, ihsanını ihsas ettirmemesidir. Aksi halde, ucb, gurur ve kibre sebep olur. Çünkü mülk Allah’ın. O’nun malından, O’nun kullarına ikram etmekte ne minnet olabilir ki?

Bunun yanında ilâhî müjdenin de emir ve şevkini almışlardı:

“İyilik ve takvâda birbirinizle yardımlaşın.” (Mâide Sûresi, 2.)

“Onlar darlık ânında da olsa, kendilerine mü’min kardeşlerini tercih ederler.” (Haşir, 9)

Peygamber Efendimizin (asm) şu mübarek sözlerini ruhlarına sindirmişler, bütün duygularına emdirmişlerdir âdetâ:

“Kim bir mü’min kardeşinin yardımcısı olursa, Allah da ona yardım eder.” (Buharî, Mezâlim: 3.)

***

İyiliklerde “sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi” gerekir. Ki, başa kakmak, sadakanın değerini, minarenin tepesinden kuyunun dibine düşürür. “Tatlı söz ve kusurları bağışlama, peşinden başa kakma yoluyla incitme gelen sadakadan çok daha iyidir.” (Kur’ân, Bakara, 263.)

Osmanlı dönemindeki “Sadaka taşları”, bu kuyuya düşmemenin mücessem örneğidir.

Yaklaşık iki metre boyunda mermer bir sütunun üstünde bir çukur var.

Çoğunlukla geceleyin veya kimsenin olmadığı bir vakitte, hali vakti yerinde olanlar buraya ihtiyaç sahipleri için sadakalarını, zekâtlarını “sadaka taşına” bırakırlardı.

Derdini kimseye açamayan hakikî bir fakir, ihtiyacı olunca oraya geliyor; kimseye arz-ı hâl etmeden oradaki paranın ihtiyacı kadarını alıyordu. Ne kadar ihtiyacı varsa o kadar.

Mü’min hayır yapıyor; ama kime iyilik yaptığını da bilmiyor. Karşısında ezilen iki büklüm olan insanlar olmuyordu böylece. Çünkü o biliyor ki, kendisi gibi ihtiyacı olan başka insanlar da var. Bu sadakayı verenin de meçhul olması sebebiyle kimsenin karşısında yüz suyu dökme ve ezilme durumu da olmuyor ve duâsını da tanımadığı, bilmediği bir insana gönderiyordu.

Keza, aynî ve nakdî yardımlar da aynı anlayışın ürünü olarak hâlen devam ediyor.

Yine, Osmanlılar devrinde Ramazan günlerinde, kıyafet değiştiren zenginler, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav dükkânlarına gider, onlardan zimem (veresiye) defterini çıkarmalarını ister, baştan, sondan ve ortadan rastgele sahifelerin toplamını yaptırıp miktarını ödedikten sonra “Bu borçları silin, Allah kabul etsin” derler, kendilerini tanıtmadan çeker giderlerdi.

Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu, borcu sildiren de borçtan kimi kurtardığını bilmezdi.

İşte seçeceğimiz eş, iyilikseverlikte bu anlayışta olmalı, en azından kültürhanesinde bu bilgiler ve uygulamalar bulunmalı…

10.08.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

Yaz mevsiminde açan çiçekler


A+ | A-

Nurlu mekânlardan Nur Menzillerine (2)

Yaz mevsiminde çiçekler açar mı?

Bizim bildiğimiz çiçekler hep baharda açarlar, diyebilirsiniz. Bu biraz ters gibi olacak ama, olsun. Bizim çiçekler bu sefer yaz mevsiminde açtı. Nasıl mı?

Anlatayım, izninizle…

Geçtiğimiz Temmuz ayının ilk yarısında liseli gençlerin katıldığı Asyayla yaz okulunda birlikte olmuştuk. Onlarla güzel, neşeli ve tatlı günler geçirdik. Hafızalara pek çok hatıra bırakarak ayrılmıştık onlardan. Bazıları daha önce bildiğimiz okuma programlarına katılmışlardı. Ama bu biraz daha okul formatındaydı. Onlarla olan birlikteliğimizi daha önce bu köşede sizinle paylaşmıştım.

Liselilerden sonra orta okul grubuyla da benzer programı icrâ etmek nasip oldu. Her yaşın kendine göre güzellikleri vardır elbette. Belki anne gözüyle bakılırsa, başka kelimeler söylemek gerekir. Eskilerin deyimiyle “bebek beşikte sevilir”miş. Yani kucağına alabildiğin zaman daha çok seviliyor. Çocuk büyüdükçe kucağa sığmıyor ve yalnız başına hareket etmek istiyor. Ama annesinin gözünde çocuk her zaman çocuktur, hiç büyümez. Annelik şefkati devam eder.

Okulların veli toplantılarında dikkat ettiyseniz, ilköğretimde yoğunluk yaşanır. Hemen her çocuğun velisi toplantıya katılır. Bazen bu toplantılarda annelerin yanı sıra baba ve kardeşler de yer alır. Bu manzara çocukların da çok hoşuna gider. Çünkü onlar kendilerini ispat etmeye çalışmaktadırlar. Öğretmenleri ve arkadaşları yanında ailesinin desteğini ararlar.

Çocukların sınıfları büyüdükçe velilerin toplantıya katılım oranı azalır. Hatta çocukların, velilerinin toplantılara katılmasından rahatsız olduklarını bile görürsünüz, duyarsınız. Belki bunda kendisinin desteksiz ayakta durabildiğini göstermeye çalıştığını düşünür. Her ne ise…

Öğrenmenin yaşı var mıdır?

Öğrenmenin yaşı yoktur. Her yaşta insanın öğrenebileceği çok şeyler vardır. Bir insanı–yaşı ne olursa olsun—öğrenci olarak bir sıraya oturtursanız, onda öğrenci davranışları görürsünüz. Belki yaşı kırktan yukarıdır, ama davranışları yirmiden aşağıdır. Bu öğrencilik psikolojisi olsa gerektir. Öğretmenlik hayatımda bunların çok örneklerini gördüm.

Temmuz ayının ortasında gruplar halinde orta okul öğrencileri Yeni Asya Asyayla Sosyal Tesislerine gelmeye başladı. Kimisi minibüsle, kimisi özel arabayla. Gelenlere çevre ve bina tanıtıldı; kalacakları odalar gösterildi.

Çoğu belli ki, ilk defa ailesinden ayrılıyordu. Çocukların çoğu aileleri tarafından teslim edilmişti ağabeylerine. Ama onlardan pek çoğu Nurlu havalara daha önce alışmıştı. Bu ayrılık kısa süreli olduğu için iki tarafa hiç de zor gelmemişti. Şimdi biraz daha uzunca olacaktı.

Burada belki şefkatli annesi yoktu, onun arkasından koşacak, dağınıklıklarını toplayacak. Ama onların dertleriyle dertlenecek ağabeyleri, kendileriyle oynayacak ve ders çalışacak arkadaşları, yemeklerini pişirecek aşçıları vardı. Burası daha büyük bir aile idi; ağabey ve kardeşlerden oluşan.

Çocukların ilk günü tanışmak, arkadaşlarına ısınmak ve yerleşmekle geçti. Bazıları için zor bir gün olmuştu. Aileden ayrı yaşamak ağır gelmişti. Şefkatli annelerini arayanlar oldu. İkinci gün ailelerin ziyareti başladı. Bizim için de ailelerle tanışma fırsatımız oldu. Tesislerimizi gezdirdik. Dertlerini ve tavsiyelerini dinledik; yardımcı olmaya çalıştık. Güzel şeyler oldu, kısaca.

Programa ikinci gün başlanabildi; sabah namazıyla, tesbihatıyla ve namaz dersiyle…

Sonra günlük derslere geçildi: Tevhid, nübüvvet, haşir, ilmihal, adab-ı muâşeret…

Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde durduğu esaslara uygun olarak dersler işlenmeye, konular anlatılmaya başlandı, birer birer.

Rabbimizi bize tarif eden tarif ediciler

Rabbimizi bize tarif eden küllî tarif edicilerin yardımıyla…

Kâinat kitabından bazı sayfalar açıldı, mânâ-i harfî ile okundu; satır satır…

Sonra kâinat kitabının en büyük yıldızı olan Hatemü’l-Enbiya’ya (asm) geçildi, tanıtılmaya çalışıldı; asırlar öncesinden günümüze uzanan mu'cizeleriyle…

O konuşan bürhanın şahs-ı manevisine baktık:

“Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, her bir dâvâsını, mu’cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar. Zîrâ, o ‘la ilahe illallah’ der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurânî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen ‘Doğru dedin ve söylediğin haktır’ derler.”6

Bizim için yeryüzü bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber ve o konuşan bürhan (asm) o büyük cemaate imam olmuştu. O büyük camide namaz kılıyorduk. İmamımız, hatibimiz, reisimiz, seyyidimiz ve serzakirimiz Resûl-i Ekrem’di (asm). O ‘lâ ilahe illallah’ dedikçe, biz de ‘lâ ilâhe illallah’ dedik. O'nun (asm) asırlar önce söylediği hakikatlere biz de “Doğru söyledin ve söylediğin haktır Yâ Resulallah!” dedik. Çünkü O (asm) şu geniş Arabistan Yarımadasında vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif kavimleri, ne çabuk âdetlerini ve vahşice kötü ahlâklarını birden temelinden kaldırarak bütün güzel ahlâk ile teçhiz edip bütün âleme öğretmen ve medenî milletlere üstad eyledi. Bakınız, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr etti. “Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.” 7 Yani kalblerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin terbiye edicisi ve ruhların sultanı oldu.

İman ve Kur’ân hakikatleri okundu, anlatıldı, müzakere edildi. Asyayla, Allah’ın adının anıldığı Nurlu bir yer oldu. Melekler gıpta ile seyrettiler o güzel insanları.

Gıpta edilen insanlar

Asyayla bir çiçek bahçesi oldu. Rengârenk çiçekler açtı. Bal arısı gibi ziyaretçiler gelmeye başladı. Gelenler çiçekleri kokladı, tekrar gelip yeniden kokladı. O çiçeklerin kokusu yayıldı, köyden köye, ilden ile…

Bediüzzaman’ın dediği gibi, o dersler, “ulûm-u imaniyeden” yani iman ilimlerindendir. Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil ki. Cenâb-ı Hakk’ın şuurlu çok mahlûkatı vardır ki, iman hakikatlerinin dinlenilmesinden çok zevk alırlar. Melekler gibi.

Hem mütefekkirâne o çeşit iman sohbeti, yeryüzünün bir mânevî süsü ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş ki: “Semâvât (gökler) zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.”

Kur’ân’da çok defa yer gökle birlikte zikredilmiştir. Halbuki yerle gök maddî açıdan kıyas edilemeyecek kadar küçüktür. Ama maneviyat yönünden dünya göklere ağır basmaktadır. Yeryüzünde Allah’ın adı ihlâsla anılmakta; sohbet, zikir ve tefekkür için bir-iki adam, bir-iki dakika beraber otururlar. Sonra Allah’ın çok güzel rahmet eserlerini ve çok hikmetli ve süslü san'at eserlerini birbirlerine gösterirler. Böylece o san'atların San'atkârını sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler. Gök ehli (melekler gibi) bu manzarayı hayranlıkla seyrederler. Sonuçta gök ehli gıpta etmeye başlarlar. Ne güzel değil mi, gıpta edilmek!

İki çeşit ilim

Bediüzzaman’a göre ilim iki kısımdır: Bir nev'î ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfî gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte iman ilimleri bu kısımdandır. Risâle-i Nurlar İnşaallah o cümledendir. 8

Asyayla yaz okulunda öğretilen ilimler ikinci çeşit ilimlerdendi.

Saatler saatleri, günler günleri kovaladı. İman ve Kur’ân hakikatleri minik gönüllerde çiçekler açtı. Şimdi açılan çiçekler ileride meyve verecektir. İnşallah…

Yaz okulundaki faaliyetler Asyayla’ya ve derslere münhasır kalmadı. Haftanın beş-altı günü gündüzleri derslerle geçiyordu. Bunun dışında diğer faaliyetler yoğunluktaydı.

Cuma namazları, kasabanın camisinde kılındı ve cemaatin yaş ortalaması aşağılara çekildi. Cami cemaati renklendi. Nur çiçekleri kasabada, kasabanın camiinde açtı. İmam ve cemaat bu manzaraya hem şaşırdı, hem de sevindiler. Karamsarlık ve ümitsizlik girdabında kıvranan Müslümanlara ümit ve ışık oldu.

10.08.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.