Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Açılım ve riskler |
Açılım, çözüm, tarihî fırsat gibi kelimeler etrafında oluşan gündem bu defa nasıl bir sonuca bağlanacak, şu aşamada net bir öngörü ve tahminde bulunabilmek zor. Ama dıştaki tertipçileri ve içteki taşeronlarıyla terörün Türkiye’yi sıkıntıya sokmak için insafsızca kullanılıp ihtiyaç duyuldukça tırmandırıldığı ortamdan, artık bu kirli silâha gerek duyulmayan farklı bir konjonktüre gelinmiş olması, çözüm ikliminin doğmasındaki belirleyici etken. Şimdi dış dinamikler, silâhların bırakılması, örgütün tasfiyesi ve teröre gerekçe gösterilen hususlarla ilgili mücadelenin siyaset alanında verileceği bir sürecin başlatılması için bastırıyor. Aynı zamanda iç kamuoyu da çözüm noktasında şimdiye kadar görülmemiş bir talepkârlık içinde. Meseleyi başka taraflara çekmek isteyen bazı çatlak sesler hâlâ çıkmaya devam ediyorsa da, büyük çoğunluk bunlara itibar etmiyor ve “Artık yeter, bu kan dursun, bu iş bitsin” diyor. Şüphe yok ki, bu yeni süreç de farklı tuzaklarla dolu. Ve bu tuzaklara düşme tehlikesi, en çok, şimdiye kadar meselelere hep atgözlüğüyle bakıp tek taraflı değerlendirmelerle, kafasının dikine yürümüş; çözümü sopa, dipçik ve mermide aramış kafa yapısı için söz konusu. Yıllarca dilinden düşürmediği kırmızı çizgilerden en büyük tavizleri o kafanın vermesi de ciddî bir risk. Bu riskleri asgarîye indirmek için de, durduk yere böyle bir sorunu ortaya çıkarıp, başlattığı yangına körükle giden politikalarla iyice azdıran o kafayı tamamen etkisiz kılıp devredışı bırakarak, demokratik süreçleri hakkıyla işletmek şart. O süreçlerin düzgün işlemesi ise, doğru bilgilerin dengeli ve abartısız sunumlarla kamuoyuna iletilmesi ile provokasyonlara geçit vermeden hür bir tartışma ortamının sağlanmasına bağlı. Yeni sürecin bilhassa Kuzey Irak’taki gelişmelerle çok yakından irtibatlı bir nitelik taşıması, önceden de var olagelmiş bazı kritik ve hassas konuların, eskiye göre provokasyonlara daha açık şekilde önümüze gelmeleri riskini arttırıyor. Kerkük, Musul, Türkmenler ve Kuzey Irak’ın Irak’tan ayrılarak Türkiye’ye bağlanması gibi... İçerideki mâlûm hassasiyet ve sıkıntılara ilâveten, bunların da çok dikkatli bir şekilde kontrolü ve idaresi gereken bir süreç söz konusu.
Bilhassa üç kritik adrese dikkat Aslında bütün zaaf ve yetersizliklerine rağmen, en azından artık dolduruşa gelmeyen ve eskisi gibi tuzağa düşmeyen bir kamuoyu dikkat ve duyarlılığının oluşması, çözüm çabalarındaki en büyük avantaj. Ancak bunun kıymetinin bilinmesi ve çok iyi değerlendirilmesi icab ediyor. Bunun en önemli gereklerinden biri, seçmenden alınan güç ve yetkiyi derin baskılar karşısında işlevsiz hale getirecek teslimiyetçi tavırlardan kaçınılması. Ki, yaklaşık yedi yıldır devam eden AKP iktidarında yaşanan durum maalesef bu. Ve çözüm atmosferinin güçlendirilmeye çalışıldığı ortamda özellikle üç adresin tavrı kritik. Bunlardan biri, iktidarıyla muhalefetiyle siyaset. Konuyu gündeme taşıyan hükümetçe yapıldığı söylenen hazırlıklar ne ölçüde ciddî ve tutarlı? Ve muhalefetin çözüm arayışlarına katkı sağlayacak politikalar izledikleri söylenebilir mi? Erdoğan’ın Ahmet Türk’le görüşmesini Başbakan sıfatıyla değil, AKP Genel Başkanı olarak yaptığını açıklama gereği duyması ne anlama geliyor? Türk’ün “Keşke Baykal’la oturup yine rakı içsek” ve “Bahçeli’nin varlığı büyük şans” sözleriyle attığı zarflar, muhalefeti yumuşatabilir mi? Ve DTP’nin “Kürtleri temsil” gücü ne kadar? Peki, MHP’ye “iyiniyetli” diyen Gül’ün, aynı gün Bahçeli’den “Cumhurbaşkanı Güroymak’a Norşin diyerek PKK’nın taleplerine cevap veriyor” şeklinde tepki alması nasıl izah edilebilir? Diğer bir adres, DTP var diye 22 Temmuz’dan beri—Obama’nın konuşma yaptığı gün dışında—Meclisi boykot eden asker. O ne yapacak? Ve haklarındaki dâvâlarda DTP’lileri mahkûm etmeye devam eden yargının tutumu ne olacak? 14.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İslâm ülkeleri için de özgürlük! |
Dünya nüfusu içerisinde göz ardı edilemeyecek bir büyüklüğe sahip olan Müslüman ülkelerin pek çok problemi var, ama en baştaki problemi acaba ne olabilir? İngiltere’de yayımlanan İslâm dünyasının kabul gören dergilerinden “Impact International”in editörü Muhammed Haşim Farukî bu soruya yabancısı olmadığımız türden bir cevap vermiş. Farukî, Müslümanların en temel problemi olarak “özgür olmamayı” saymış ve şöyle demiş: “Öncelikli olarak Müslüman halklar, özgür olmalıdırlar. Bu sorunun en başta sorun olduğunu düşünüyorum. Günümüzde de Müslüman topluluklar özgürlük mücadelesi vermektedirler.” (Millî Gazete, 1 Haziran 2009) Peki, bu mücadele kime karşı verilecek? Alışılmış cevap olarak akla ilk gelen ‘Batı’ oluyor, ama Farukî daha geniş bir perspektifle hadiseye yaklaşmış: “Sadece Batı’ya karşı değil. Şu anda Müslüman topluluklar, sömürgeci güçlerin giderken bıraktığı diktatörlüklere karşı da özgürlük mücadelesi vermektedir.” Bu nokta gerçekten önemli. “Batı”ya ya da başka güç merkezlerine karşı mücadele vermeye çalışırken, gövdenin içine giren ‘kurt’lar ihmal ediliyor. İslâm dünyasını yöneten yönecilerin, çoğu zaman yönetilenlerden farklı düşünmesi, farklı yaşaması ve hadiselere farklı yaklaşması tesadüf müdür? İslâm dünyasının problemi, tam anlamıyla hür olmamak olduğu gibi Avrupa’da yaşayan Müslümanların da başka bir problemi daha var. Son yıllarda iyice pompalanan bir problem: İslamofobya, yani İslâm korkusu. Düşünün, özü ve mânâsı ‘barış’ olan İslâm, yapılan aleyhte propaganda sebebiyle maalesef ‘terör’e eş anlamda kullanılmaya çalışılıyor. 11 Eylül 2001’deki “İkiz Kule saldırısı” da vesile edilerek bütün dünyada bu korku yayılmaya çalışıldı. Avrupa ya da Amerika’yı tanıyan herkesin ittifak ettiği bir konu var: Bu korku ısrarla sürdürülmeye çalışılıyor. İslâm ülkelerinde bir trafik kazası ya da sel felâketi gibi bir ‘haber’ dahi olsa, ‘kontrol altındaki dünya medyası’ bunu duyururken haberin arka planını silâhlı ‘militanlar’la süslemeye çalışıyor. Öyle ki İslâm denince terör, terör denince de İslâm ülkelerinin akla gelmesi hedefleniyor. Bu tehlikeye dikkat çeken “Impact International”in editörü Muhammed Haşim Farukî, Müslüman ülkelerin sahip oldukları gücün farkında olmadıklarını da ifade ederek Türkiye örneğini vermiş: “Şurası muhakkak ki Türkiye, İslâm dünyasında oynadığı rolden daha büyük bir rol oynayabilir. Zira Türkiye hem Batı’da hem de İslâm dünyasında önemli bir ülke olarak görülüyor. Dolayısıyla Türkiye, bu gücünü daha etkin bir biçimde kullanmalı.” Barack Obama’nın ABD Başkanı olmasıyla ilgili bir soruyu da cevaplandıran Farukî, “Yeni ABD Başkanı’nı değerlendirmek için henüz çok erken. Obama çok dikkatli davranıyor. Yahudi lobisiyle olan mücadelesinde başarılı olup olmayacağını yakında göreceğiz” demiş. 14.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Sosyal süreçler ve ölçülerimizA |
Sosyal hayatın canlılığı, biyolojik canlılıktan elbette ki farklıdır. İnsanın halet-i ruhiyesindeki günlük, saatlik ve dakikalık değişmeler kadar, sosyal hayatımız da değişkendir. Ne insanın ve ne de toplumun psikolojisini kalıplara döküp teori üretemezsiniz. Ancak arzularınızı fikir olarak propaganda edip, cemiyeti psikolojik açıdan istediğiniz mecraya sürüklemeye çalışabilirsiniz. Gayr-i fıtrî, geçici, iğfale dayalı ve genellikle metazori usullerle efkâr-ı âmmeye yaptırılan bu değişikliklerin çok da kalıcı olmadığını hepimiz biliyoruz. Dışarıdan hiçbir menfi müdahale olmadığı takdirde, suların mecralarına dönüşü gibi, efkâr-ı âmme de fıtrî mecrasına dökülecektir. Yakın tarihimiz bu fıtrî dönüşümün örnekleriyle doludur . Belva-i umumî rüzgârına kapılan hissiyatların, bizi herkesle kucaklaştırma çabalarına itiraz edenleri; gericilik, mübareklik, zamanı ve hayatı okuyamama ile ittihamları da ilginçtir. Bazen asosyal, özgüvensiz ve girişim ruhundan mahrum olmakla da suçlanabilirsiniz. Risâle-i Nur’u nefsinde yaşamış Zübeyir Gündüzalp hassasiyeti ile yaşayan, Nurun ulvî mesleğini bid’alardan korumaya çalışan, günlük hayatında takvayı esas alan, diğer ehl-i imana mütemadiyen muhabbet ve uhuvvet içerisinde mübaşerette bulunurken meslek ve meşrebinin esaslarını muhafazaya çalışanlara farkına varmadan yapılan tenkitler, bizi heva rüzgârına kaptırarak uçurumlara dûçar edebilir. Sosyal süreçlerin maddî fenlerdeki süreçler gibi keşfettiğimiz yeni kanunlara bağlı kalmadıklarını arz ettik. Her insanı bir nev olarak yaratan Rabbimizin bu süreçlerin ilmimizin dışında hareketini, tarzını, etap ve üslûbunu tayin ettiğine inanıyoruz. Her ne kadar âyet ve hadislerden nazarî sınırlar çıkarabiliyorsak da hakikatte durumun devamlı değişmede olduğunu biliyoruz. Risâle i Nur’u dikkatli okuyanları, Batı felsefesinin sosyal prensipleri aldatmamalıdır. Üniversitedeki okul derslerimize çalıştığımız gibi Risâle-i Nur’u tahsil edebilirsek, meseleler detaylarıyla vuzuha kavuşacaktır. Bilhassa içtimaî meselelerin izah edildiği eserlerin satır aralarına dikkatlice bakmamız gerekiyor. Genellikle bizi şaşırtan sloganların mahiyeti, o alt satırlarda verilmiştir. Meselâ insaniyet-i kübra ile İslâmiyet arasındaki hayatî bağları bilmeden ittihad-ı İslâm ile ittihad-ı insanı karıştırabiliriz. İnsaniyet-i kübra tabirinin mahiyeti izah edilmeden, medenîlerle insaniyet ortak paydasında birleşme dâvetini nasıl yapacağız ki? Zira bolşevik de, mason da, ateist de “insan” diyor. Fakat bu insanın, fıtratının ve değerlerinin mahiyeti izah edildiğinde, herkes köşesine çekiliyor. Biz burada düşmanlarımızın üzerinden geçeceği köprülerin inşasında kalemlerimizi çalıştırmamalıyız. Son zamanlarda çokça rastladığımız “özgüven” kelimesiyle bazı yazarlarımızın neyi kastettiklerini de henüz öğrenemedik. Felsefenin, felsefeden doğma psikoloji, pedagoji ve sosyolojide “özgüven” in tedai ettirdiği mânâları az- çok biliyoruz. İslâmî kesimdeki yazarlarımızın bu kelimeyi hangi mânâlar mukabilinde kullandıklarını izah etmeleri endişelerimizi giderir. Bu haliyle “özgüven” kelimesi serazatlığa kadar da gidebilir. Bazıları burada “enaniyetten” de bahsedebilirler. Özgüvenli olmak veya olmamayı “beynel havf verreca” prensibiyle iyi entegre etmek gerekir. Şeriatın kırmızı çizgilerinin çizilmediği ve her cihet, mayınlanmış bir sosyal alandır. Dolayısıyla, “özgüven”den bahsedeceksek, onun nasıl kullanılacağını da etraflıca belirtmemiz lâzım. Kadın ve erkekte “özgüven” elbette ki farklı olacaktır. Sünnetin pratiğini devre dışı bırakacak “özgüvenlerin” şeriatta olamayacağını bilenler, felsefecilerin korkusuzca istimal ettikleri tabirleri kullanamıyorlar. Ayrıca; müşevveş olmamak, hizmet zemininden kopmamak ve anonim mesleklere sapmamak için bazı kardeşlerimizin hassasiyeti için yapılan “özgüvensizlik” nitelemesine de dikkat edilmesi gerekir, kanaatindeyiz. Felsefe ile Kur'ân'ın insana çoğu kez yüz seksen derece birbirine zıt bakışlar sunduğunu biliyoruz. Semavî dinleri dinlemeyen, dünya hayatını esas alan ve insanı Nemrut-Firavun gibi formatlara taşıyan felsefenin bakışı, vahyin bakışından o kadar uzaklaşıyor ki… Bildiğiniz gibi dinsiz Avrupa’nın hem düşünce bazında, hem magazinde, hem hukuk ve siyasette davamlı canlı tutmaya çalıştığı bir konusu da kadındır. Sosyal hayatta vuku bulan dehşetli bir çatışma arenasına döndü bu saha. Kadını annelikten, ev hanımlığından, hürmete değer akrabalıktan, sadakatli ve anlayışlı zevcelikten, nezafet ve nezaketin sembolü olmaktan çıkarmak isteyen dinsiz felsefenin ürettiği “özgüven” meselesini piyasaya sürülen kalıp ve anlayışlarla konuştuğumuz zaman, el-iyazubillah kendimizi Kur'ân, Sünnet, fıtrat ve icmaın tam zıddında buluruz. Bu mevzuları konuşurken, yazarken, sergiler veya arz ederken; her meselesini müsbet fenlere tasdik ettiren Kur'ân´a ve Kur'an'ın zamanımızdaki tefsiri Risâle-i Nur'a müracaat etmemiz gerekiyor. Peygamber pratiği olan Sünnete ve bin dört yüz senelik İslâmî geleneğe mugayir hareketler, bizi indallah mesul eder. Erkeğin yabancı kadın veya kadınlarla mübaşereti, yukarıda arz ettiğimiz çerçevede gayet sarih bir şekilde ortaya konulmuştur. Kadının hukukunu müdafaa zannıyla, Sünnet-i Seniyyeye karşı iyi niyetle açılmaya çalışılan çığırların, bugün için Deccaliyetin işine yarayacağını da biliyoruz. Kadını fıtrî dünyasına taşıyarak hem erkeğin zulmünden ve hem de sefih medeniyetin desiselerinden kurtarmaya çalışmak da Kur'ân'ın zamanımızdaki mesajlarını dikkatlice okumaya çalışan Risâle-i Nur Talebelerine düşüyor. Şu yazının çerçevesinde, bir başka meseleyi de okuyucularımızla paylaşmak istiyoruz. İçerisinde yetiştiği cemaatini bazı içtimaî prensiplerden dolayı farkına varmadan terk eden bazı arkadaşlardan duyarsınız: “Hâlâ oralarda mısınız?” “Evet, biz hâlâ oradayız, ya biz?” “Efendim, biz bunca zamandır yanlış bilgilendirildik. Önümüz kapatıldığından gerçekleri göremedik Şimdi şuradayız.” Bu minval üzere giden diyaloglarda, genellikle ferdin kendi fıkrî tarihçesini inkârıyla karşılaşırsınız. Garip bir neticedir. Bizatihî kendisinin bunca okumaları, içerisinde solukladığı şahs-ı manevî ve fedakâr çevresinin gösterdikleri doğru değil de, mevsimin geçici rüzgârlarıyla oluşan manzara doğrudur… Yani o güne kadar maksatlı bir şekilde yanıltıldığına inanan kişi, bu defa sahih bir şekilde yanılmıştır. Isparta Medresetüz-Zehra´sının teşekkülüyle birlikte Risâle-i Nur Talebelerinin özellikleri de bilhassa lâhika mektuplarıyla ortaya konulmuştur. Lem'alar ve Mektubat gibi eserlerde de bu tanımlar yapılmıştır. Bu noktalarda bizim arzu ve hevesimize göre hareket imkânımız olamaz. İmanın külliyeti nisbetinde, Nur Talebelerinin bütünleşmiş, Kur'ân ve hadis ile sınırlandırılmış ve Bediüzzaman'ca altı imzalanmış bir cemaat kimliği vardır. Bu kimlik, sair dinî cemaatlerle birlikteliğimize kuvvet verir. Bu kimlik muhataplarımıza önceden bizi tanıtıyor, onların bizimle kolayca mübaşeretlerine yardımcı oluyor. Sair Müslümanlarla da diğer ortak kimliklerimiz vardır. Nasıl ki, Kâbe'nin etrafındaki halkalarla ortak kimliğimiz olduğu gibi… Müşterek kimlik, Risâle-i Nur Talebeliğinin orijinalliğini diğer dairelerde eritmeye ve kaybetmeye sebep olmamalıdır. Bu noktada cemaat içinde vazifeli olan “sahip, vâris, muhafız, has ve erkân” hassasiyetleriyle ikaz eden kardeşlerimize teşekkür ve duâ etmeliyiz. Şayet bu müşterek kimlik meselesini Batıdan tesir alan felsefecilere bırakırsanız sizi Karl Popper'e kadar götürürler: insanları bütün değerlerde, zevklerde, inançlarda, kültürlerde, harslarda ve mümkünse dillerde bir kimlikte toplamak… Bu fikri seslendirenlerin masum ifadelerinden ziyâde, icraatlarına bakmak lâzım. Neoliberal geçinmeleri, sözde Kemalizm karşıtı görünmeleri ve hürriyetçi ifadeleri bizi aldatmamalı. 20. yüzyılın başındaki “dünya vatandaşlığı veya yoldaş” düşüncenin zamanımıza uyarlanan sloganlarından uzak durmak lâzım. Ama Allah´ın izniyle, Kur'ân'ın zamanımızdaki bir mu'cizesi olan Risâle-i Nur, dün onların bütün oyunlarını bozduğu gibi bugün ve yarın da bozacaktır İnşaallah. Yazımıza bir iki nokta daha ilâve ederek mevzuyu şimdilik bitirelim: Risâle-i Nur, Kur'ân'ın zamanımızdaki mu'cizesi olduğuna göre; dili, anlatımı, üslûbu, tabirleri ve kelimeleri de bu hakikate dahildir. Yarım ümmî, Türkçeyi sonradan öğrenmiş, üç aylık tahsilinden başka kimseden maddî dersler almamış bir Bediüzzaman, bu şaheseri kendi ihtiyâriyle yazmamış. Bu tesbit bizi şöyle bir hükme götürebilir: Üstadın üslûbuna, tabirlerine ve bütün orijinal haline bağlı kalmak Nur Talebelerine vaciptir. Şayet ille de “pozitif” kelimesiyle bir şeyler anlatacaksanız, önce âyet, hadis ve Risâle-i Nur'dan bu konu ile doyurucu bir çerçeve koyarsınız ortaya. Sonra da bir Nur Talebesi olarak felsefe talebesinden farklı olarak neler düşündüğünüzü, hangi tavsiyelerde bulunduğunuzu ve hedeflerinizi belirtirsiniz. Bu husus gelişen bütün tebliğ metodları, âletleri ve mahfilleri için de geçerlidir. Risâle-i Nur´u tetkikle ömrü geçmiş Nur Talebeleriyle ehl-i hadis ve tefsir bir araya gelip, gelişen felsefî metodları Kur'ân ve Risâle-i Nur'la barıştırabilirler. Materyalist ve sefih felsefe ile Kur'ân'la barışık felsefenin sınırlarını çizebilirler. Burada tekrarda beis göremeyeceğiniz bir husus var: Kur'ân'ın canlılığı özellik olarak diğer tefsirlerine geçtiği gibi, Risâle-i Nur'da en canlı haliyle yaşanıyor. Felsefe ise bildiğiniz gibi genellikle bilginin kalıplara dökülüp donması şeklinde yansımasını bulur. Bu haliyle Risâle-i Nur'dan konuşacak ve ondan bahsedeceklerin, yaşayan, canlı, gelişen her hal ve hadiseye cevap veren Risâle-i Nur'un parlak, yüksek, derin, ulvî ve orijinal tabiratını ve kanunlarını kullanmaları elzemdir. Şayet yeni fenlerin tazyikiyle yeni tabirler kullanılacak ise, onun yanlış anlaşılmasını bertaraf edecek çalışmayı–avamı da nazara alarak–yapmak gerekir. Şu yazının çerçevesinde seslendirmeye çalıştığımız hassasiyetlerin sebebini biliyorsunuz. Efkâr-ı âmmenin hakim olacağı bir dünyada, Deccâliyet ve Süfyâniyet, dünya çapındaki dehşetli medya gücünü kullanarak dinli dinsiz demeden insanlığı tahrip ediyor. Bu tahrip evvelâ kalplerde ve zihinlerde başlıyor. Risâle-i Nur'u yeterince okuyamayan bizlerin bu tahriplerden masun kalacağımızı hiç kimse söyleyemez. Milyonlara varan ekrana karşı hiç olmazsa yüz tane ekrandan Kur'ânî ve îmanî hakikatlerle beraber, Deccâliyet ve Süfyâniyetin hile, oyun ve hud'alarının ortaya konulması gerekirken maalesef bu olamıyor. Bu durumda, hiç olmazsa Risâle-i Nur'u ve mesleğini muhafaza ile onu doğru okuyup anlamaya çalışanlara kuvvet vermek gerekiyor. Yoksa, zındıkanın desiseleriyle o bir avuç mesabesinde ihlâs, sebat ve sadakatle çalışanların da şevkini kırmak, düşman lehine onların ellerine ayaklarına dolanmak hakikaten bizim için pek zararlı düşer. 14.08.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Abhazya ve Güney Osetya Rusya'ya doğru kayarken |
8 Ağustos 2008 sabahı Gürcistan ordusunun Güney Osetya’nın başşehrine girmesiyle patlak veren 5 günlük savaşın yıl dönümünde Putin Abhazya’daydı. Abhazya ve Güney Osetya’nın hâmiliğini daha ileri safhaya taşıyacağını ilân etti. Abhazya’ya 350 milyon dolarlık yardım yapacağını, oradaki üslerini güçlendireceğini ve asker sayısını arttıracağını ilân etti. Rusya ve Nikaragua dışındaki ülkelerin bağımsızlığını ilân eden bu iki cumhuriyeti tanımamasını da önemsemiyordu: “Abhazya’nın Rusya’dan başka ülkenin tanımasına ihtiyacı yoktur”. 12 Ağustos 2008’de varılan ateşkes anlaşması iki tarafın da savaş öncesi konumlarına dönmelerini öngörmekteydi. Bu şart hatırlatıldığında, Putin, bu iki ülkenin bağımsızlığını kazanmış olması dolayısıyla, bu hükmün geçersiz hale geldiğini iddia ediyor. Hatta alay eder gibi NATO üyesi ülkelerin Amerika’nın baskısıyla kendilerini desteklemekten kaçındığını söylüyor. Sarkozy ise öncülük ettiği bu anlaşmanın Rusya’nın askerî genişleme politikasıyla bozulduğu tepkisini veriyor. Gürcistan ise bu duruma isyan etmekten başka bir şey yapamıyor. Rusya her ne kadar Abhazya ve Güney Osetya’yı “paydaş devlet” ilân etse de, uluslar arası uzmanlar bu gelişmelerin Rusya’nın Abhazya’yı ilhak nihaî hedefine yönelik adımlar olduğunu söylüyor. Washington’daki Miras Vakfından Rusya Uzmanı Ariel Cohen, bu görüşte olan uzmanlardan. Rusya’nın bu adımlarla aynı zamanda kendi nüfuz bölgesinde güç gösterisi yapmayı amaçladığı görüşünde. Son gelişmelerin gösterdiği tabloyu şu şekilde özetlemek mümkün: BM dahil bütün uluslar arası kurumların tanıdığı Gürcistan’ın savaş öncesi sınırları artık hayal. Bu duruma dönülmesi Rusya’nın bu politikaları karşısında imkânsız. Rusya’nın herhangi bir uzlaşmaya yaklaşmasını beklemek de hayalcilik olacaktır. Bu durumda Abhazya ve Güney Osetya’nın durumu ne olacak? Türkiye’nin bu konuda nasıl bir tutum izlemesi gerekiyor? Bu iki soruya verilebilecek cevapların ucu açık olması şart. Öncelikle biz de –başka gelişmeler olmazsa- özellikle Abhazya’nın Rusya tarafından resmen değilse bile fiilen ilhak edileceğini düşünüyoruz. Türkiye’nin çıkmazı ise bir yanda Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne saygı gösterme yükümlülüğü içindeyken, öbür taraftan ülkemizdeki Abhaz ve Oset kökenli vatandaşlarımız dolayısıyla, derin tarihsel ve kültürel bağlarımız bulunan bu iki ülke ile ilişkilerini dengeli kurması zorunlu. Bu çıkmazın kısa sürede çözümü imkânsız. Ancak bizim de desteklediğimiz ve zaman içinde gerçekleşmesini öngördüğümüz gelişme, ilhakın önlenmesi için bu iki ülkenin bağımsızlığının tanınması gereğinin Gürcistan tarafından da kabullenilmesi. Böyle bir kabulün gerçekleşmesi halinde ilk tanıyacak ülkelerin başında Türkiye’nin gelmesi gayet tabiî olacaktır. Rusya’nın bu bölgeye daha çok askerî güç yığmasının bizi ve tarihsel bağlarımız bulunan Kafkas milletlerini rahatsız edeceği unutulmamalıdır. 14.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Kuzuların sessizliği |
Amerika’nın ulusal ve uluslar arası medya kanalları adeta bir sessizlik yemini etmiş gibi, açgözlülük, kötülük ve vahşilikle örülmüş ve ne yazık ki New Yorklular için pek de yeni bir şey olmayan en son skandal karşısında sessiz kaldılar. Halka duyurulmayan bu son olay, çok seçkin ve meşhur bir kaç New Yorklunun insan organları çalıp bunları satmak suçundan dolayı tutuklanmasıyla ilgiliydi. New Jersey’de yapılan çok geniş bir operasyon çerçevesinde tutuklananlar arasında, iyi tanınan bazı Hahamlar da vardı ki bu durum dünyanın en zengin ve büyük Yahudi topluluğunu adeta şaşkına çevirdi. Brooklyn’deki Sheves Achim Cemaati’nin lideri Haham Mordechai Fisch ve Suriyeli Yahudi Cemaati’nin seçkin lideri olan ve aynı zamanda New Jersey’deki sinagogların en önemlisi ve merkezi olarak bilinen Flatbush merkezli Shaare Zion Cemaati’nin baş Hahamı olan Saul Kassin bu suçlamalarla tutuklanmıştı. Savcıların iddialarına göre Haham Kassin sinagoga bağlı bulunan ve vergiden muaf olan vakıf şirketleri aracılığıyla iflâs dolandırıcılığı, sahte mal üretimi ve karaborsacılık ve başka yasa dışı para işlemleri gibi suçlara karışmıştı. Bu olayın New Jersey eyalet tarihindeki en büyük ve en önemli dolandırıcılık olayı olduğu özellikle belirtildi. Buna rağmen, geçen bir kaç hafta içinde, Amerikan medyasında bu olayla ilgili göze çarpan tek bir haber bile yapılmadı. Bu Hahamların işledikleri suçlar sebebiyle tutuklanmalarının haricinde, Hoboken, New Jersey, Secaucus ve Ridgefield belediye başkanları, Jersey City belediye başkan yardımcısı ve konsey başkanı, iki eyalet senatörü, bir çok kamu görevlisi ve siyasî figürlerin arasında bulunduğu tam 44 kişinin daha şüpheli olarak yüksek miktarda uluslar arası para aklama soruşturması çerçevesinde Savcı Ralph J. Marra Jr. tarafından sorgulandığı belirtildi. Gelen bilgilere göre, zengin ve tanınmış bir Yahudi Hahamı olan Haham Levy Rosenbaum ise son 10 yıldır organ hırsızlığı ve kaçakçılığı yaptığı gerekçesiyle tutuklandı. İddialara göre Haham Levy, İsrail’in başşehri Tel Aviv merkezli bir organ toplama şebekesinin başı olarak Amerika’da faaliyet yürütüyordu. Uluslar arası olarak çalışan bu şebeke tarafından Hindistan, Afrika ve Latin Amerika’ya uzanan bir organ toplama ağı kurulmuş. Bu şebekenin hedef listesinde daha çok çocuklar bulunuyordu çünkü Batının ahlâksız zengin elitleri bu çocuk organlarını genç ve dirençli olduğu için en iyi organ kaynağı olarak görmekteydi. Müslümanlar olarak bizler, bu tür haberlere dikkat kesilmeliyiz. Bu türden sapıklıklar ancak içten içe kendi kendini yiyen kapitalist toplumlarda yaşanabilir.
Tercüme: Umut Yavuz
Silence of the Lambs
American national and international media outlets have all but placed a code of silence around the latest scandal involving greed and evil, a merciless combination not all to unfamiliar with the people of New York City.
In the latest attempt to silence public debate, prominent New Yorkers were arrested for stealing human body parts and selling them.
Amongst those arrested were high profile rabbis charged in a massive New Jersey investigation, leaving the largest and richest Jewish community in the world living in the area stunned.
Rabbi Mordechai Fisch, heads the Congregation Sheves Achim in Brooklyn, and Rabbi Saul Kassin, prominent leader of the Syrian Jewish Community is the chief rabbi at Congregation Shaare Zion in Flatbush, New Jersey the flagship synagogue of the community.
Investigators said Rabbi Kassin was involved in bankruptcy fraud, trafficking in counterfeit goods, and other illegal money transactions all under the mask of a charitable tax-exempt organization connected to his synagogue.
It was initially reported that this is one of the largest and most high-profile corruption probes in state history of New Jersey. However, in the past several weeks, no mention of the case is being reported by the American media since the news story broke.
In addition to the Rabbis being arrested for their crimes, the mayors of Hoboken, New Jersey, Secaucus, New Jersey and Ridgefield, New Jersey, the Jersey City deputy mayor and council president, two state assemblymen, numerous other public officials and political figures and New Jersey were among 44 suspects nabbed in a two-track federal investigation of public corruption and a high-volume, international money laundering conspiracy, Acting U.S. Attorney Ralph J. Marra, Jr., announced.
According to reports, Rabbi Levy Rosenbaum, a rich and prominent Jewish Rabbi, based in New York was arrested with trafficking in human organs for the past ten years.
Rabbi Levy was a middle-man broker on the United States side, representing an international organ harvesting group based in Tel Aviv, Israel.
This group has an international network of organ harvesters spreading between India, Africa, and Latin America. They usually prey on children who, due to their youth and vigor are seen as the best and safest sources of human internal body organs by the decadent rich of the western society.
As Muslims we must pay attention to these kinds of stories. Such evilness can only fester in a Capitalist society eating itself from within. 14.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
Nur dairesinin özlü bir tarifi ile Nur Talebesinin sorumluluk ve vasıfları |
Kendimle bir hasbihâl ve öze dönük kısa bir tahlil ve muhakemeyi; istifade etmek isteyen dostlarla paylaşmak istedim. Hayatın normal akışı içerisinde her birimizi ciddî şekilde etkileyen, birçok mâlâyâni ve boş hadisenin karşısındaki duruşumuz ve sorumluluklarımızın hatırlanması gerekiyor. Hayatın gerçek gayesi, kulluk vazifemiz, dâvâ şuurumuz, esas meselemiz iken hadisâtın tazyikiyle şahsî yaşantımızda maalesef sapmalar meydana gelebiliyor. Bunun için zaman zaman da olsa kendimizle esastan bir yüzleşme gerekiyor. Kudsî bir dâvâya mensup olmanın mânevî sorumluluğunu hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Bu satırları Toros’ların zirvelerine yakın bir irtifada, ana ocağı, baba yurdu şirin ilçem Antalya’nın Gündoğmuş’unda, yeni yaptırdığım yazlık çardağın terasından yazıyorum. Sahil kesimleri başta olmak üzere Anadolu sıcaklıktan kavrulurken,—inanması zor ama—sabahın seherinde iliklerimize kadar üşüten bir havada sabah namazı dersinde takip ettiğim Lem’alar kitabının “Onuncu Lem’a, Şefkat tokatları” bahsinin verdiği bir hâlet-i ruhiyede kâinat mescid-i kebirinden ilham olan bir “sıcaklıkla” bunları yazıyorum. “Şefkat Tokatları” bahsi şimdiye kadar belki bu derece bana böyle tesir etmemişti. “Nur Dâvâsının” tebliğe başlandığı ilk devrelerinde en ufak bir “ihmal ve sapmanın” ne kadar ibretli ihtarlarla karşılık bulduğunu daha etkili ve tesirli anlamak nasip oldu. Bu mânâda dâvâmı ve içinde bulunmakla her dem iftihar ettiğim şahs-ı mânevîyle ilgili özlü hakikatleri bu çerçevede kısaca değerlendirme gereği duydum. Yol haritamız olan “kudsî düsturları” nefsime bir defa daha ihtar etme gereği duydum. İnşallah muhataplarımda tesirini Rabb-i Rahimim halk eder. İçinde bulunmakla iftihar ettiğim; Nurculuk; bir mezhep, tarikat, dernek değil bir gönül hareketidir. Kur’ân’ı düstur olarak kabul eden, Resûlullah Efendimizin (asm) sünnetine bağlı, en öne çıkan özellikleri takva, sıdk, samimiyet, ihlâs, uhuvvet, sadakat, istikamet olan bir dâvâ ve harekettir. Gerçek Nurcular da muttakî Müslüman’dırlar.
Nur Talebesinin öne çıkan vasıfları ise: Nur Talebesi, beş vakit namazı dosdoğru kılan, her türlü ibadetlerini de dikkat ve hassasiyetle yerine getiren, daima nefsini ittiham eden kimsedir. Nur Talebesi, hizmetlerini ihlâsla yapar, onu muhafazaya çalışır. Hâlık için yaptığı hizmetlerin ücretini ve mükâfatını mahlûkattan beklemez. Nur Talebesi, iffetiyle yaşantısıyla eski zamanın evliyâları kuvvetinde ve hükmündedir. İnsanların kurdu değil, meleği konumundadır. Nur Talebesi, ıslâh edicidir. Daima insaniyetin hidayetini ister. Haricî düşmanlara karşı ittifakı esas alır ve uygular. Nur Talebesi, İslâm, Kur’ân, Sünnet için çalışmayı, hayatının gayesi bilir. İttifakı, iyi muâmeleyi, iyi örnek olmayı öne çıkarır. Ona bakan onda İslâm’ı görür. İktisatlıdır, cömert ve izzet sahibidir. Nur Talebesi, araştırır, bulur, barıştırır, kaynaştırır. Asık ve abus suratlı değildir. Kâinata tebessümle bakar. Af ve hüsn-ü muâmele ile hareket eder. Bedduâ etmez, daima hayır duâ eder. Asla gıybet etmez, lâf taşımaz, ara bozmaz. Nur Talebesi, dünyevî ihtiyaçlarını çoğaltmaz; asla lükse, israfa, aşırı tüketime, konfora, gösterişe, kibre, gurura sapmaz. Benlik, enaniyet, hodfüruşluk, riyaset, dünyevî mevki ve makam ihtiraslarından uzak durur. Fitneden, fesattan, tefrikadan nefret eder, birleştirici ve toplayıcıdır. Nur Talebesi, haklı olsun, olmasın münakaşa etmez. Gücenmekten, mânâsız, zararlı nazlanmaktan vazgeçer. Nizasız müdavele-i efkârı hayatının düsturu olarak kabullenir. Kardeşler arasında rekabet ve üstünlük vaziyeti alma hissi taşımaz. Nur Talebesi, iz’an, idrâk ve muhakeme sahibidir. Kusurunu görüp itiraf eder, daima nazar-ı af ve müsamaha ile muâmele eder. Muarızlarla meşgul olmaz. Muhabbet fedaisidir, husûmete vakti yoktur, böyle nakıs huylara da gönlünde, kalbinde yol vermez. Bid’a ve dalâlet zulmetlerine karşı kuvvet-i imanla çelikten bir kal’a gibi durur. Nur Talebesi, kendinin değil, din-i İslâmın meddâhıdır. “Bütün dünya benim bizzat şahsımı medh-ü senâ etse inandıramazlar ki, ben iyiyim” diye düşünür. Nur Talebesi, muhtaç olsa bile zekât istemez. Kendisi istemeden verilirse, ihtiyacı kadar alır. Asla ve kat’a cerrar (para toplayıcı) durumuna düşmez. Nur Talebesi, fikrî ihtilâfları meşveretle halletme yolunu ihtiyar eder. Müslümanlar arasında ayırım yapmaz, ikincileri dışlamaz. Allah indinde üstünlüğün şu veya bu taifeye mensubiyetle değil, takva ile olduğunu bilir. Nur Talebesinde, kitap okuma hayatının bir parçasıdır, sürekli okur. Risâle-i Nur metodunu takip eder, onu hizmet aracı bilir. Şüpheli şeylerden uzak durur. Tevhid inancına sımsıkı bağlıdır. Nur Talebesi, daima Hakkın hatırını âlî bilir. Garazsız kusurlarını söyleyenden memnuniyet duyar. Daima mahviyet, tevazu ve teslimiyetle kusuru kendine alır, samimiyeti ziyadeleştirmeye çalışır. Nur Talebesi, dünya malına tama göstermez, kanaat ve iktisatla hayatını idame ve rızkını temin eder. Nur Talebesi, hadsiz bir metanet ve itidal-i demle nihayetsiz bir fedakârlık sahibidir. Demir gibi sebatkârdır. Daima teâvün düsturuna sadık kalır. Nur Talebesi, keskin kalbli ve ferasetlidir. Herkesin dostudur. Muhabbet sayesinde kâinatın ayakta durduğunu bilir. Nur Talebesi, samimiyeti, sadakati, tesanüdü, ihlâsı ve Sünnet-i Seniyyeye ittibasıyla tam bir mücahiddir. Tevazu ve mahviyeti, hayatının vazgeçilmez düsturları olarak kabul eder. Nur Talebesi, su-i zan etmez, kolay kolay perdeyi yırtmaz. Fenalığa karşı iyilikle karşılık verir. Sır vermez, kötü niyetlilerin ıslâhına çalışır. Siyasî tarafgirlik ve tefrikaya düşmez. Nur Talebesi, tâbiiyeti metbuiyete tercih eder. Nur Talebesi, tevekkülüyle ve sağlam duruşuyla, ehl-i imanı me’yusiyetten kurtarır. Vatanın ve dünyanın her köşesinde hak ve hakikatin hükümfermâ olması için çırpınır. Nur Talebesinin hayatının gayesi; envâr-ı imaniyeyi ve esrâr-ı Kur’âniyeyi neşretmektir. Din hissi, hayat ve yaşama hissine galebe çalar. Önceliği dinî hayattır. Nur Talebesinin iki kanadı vardır. Biri mücâhede, diğeri ubûdiyet. Matlûb ve geçerli olanı, ikisini denk tutar. Nur Talebesinin simasında cemal tecellileri parıldar. Kötülüğü iyilik ile def etmeye çalışır. Elinden, dilinden, tavırlarından, tatbikatından ve yaşantısından insanlar selâmettedirler. Küsmek diye bir fikir ve tatbikat, onun kalp ve ruhunda yer bulamaz. Makbûl bir Nur Talebesi kâinâtın bereket direği ve kayyûmudur. Sadık bir Nur TSalebesinin; imanla kabre girmesi ve ehl-i Cennet olacağı hakkında çok müjdeler vardır. Bunların çok daha ötesi Risâle-i Nur Külliyatında mevcuttur. Erbabının malûmudur. Denizden bir katre, okyanustan bir şule olarak bazı hakikatleri hatırlamak ve paylaşmak istedim. Kulluk vazifelerimizi ve dâvâ sorumluluklarımızı eksiksiz yapma, yukarıda sadece bir nebzesi bahsedilen o yüksek haslet ve ahlâka hep birlikte sahip olup bire bir nefislerimizde, ailelerimizde ve camiamızda samimî olarak tatbik edebilmek dilek ve temennisiyle... NOT: Ayların sultanı “Şehr-i Ramazanınızı” şimdiden tebrik eder, bütün inananlara ve insanlığa huzur, barış ve saadet getirmesini Rabb-i Rahim’den niyaz ederim. N.E. 14.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hakkın hatırı âlîdir |
Mersin’den Yaşar Kılınç: “Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez” sözünü açıklar mısınız? Bu ne demektir? Uygulaması nasıldır?”
Hak, Cenâb-ı Allah’ın esmâsındandır. Allah Teâlâ’nın zatı hak, varlığı hak, birliği hak, isimleri ve sıfatları hak, vahyi, kelâmı, kitabı halis hak ve hakikattir. Cenâb-ı Hak hakkı emreder, hakkı ister, haktan razı olur, haksızlığı yasaklar. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “İşte Hak olan Rabb’iniz Allah budur! Hakk’ın dışında ancak dalâlet vardır! O halde (dalâlete) nasıl döndürülüyorsunuz?”1 Hakkın hatırı yüksektir. Çünkü hak Allah’tandır. Hak olmayanın ise hiç kıymet-i harbiyesi yoktur. Ne Allah nazarında, ne kul nazarında! Ne mü’min nazarında, ne kâfir nazarında! Hak buz gibi doğruluktur, çelik gibi gerçekliktir, sarsılmayan dürüstlüktür. İnsanlar ise çoğu zaman hakkı olduğu gibi değil; orasını burasını eğip bükerek, kendi yanlışlarına doğru yontarak, sulandırarak, içini batıl unsurlarla doldurarak kabul ederler. Eskiden insanlığın başı peygamberlerin getirdiği haberleri hak saymayıp, kendi batıl inançlarını hak kabul etmek ve bunda taassup göstermek gibi bir tehlike ile belâdaydı. Şimdilerde âhir zaman ümmeti hakka karşı batılda taassup göstermiyor ve eskiye nazaran daha dürüstçe hakkı kabul edebiliyor. Fakat günümüzde de nifak arttı, yalancılık arttı, münafıklık ayyuka çıktı, batıla hak süsü verme hainliği gelişti; böylece hakkın ölçüsü ve şirazesi kaçtı. Herkes elindekini hak kılıfıyla satıyor. Çünkü batıla açıktan talep yok. Batıl, işini hakkın gölgesinde ve hakkın üniformasıyla yürütüyor. Tamah ve hırs yolunda dini rüşvet verip dünyayı kazanma hastalığının yegâne çaresinin nefsini itham etmek ve daima karşısındaki meslektaşına taraftar olmak olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, bir münâzarada kendi sözüne taraftar olup, haklı çıktığına sevinmenin ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olmanın insafsızlık olduğunu kaydediyor. Bediüzzaman bunun fayda değil, zarar getireceğini, çünkü böylece bilmediği bir şeyi de öğrenmeyeceğini, gurur ihtimali de bulunduğunu; hakkın hasmının elinden çıkması durumunda ise, bunun zararsız olduğunu, bilmediği bir meseleyi öğrenip faydalandığını, nefsin gururdan da kurtulduğunu ifade ediyor. Bediüzzaman’a göre insaflı hakperest hakkın hatırı için nefsin hatırını kırar ve hasmının elinde hakkı görse rıza ile kabul edip taraftar çıkar. Bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarikat ve ehl-i ilim kendilerine rehber almaları gerekir. Çünkü ihlâs böyle kazanılacaktır, uhrevî vazifelerde böyle muvaffak olacaklardır. Ve rahmet-i İlâhiyenin yardımı böyle gelir.2 31 Mart’tan sonra sevk edildiği divan-ı harpte müdafaasına, “Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun”3 diyerek başlayan ve hakkı ve hakikati şiddetli cümlelerle savunan Bediüzzaman Hazretleri, herkesin idam hükmünü giydiği bu mahkemeden berat alarak çıkıyor. İman hizmetinde kardeşlerine ve ders arkadaşlarına, “Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatâsız zannetmek hatâdır” diyen ve “Hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hatta başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim” diyen Bedîüzzaman Hazretleri, sözlerini, “Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz” diye sürdürüyor. Bediüzzaman, hakkın hatırı söz konusu olunca, nefs-i emmareyi değil, hakkı ve hakikati baş göz üstünde kabul edeceğini ifade ediyor.4 Bediüzzaman, hakikatin hiçbir zaman değişmeyeceğini, hakikatin hak olduğunu “el-Hakku ya’lu vela yu’la aleyh” (Hak daima üstündür. Hakka galip olunmaz) 5 hadisiyle ifade ediyor ve hakikat zannedilen hayalin ömrünün kısa olduğunu bildiriyor.6 Doğudaki aşiret reisleriyle görüşmesinde kendi sözünün de hüsn-ü zan ile kabul edilmesine karşı çıkan ve hak karşısında kendisi hakkında bile buz gibi sözler sarf eden Bediüzzaman, “Çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalpte saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz” diyor. Bediüzzaman, “Neden hüsn-ü zannımıza sû-i zan edersin?” diye soranlara da, “Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlîdir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız” 7 diye devam ediyor. Bediüzzaman Hazretleri dinî cemaatlerin i’lây-ı kelimetullahı hedef-i maksat ettikçe hiçbir garaza vasıta olmayacaklarını, hakkın hatırı ile amel edeceklerini ve ancak bu anlayışla muvaffak olacaklarını bildiriyor.8 Hizmet ehli insanların birinci plânda vazifeleri dosta karşı da, düşmana karşı da hakkın hatırını gözetmektir. Eğer devreye kişisel hatırlar giriyor ve hak gölgede kalıyor ise, hak delilleriyle birlikte ama nezaket sınırları aşılmadan gösterilmeli, hak tarafında olduğumuz hatırlatılmalı ve hakka tarafgir olunmalıdır.
Dipnotlar: 1- Yûnus Sûresi, 10/32. 2- Lem’alar, s. 162. 3- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 43. 4- Barla Lâhikası, s. 97 (Mektup: 131). 5- Keşfü’l-Hafa, 1:127, Hadis No: 362. 6- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 51. 7- Münâzarât, s. 49. 8- Hutbe-i Şamiye, s. 104. 14.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kimse dört dörtlük değildir! |
Sık sık vurgulandığı gibi eş seçimi, hayatın en önemli kararlarındandır. Dolayısıyla isabetli bir seçim, huzur ve mutluluk; isabetsiz kararın ise pek çok sıkıntı ve problemleri beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Öyle ise, daha önce bir eşte aranması gereken müsbet özellikler detaylı olarak araştırılmalı, uzun ve derin tahliller, analizler yapılmalı. Değiştirme imkânı olan bir âlet, cihaz veya beyaz eşya için yaptığımız araştırmaların milyon katını eş seçimi için yapmak zarûreti var. Gencin, “Onu seviyorum, öyle ise evlenmeliyim!”; ailenin, “Madem sevdin, bize buna saygı göstermek düşer!” yaklaşımları son derece sakıncalı değil mi? Unutmayın, sevmek şart, ama, yeter şart değildir. Bir otomobilin hareket edebilmesi için “yakıt!” şarttır. Ama, yalnızca yakıt kifayet etmez. Elektrik aksamı, direksiyonu, tekerleri de, vs. olmalıdır. Sevgi, aile yuvasının yakıtıdır. Ama, aile hayatını yalnız başına sevgi ile sürdürmek mümkün değildir. Öyle ise nasıl bir metot uygulamalı? Önce kesinlikle nasıl biriyle evleneceğine karar vermeli. Tabiî ki, bundan da önce kendinizi, yani kişiliğinizi tanımanız gerekir. Sonra da şu tesbitleri yapmalısınız kendi dünyanızda. (Hatta bunları yazılı hâle de getirebilirsiniz): İkili ilişkilerde, aile hayatında sizin için önemli olan hususlar nelerdir? Ne arıyorsunuz? Huzur mu, paylaşım mı, destek mi, heyecan mı, ya da güven mi? Vazgeçemeyeceğiniz öncelikleriniz nedir, kesinlikle kabul etmeyeceğiniz şeyler nelerdir? Ve en sonunda da ihtiyaçlarınızı, beklentilerinizi, şartlarınızı belirleyin. Unutmamalı ki, olumlu duygu ve hasletler huzur ve mutluluğu, olumsuzları ise, huzursuzluk ve mutsuzluğu getirir. Ve mutlaka olumlu duygular, hasletler taşıyan bir eş tercih etmelidir. Ayrıca, “az bir şey israftan ne çıkar” diye düşünmemek gerekir. Zira, iktisat etmek ve israftan kaçınmak, namaz, oruç, zekât gibi emirler Hakim-i Mutlak olan Rabbimizin emridir. Cezası peşindir. Kimi zaman sıkıntı, kimi zaman musîbet, kimi zaman kriz olarak bize döner. İşte, bir damla suyun hesabını yapmaya başladık. Sıralayageldiğimiz olumlu özelliklerin en az yüzde 70-80’i mutlaka bulunmalıdır. Yüzde 90, yüzde 100’lere varan aşırı beklentiler de gerçeklerle bağdaşmaz. Zira, hiçbir insan yüzde yüzlük değildir! Eşsiz eş arayan eşsiz kalır! Unutmayın, araştırmalardan sonra bulduğunuz eşin, bir eşi daha yok! ..... Birine, arkadaşı sormuş: “Evlenmiyor musun?” “Şartlarım tutarsa olur.” “Ne istiyorsun ki?” “Güzel olsun, akıllı olsun, dindar olsun, zengin olsun, kültürlü olsun, şefkatli olsun, ciddî olsun, itaatli olsun, biraz da esprili olsun.” “Anlaşılan sen, birden fazla evlilik istiyorsun abi!” 14.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Halil USLU |
|
Çobanlıktan peygamberliğe |
Hz. Peygamber Efendimiz (asm) sahabelerle olan bir konuşmasında suâl-cevap faslının son bölümünde buyururlar ki: “Musa olsun, başkası olsun, peygamberlerden hiçbiri yoktur ki, koyun gütmemiş olsun.”1 Peygamberlerin çobanlıklarının derinliğinde sayısız hikmet ve mânâlar vardır. Hz. Musa’nın (as) çobanlığı çok merakaverdir. Kendilerine daha peygamberlik vazifesi gelmeden Mısır’daki Firavunun sarayında ve büyük hadiseler içinde bir ihtar-ı İlâhî karşısında Hz. Şuayb Peygamberin bulunduğu Medyen istikametine hicret eder. Rivayetlerde tam sekiz günlük yolu, ağaç yaprakları yiyerek aşar. Mısır ile Medyen arası sekiz günlük bir mesafedir. Allah Teâlâ’nın bu seçkin kulu, aç ve bitap düşmüş olarak bu uzun mesafeyi kat eder ve nihayet Medyen’e ulaşır. Kur’ân-ı Kerim’de kıssa şöyle devam ediyor: “Medyen suyuna geldiğinde, davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu. Onlardan başka, hayvanlarını sudan alıkoyan iki kadın gördü. Onlara: ‘Derdiniz nedir?’ dedi. ‘Çobanlar ayrılana kadar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır (onun için bu işi biz yapıyoruz)’ dediler. Musa onların davarlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi: ‘Rabbim! Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım’ dedi.” (Kasas, 28/23-24). “O sırada, kadınlardan biri utana utana yürüyüp ona geldi: ‘Babam sana sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor’ dedi. Musa ona gelince, başından geçeni anlattı. O: ‘Korkma! Artık zâlim milletten kurtuldun’ dedi. İki kadından biri: ‘Babacığım, onu ücretli olarak tut. Ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır’ dedi. Kadınların babası bana ‘Sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, o senden bir lütuf olur. Ama sana ağırlık vermek istemem. İnşallah beni iyi kimselerden bulacaksın’ dedi. Musa: ‘Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, bir kötülüğe uğramayacağım. Söylediklerimize Allah vekildir’ dedi.” (Kasas, 28/25-28). Hz. Şuayb’ın (as) kızı Safura’yı nikâhlandıktan sonra Musa (as), Medyen’de kalıp, hanımının mehri olmak üzere on yıl koyun güttü. Hikmetlerle, sırlarla dolu bu 10 yıllık çobanlık hengâmında bin gün bir koyun sırr-ı hikmet-i Rabbânî ile kaçar. Hz. Musa (as) sürüden kaçan bu koyunun peşine düşer. Koyun kızgın çöllerde kilometrelerce kaçar, Hz. Musa kovalar ve en sonunda koyun bitap düşüp durur ve yıkılır. Hz. Musa (as) bu esnada semayı çınlatan bir ifade kullanır: “Ey koyun neden bu kadar koştun? Neden kendini bu kadar heder ettin, yordun, kendi kendine niye eziyet ettin?” der ve onu sever. Bunun akabinde Cenâb-ı Allah’tan Hz. Musa’ya (as) peygamberlik görevi verilir. Çobanlıktan peygamberliğe, bu muhteşem idareciliği ve şefkati neticesinde ulaşır. Düşünüyorum ve soruyorum, biz bunun neresindeyiz? Hz. Musa (as) emr-i İlâhî ile ailesiyle ve kardeşi Harun’la (as) Medyen’den Mısır’a tekrar İlâhî emirle döner. İlâhî emir Firavun’a tebligattır. Buradaki âyetle takdim edilen yumuşak üslûp ve ikinci ise tebligat modelidir. Hz. Musa (as) Firavun’a, Allah’ın bir olduğunu ve kendisinin de O'nun resûlü olduğunu tebliğ eder ve oranın halkına yaptığı zulümleri yapmaması için ikaz eder ve der ki: “Benim vazifem yalnız tebliğdir. Sen ise ister kabul eder, ister istemezsin, bu senin bileceğin iştir.” Oranın halkı, Firavun’un karısı Hz. Âsiye gibi daha Müslüman olmamıştı. Toplanan insanlar, Hz. Musa’nın (as) ve Hz. Harun’un (as) tebliğleri ve görünen mu'cizeler karşısında Müslüman oldular ve onlardan Hz. Asiye Firavun’dan hakka dönmesini, günahlardan arınmasını istedi. Firavun yanaşmamakla birlikte karısı Hz. Asiye’yi işkenceyle şehit etti. Koyunlara şefkat eden Hz. Musa (as), diğer yanda ise öz karısını imanından, inancından ve ibadetinden dolayı hor görüp şehit eden Firavun. Yedi milyarlık dünya ailesi, Hz. Musa (as) gibi çobanlara muhtaç. Şefkatin, merhametin, gerçek aşk ve sevginin neresindeyiz? Çobanlıktan peygamberliğe giden sırlı yol….
Dipnot: 1- Tecrid terc., IX/146 14.08.2009 E-Posta: [email protected] |