Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli Irkçılığa çağıran bizden değildir, ırkçılık için savaşan bizden değildir, ırkçılık üzere ölen bizden değildir. Câmiü's-Sağîr, No: 3327 |
14.08.2009 |
Kâinat genişliğindeki köy
Bazı yerler vardır ki güzelliğini sadece ağacına, toprağına bakarak anlatmak mümkün değildir. Hatta bazı yerler madde itibariyle diğer yerlerden aşağıda gözükseler de mânâ itibariyle nihayetsiz güzelliklerle donatılmıştır. Bazı yerler de vardır ki anlamını, güzelliğini üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan insanlardan alır. İsimleri anıldığında akla hep onlar gelir. Bu özelliklerin her ikisini de barındıran yerler ise dünyanın mânevî zirveleridir. Böyle yerleri tam mânâsıyla anlatmak insanın sınırlarını aşar. Tıpkı akşamın karanlığında vardığımız, adımlarımızı yeni atmakta olduğumuz bu köy gibi... *** Köye adım atar atmaz insanı kucaklayan su sesi, bir derenin yakında olduğunu haber veriyordu. Zaten dere yatağını takip ederken karanlığa iyice alışan gözlerimiz de bunu doğruluyordu. Biraz sonra derenin üzerindeki bir köprüden geçince, yakın zamanda yapılan ve köyün en modern yapısı olan Nur Dershanesine varmıştık. Kafilemiz uzun yolun yorgunluğundan olsa gerek, yatak ve yemek için oldukça hızlı bir faaliyete başlamıştı. Ben ise hiç oralı değildim. Çünkü, bu mübarek yerin çekim alanına girmiştim bile… *** Dershane, derenin hemen yanı başında idi. Ben ise arada sırada çıkıyor, dershanenin bahçesinden derenin sesini dinliyor, etraftan gelmeye başlayan köy sakinlerini dikkatle süzüyordum. Şaşaâlı bir görüntüleri yoktu, ama hepsi gönlümün derinlerinden gelen bir saygı ve muhabbet uyandırıyorlardı. Kafilemiz hayli kalabalık olduğundan dershanenin büyüklüğüne rağmen birkaç kişi için yer kalmamıştı. Hiç ilgilenmediğimden birkaç kişi içinde ben de vardım. Hemen sonra bu birkaç kişiyi köy ahalisi misafir etmek istediler. Daha önce bir yatak bulamadığıma hiç bu kadar sevinmemiştim! Çünkü bu köye kadar gelmişken eski bir köy evinde kalmak istiyordum. Dershane de olsa modern bir binada kalmak istememiş, ama elimden bir şey gelmemişti. Ama şimdi zifiri karanlıkta bir köy evine doğru ilerliyordum. İçimde duyduğum heyecanı, sevinci benimle birlikte gelen bir kardeşim de paylaşıyordu. Rabbimize şükürler içinde eve vardık. *** Ev sahibi ağabeyimiz, daha girer girmez ikrama başladı. Yemeği dershanede yediğimizden, önümüze çay ve çerez türü şeyler konuldu. Ev hakikaten köy eviydi. Ağaç ve taştan yapılmıştı. Evde bizim gibi modern insanların eşya diyebileceği hiçbir şey yoktu. Ama ağabeyimizin gönlünün zenginliğine ve genişliğine hayran kalmıştık. Minderlerin üzerinde gece geç saate kadar süren tatlı bir sohbete daldık. Aynı odada yataklar serildi, ışıklar söndürüldü. Ben pencere kenarına denk gelmiş, yattığım yerden gökyüzünü seyrediyordum. Aman ya Rabbi! O ne haşmet, o ne güzellikti. Penceremin küçüklüğüne rağmen sanki kâinat karşımdaydı. Yıldızlar sanki avucumdaydı. Üstadımın tefekkürüne dair bir ipucu elde etmiştim. Sabah namazı ve dersten sonra ben pencerenin yanına oturdum. İşte Nurs Köyü artık gündüzün aydınlığında görünüyordu. Köy karşılıklı iki yamaçta kurulmuştu. Karşı yamaçtaki evleri görebiliyordum. Yamaçların birleştiği yerde sesi hiç kesilmeyen Nurs deresi akıyordu. Yukarılara doğru uzanan dağlar haşmetliydi. Köy tamamıyla ağaçlıktı. Zihnime bu görüntüleri böylece not ettim. Kahvaltı da akşamki gibi ikramla doluydu. Zannediyorum ki, ev sahibi ağabeyimizin çocuklarının da nadir yediği şeyler bizim önümüze konulmuştu. Şark’ı gezerken biz cehalet, zaruret ve ihtilâfın hâlâ etkin olduğunu müşahede etmiştik. Nurs’ta da zarûret (fakirlik) vardı. Ama burası başkaydı. Bizi misafir eden ağabeyimiz fakirliğinden hiç şikâyetçi değildi. Evet, belki zorluklardan dolayı yüz hatlarındaki çizgiler fazlaydı, ama onun misafiri olarak geçirdiğimiz yarım gün içerisinde ondan benim neredeyse bir yılda söylediğim kadar “çok şükür, Elhamdülillah” tarzı şükür ifadeleri işitmiştik. Şimdi düşününce, ağabeyimizin sohbet sırasında bütün alçakgönüllülüğü ve samîmiyetiyle söylediği şu sözler geliyor aklıma: “Biz” demişti “Risâleleri yeni okuyoruz, ben Risâle-i Nur’u sizden iyi bilmem.” Ben ise diyorum ki; siz bilmediğiniz halde Risâle-i Nur’u yaşıyorsunuz. Biz ise bildiğimiz halde yaşayamıyoruz. Keşke bu sözleri, o ağabeyime söyleme imkânım olsaydı… *** Nurs’un çocukları… Şark’ın diğer yerlerinde gezerken çocuklara cehâlet ve fakirlik sebebiyle çıkarcı bir anlayış hâkim olduğunu görmüştük. Size bir şeyler verirken mutlaka karşılığını istiyorlardı. Maalesef bizim nazarımızda bu, o çocukların sevimliliğini alıp götürüyordu. Ama Nurs’un çocukları da bir başkaydı. Çocukluğun masumiyeti ve sevimliliğiyle birlikte bir vakur, bir asâlet, bir ciddiyet vardı her birinde. Sorduğumuz soruları cevaplarken, bizlere bizzat elleriyle topladıkları güzel kokulu çiçek ve otları verirken hep bunu hissettim. Bakışlarındaki o parlaklık hâlâ hatırımda… Her birisinde Üstadımın küçüklüğünden bir parça vardı sanki… *** Nurs’un patikalarından Üstadımın anne ve babasının kabirlerinin bulunduğu kabristana gidiyorduk. Patika hem dar, hem dik bir yerden devam ediyordu. Önümdeki kardeşler, “Acaba buradan tabutları nasıl taşıyorlar? Dereye düşse ne olur?” tarzında lâtifeli biçimde konuşurlarken Nurs’un çocukları bu patikayı adeta bir ceylan çevikliğinde ve hızında arşınlıyorlardı! Ben ise Nurs Köyünün çekim alanından hiç çıkamamıştım. Kabristana vardık, kabristan da Nurs’taki hâneler misillü mütevazı ama maneviyâtı çok yüksek bir yerdi. Üstadımın annesi ve babasına, ağabeyine Kur’ân ve duâlar okuduktan sonra yavaş yavaş geldiğimiz patikadan döndük. *** Gelirken Üstadımın doğduğu ve en tesirli derslerini annesi Nuriye Hanım’dan aldığı mübarek eve girmiştim. Ev o kadar mütevazı idi ki kendimden utandım. Benim bu yazıyı yazdığım—güya—küçük odam Üstadımın doğduğu evin yarısıydı. Ev küçük olduğu kadar huzurluydu. Nurs Köyünde hissettiğim o çekim alanı bu evde katlanmıştı. Hürmetle Üstadımın ve annesinin ellerinden öpercesine duvarlara dokundum. Üstadımın çok küçükken oturup dışarısını seyrettiği, ay tutulmasını annesine sorduğu pencere kenarına oturup dışarıya baktım. İşte orada Üstadımın Risâle-i Nur’da kurguladığı o muhteşem kâinat tefekkürünün temelinin Nurs’ta atıldığını anladım. Bu pencereden görünen Nurs küçük bir kâinat nûmunesiydi: Ağaçlar; genellikle de çeşit çeşit meyve ağaçları... Sonra zikri hiç kesilmeyen Nurs deresi… Daha uzaklara bakıldığında üzerinde hâlâ kar bulunan haşmetli dağlar... Geceleri biraz önce bahsettiğim benim de kaldığım yerden temaşâ ettiğim yıldızlarla süslenmiş semâvât… Ağaçlar, nehirler, dağlar ve semâ, Said Nursî’nin ve Risâle-i Nur’un tefekkürünün en önemli parçaları değil miydi? *** En başta da söylediğim gibi bazı yerler üzerinde yaşayanlardan ötürü değer kazanırken, bazı yerleri Rabbim mânâ âlemlerinin sırlarıyla güzelleştirmişti. Nurs ise her ikisini de birleştiren yerlerden biriydi. Üstadım Nurs’un makamını, kıymetini arttırırken, Nurs da bunu fazlasıyla hak ediyordu. Hâkim-i Hakîm’in hikmeti böyle iktizâ ediyordu. Barla nasıl ki Risâle-i Nur’un köyü idiyse, Nurs da Üstadımın köyü idi. Ve hâlâ da öyle… *** Bana gelince, Nurs’ta olduğum süre içinde kendimi bin bir gece masallarındaymış gibi hissettim. Tıpkı Garplı seyyahların Şark’ın gizemli, mistik havasını soluduklarında büyülendikleri gibi büyülendim. Oysa bütün bunlar masal değildi, büyü değildi, mistisizm hiç değildi. Nurs’tan ayrıldıktan sonra, Şark gezimizin sonunda “Ben Nurs’ta yaşamak isterdim, ama gerçeği söyleyeyim; modern bir şehirli olarak Nurs’ta yaşayamam!” dediğimde bir büyük ağabeyim, “Kalben orada yaşamak lâzım” demişti. Şimdi büyük bir şehirde Nurs’a özlem duyarak, kalben Nurs’ta yaşamaya çalışıyorum. Bunun en kestirme yolu ise yine Üstadım Said Nursî’nin Risâlelerini okumak olsa gerek… Vesselâm… |
AHMET TAHİR UÇKUN 14.08.2009 |
Orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi
Dediler ki: “Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.” Ben de cevaben dedim: Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim: Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur. Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum. İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını affetsin; şimdi vefat etmişler. Rabian: Mâdem Reisicumhur gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle medresenin medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azîme-yi siyasîye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm, faydalı hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir. Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz. Emirdağ Lâhikası, s. 439, (yeni tanzim, s. 844) |
Bediuzzaman Said Nursi 14.08.2009 |
Diyarbakır, Bitlis ve Van üçgeninde bir üniversite
1978 yılında rahmetli Ali Uçar Ağabeyim ile gazetemiz adına “Van Üniversitesi” adı altında Bediüzzaman Hazretlerinin “Medresetüzzehra” adını verdiği, doğuda kurmak istediği üniversite ile alâkalı yazı serisini hazırlarken, bir çok akademik çevrenin yanı sıra, halkın da fikirlerine başvurmuştuk. Doğu insanının bugünkü problemlere çare olacağı kanaatinin öne çıktığı bu projede görüşlerine başvurduğumuz şahıslar arasında Erzurum Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden, Van’da henüz kurulmaya çalışılan üniversite ile ilgili bir profesör beyle de görüşmüştük. O öğretim üyesine yönelttiğimiz suâllerden birinde “Van’da tesis etmeye çalıştığınız bu üniversite projesi için halka da gittiniz mi? Yöre vatandaşlarının kanaat ve düşüncelerine müracaat ettiniz mi hiç? Meseleye nasıl baktıkları ve neler düşündükleri yönünde tesbitlerimiz oldu mu?” diye sorduğumuzda “Ne alâkası var? Devlet bir üniversite açmaya çalışıyor. Biz de evvelemirde Fen ve Edebiyat Fakültelerini açma çalışmaları içerisindeyiz” diyerek bize cevap vermişti. Bediüzzaman Hazretlerinin, bu yörelerde üniversite kurma ve hayata geçirme faaliyetleri sırasında “ortak akılla” hareket tarzını benimsediğini ve bu meseleyi halka götürerek projesini önce onlara kavratarak faaliyetini sürdürdüğünü görmekteyiz. Hatta yörede asıl problemin cehalet, zaruret ve ihtilâftan kaynaklandığını tesbit etmiştir. Bunun çaresinin de kurulacak eğitim müesseseleri yoluyla san'at, marifet ve ittifak reçetesini hayatlandırmak olduğunu beyan etmiştir. Bunun da üniversite yoluyla halledileceğini aşiretlere ve o yörelerdeki insanlara anlatma yolunu tercih etmiştir. Yöre insanını ve içinde bulunduğu psikolojiyi çok iyi bilen ve tahlil eden Bediüzzaman Hazretleri, bu fikrini Hürriyet’ten evvel İstanbul’a giderek ilgili makamlarla da paylaşmıştır. İlgili makamların ilgisizliği, Bediüzzaman’ı doğru anlamama zaafiyeti maalesef o günlerden bu zamana kadar sirayet ettiğinden, Hazret’in parmak bastığı meseleler ve çözüm yolları anlaşılmayınca veya anlaşılmak istenmeyince, mevcut problemler bir yumak halini almış ve günümüze kadar çözülmeyen bir hâl ve vaziyet içinde seyrede gelmiştir. Diyarbakır, Bitlis ve Van üçgeninde tesisine çalıştığı üniversite projesinin hedefleri de oldukça manidardır. Projeyi anlatırken, gerekçelerini şu ifadelerde görmek mümkündür: “O vilâyât-i şarkiye (doğu illeri) âlem-i İslâmın bir nev'î merkezi hükmünde, fünûn-ü cedide (fen ilimleri) yanında ulum-u diniye (din ilimleri) de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiya şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 403) Bugün cereyan eden hadiselerin ortaya koyduğu gerçekler de Bediüzzaman’ı doğrulamaktadır. Fen ilimlerinin yanı sıra din ilimleri de elzem olarak günümüzde öne çıkmıştır. Sonuç olarak, fen ilimleriyle din ilimlerinin birlikte okutulacağı eğitim müesseselerinin varlığı, problemlerin izalesinde en geçerli ve en kuvvetli çareler olarak ortaya çıkmaktadır. Ülkemizin doğu ve güneydoğu bölgesinde yaşayan insanlarımızın dinine, örf ve adetlerine bağlı olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle çözüm “ihyâ-i din”dir. Tarih ne dosttur, ne de düşmandır. Tarih aynasında meselelere bakıp da ders almak gerekirse, günümüz idarecilerine “Problemlerin çözümünde Bediüzzaman Hazretlerinin yüksek fikirlerinden istifade ediniz” demek durumundayız. Doğunun bugünkü hâli içinde gerekli çözüm budur diye düşünüyoruz.
|
MUSTAFA ÖZTÜRKÇÜ 14.08.2009 |