15 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Görüş

Bir rüya ve sonrası

Huzurevinde yaşlılığın insanlara sunduğu acılar, ağrılar, uykusuzluklarla uzadıkça uzayan gecenin sıkıcı sessizliğinin geride kaldığı ve şafak sonrası, ortalık aydınlanırken, sabah ezanıyla yeni bir güne gözlerini açan insanların, erken saatlerde heyecanla başlayan günlük yaşantılarının bir numunesi GençYaklaşım dergisinin Haziran 2009 sayısında “Gecenin Ardından” başlığıyla yayınlanmıştı.

Yatağa bağımlı, felçli, şeker hastası, gözleri görmeyen Ayşe Teyze’ye yapılan bir ziyarette, onun karanlık dünyasına bir nebze ışık verebilmek için, huzurevinin bahçesinde gördüğümüz baharın güzelliklerini, ağaçların, kuşların ve çiçeklerin muhteşem manzaralarını anlatmıştık. Sonra bunların hepsini Allah’ın yarattığı, O’nun san'at eserleri ve yeryüzündeki isimlerinin tecellisi olduğunu, her şeyi O’nun yoktan var ettiğinden bahsetmiştik. Hastalıkların ve musîbetlerin sabreden insanlara manevî kazançlar sağladığını, dilimin döndüğü ve onun anlayacağı kadarıyla anlatmaya çalışmıştım. O günkü sabah ziyaretinden çok memnun olduğunu, ferahladığını söyleyen Ayşe Teyze, hayır duâlar ettikten sonra, kimseye anlatmamaya karar verdiği rüyasını bana anlatacağını söylemişti. İşte o anlatılan rüya ve sonrasının hikâyesi:

“Gece tesbihimi çektim ve yattım. Gece rüyamda beni alıp götürdüler. Gittiğimiz yer; sonsuz yeşilliklerle kaplı düzlük, rengârenk çiçeklerle süslenmiş, alabildiğine güzel kokuların burcu burcu yayıldığı, güzellikte tarifi mümkün olmayan bir yerdi. “Burası Cennet” dediler bana.

Orada, önceden Ahiret’e gitmiş oğlum geldi yanıma. O zaman korkum ve şaşkınlığım biraz daha azaldı. Kadınların saç telinden ince bir köprüye geldik. Çok korktum. Köprünün altında fokur fokur kaynayan zift gibi ateşler ve alevler yükseliyordu. ‘Ben geçemem’ dedim, korktum. Bir koluma oğlum, bir koluma da başkaları girip köprüyü geçtik. ‘Burası cennet kapısı’ dediler. Orada önceden ölmüş kızım durmadan ağlayıp feryat ediyor, ‘Annem girmeden ben girmem” diyordu.

Alabildiğine uzayıp giden, kokularla ve güzelliklerle süslenmiş, insanın içinin mutluluktan uçacak gibi olduğu düzlükte bir çeşmeye rastladım. Susamıştım. Su içmek için yanına vardım. Elimi uzattığımda altın zincirle çeşmeye bağlanmış su tası dikkatimi çekti. O zaman çok hayret ettim. Şimdi anlatırken bile tüylerim diken diken oluyor. Şöyle ki; yıllar önce köyümüze hayır toplayıcıları gelirdi. Onlar cami, su, yol, köprü için hayır toplarlardı. Herkes bir şeyler verirdi. Kimisi bulgur, kimisi buğday, kimisi eşya, kimisi de para verirdi. Ben de, hayır toplayıcılara o tası hayır olarak vermiştim. Yıllar geçti, unuttum gitti, ama orada altın kurnalı, altın zincirli bir çeşmede karşıma çıkınca çok şaşırdım. O merak, heyecan, şaşkınlık, telâş içerisinde sabah ezanıyla uyandım...”

Yaşlı, hasta, zayıf ve yatağa bağımlı Ayşe Teyze, yalan dünyanın her türlü nimetlerinden uzak, tevekkül, duâ, sabır ve şükür ile uzun ve bereketli bir ömrün sevaplarının zenginliğini yaşıyordu. Güleryüz ve tatlı dille etrafındaki insanlara mutluluk saçıyordu. Moral vermek için onun odasının kapısından içeriye girenler, onun durumunu görünce gençlik, sağlık, servet, para ve dünyanın kendine bakan yüzündeki güzelliklerin geçici olduğunu rahatça görebiliyordu. Onun lisan-ı hali her şeyi açıkça anlatıyordu. İnsanlar ölümü, kabiri ve ahireti düşünerek ibret dersi alabiliyordu. Onun konuşmaları, sohbetleri bir nev'î manevî ikazlarla doluydu.

Huzurevinde, görmediği dünyasında İslâmın ve imanın kendisine bahşettiği ışıltılarında ve Peygamberimizin (asm) koyduğu işaret taşları ile yoluna devam eden, bu fani dünyanın bahtiyar yolcusu Ayşe Teyze, bir gün önce bakıcılarına köyüne gideceğini söylüyor. Onlar da “Bu halinle nasıl gideceksin” dediklerinde, “Dört kulplu (tabut) ile” diyor. Kimse inanmak istemiyor ve çok uzun yıllar yaşamasını temenni ediyorlar. Ertesi gün yani 5 Ağustos 2009 tarihinde, Berat Gecesinde Hakk'ın rahmetine kavuştu. Arkasında ibretler verici hatıralar bırakarak... Allah rahmet eylesin.

MUZAFFER KARAHİSAR erol530@hot

15.08.2009


Efendimin (asm) Hatice’si

Efendimin Hatice’sinin inciliğinde olmalıydı ruhumun her kıvrımı… İnciliğinden inceliğine düşmeliydi aynadaki aksim… Ve gözlerinin rengi… Onun kadar yürekli bakabilmeliydim dünyaya aşina, sevdiğine aşina, sevildiklerine aşina bu gözlerle… Gözlerimin zahire aşinalığından bâtına yol bulamalıydım Efendimin (asm) Hatice’si gibi... Âlemlere efendi olanın “zahiri de bâtını da” olan bir cana hayranlıktı benimkisi… Âlemlere efendi olanın “evveli” olana imrenişti… Ve “ahiri” kalana hayranlıktı…

Aklıma çalınırdı kalbimin derinliklerinden gelen şu ses: “Adım Hatice olsa idi, bahtım da Hatice gibi mi olurdu acaba?” “Zamanından önce gelen”… Halbuki kim isterdi ki zamanından önce gelmeyi? Kim isterdi ki birilerinin bir şeylere “geç kalıyor” olmasını?

Efendimin (asm) Hatice’si hiç serzenişte bulunmuş muydu acaba? Efendime daha erken ermeye, ya da Efendimin ona erken ermesine bir arzu duymuş muydu? Yetmiş miydi hasılı birlikte geçen onca sene? Hakikaten yeter miydi “zamanından sonra geleni” ile sonsuz zamanda beraber olsa da?

Bir eş… “Eş”ten kasıt ne idi ki ona göre? Bir sevgili evvela... Sonra sırdaş... Ve en zor zamanda “sahibi olduğu yüreğin” yanında sımsıkı ve kuvvetlice duran bir yoldaş… Bu muydu sadece acaba? Yoksa yine bir zahire takılan gözlerimizin gördüğü bundan mı ibaret? Olsaydı şöyle yanımda... Alsaydı beni karşısına... Anlatsa idi... O anlatsa, ben dilese idim Efendimin Hatice’sini... Ne anlatırdı bana acaba? Hem illa bir şey anlatması mı gerekirdi? Suskunluğu bile bir anlatış olmaz mıydı o zaman? Duruşunun inciliği de halinin inceliğine dökülüp sarmaz mıydı ruhumu? Efendimi sarabilen bakışlar ruhuma sızmaz mıydı? Sızmakla mı kalırdı? Aydınlatmaz mıydı? Aydınlığı ile gözümü kamaştırmaz mıydı?... Sahi o zaman bana bulaşır mıydı bir Haticelik? Aslında her Müslüman bayanın içinde, güllü kaneviçe gibi işli durmuyor muydu Haticelik’i? Öyle ise nedendi bu savruluş, bu yitiş, bu bozuluş? Elimizden sımsıkı tutarken o, reyhan kokulu elleriyle, nedendi dikenli kollardan yardım bekleyişimiz? Sarsılışımız, depreme tutuluşumuz nedendi?

Yine bâtına diktim gözümü… Zâhirin işvesi, cilvesi yalancı geliyor bana.. Zâhirin oyununa aldanışla yangına gidiyor kadınlığımız, anneliğimiz, eşliğimiz… Yine bâtına daldırmalı kalbimizde açık duran gözümüzü… Bu dünyaya kapılıp kalmamalı, bir sonraki diyarı görebilmeli… Hesabı görebilmeli... Görmeli ki çatık kaşı ile karşılamalı bizi Efendimin (asm) Haticesi… Efendimin incisi…

İnciler incisinden bir inci, inciliğini sürdü kalemime bugün.. Önce elbet dokundu yüreğime.. Sevmenin incisi.. Sevilenin incisi... Sevenin incisi… Gönüllerde bir inci, hele ki; istediğimiz dilediğimiz gönüllerde “bir/inci”, Efendimin(asm) Hatice’sinin şeffaflığında “bir/inci” olabilmek dileği ile…

FİLİZ GENÇ

15.08.2009


Gönülden damlalar

Pırıl pırıl yüzler, parıl parıl gözler

Tatlı güzel sözler dillerden akmada

Açmış renk renk güller şakıyor bülbüller

Coşmada gönüller, deryaya akmada

Verilmiş servetler, sunulmuş nimetler

Nurlanmış niyetler çağlayıp akmada

Nur içinde yüzler etkili çok sözler

Işıl ışıl gözler, sevgiyle bakmada

İsa YAKAN

15.08.2009


Yahyalı Karpuzbaşı şelâlesine giderken

Ağustos ayının ilk Pazar günü idi. Üniversiteli bayanların okuma programında “Karpuzbaşı Şelâle gezisinin mihmandarı” olacaktım.

Sabah namazında müezzinin ezan sesine, Erciyes’e bakan balkonumuzdan eşlik etmeye çalıştım. O kadar lahuti bir mânâ veriyordu ki; yıllardır dinlediğim halde doyamadığım gibi gene doyamamıştım. Kim bilir belki Kayseri’ye ilk geldiğim zamanda otobüsten indikten bir-iki dakika sonra “can dostum” Burhan Zengin Ağabeyimle çantalarımızı alıp taksi durağına doğru giderken okunmaya başlayan sabah ezanı gibi geldiği için onu dinlemeye doyamıyorum. Belki de şehrin gürültü ve patırtısı olmadığından ezan, bütün letâfeti ile insan ruhuna hitap ettiği için… Onun için sanki hiç müezzin değişmemiş gibi geliyor bana. O “Allah-u Ekber” sedaları müezzinin sesinden sonra Erciyes Dağında yankı bulup; Kayseri semâlarına geri dönüyor gibi idi. Adeta “her şey lisan-ı hâli ile Allah’ı zikreder” hakikatinin bir misâli idi.

Belki de eriyen karlardan sonra Arapça harflerle beliren “Allah” lâfza-i celâlinin mânâsını gaflet uykusunda olanlara bir kez daha hatırlatıyordu. Namazdan sonra güneşin doğuşunu “Erciyes Hasreti” ile beraber izledim ve resmini çekmeye çalıştıktan sonra yol arkadaşlarımıza “dâhiliye müdürü” ile iştirak ettik. Kaptanımız usta şoför Alaattin Bey, taşıdığı yolcuların kalplerindeki “Allah” sevgisini bildiği için; Erciyes Dağındaki karlara yazılı “Allah” lâfzına doğru götürürken çok dikkat ve itina ile aracını kullanıyor, “Mihmandar Asistanı” Halime kardeşim de “halim” bir şekilde görevini yaparken Tekire varıyor ve buz gibi sudan içip dünyanın direği dağlardan Erciyes’i “temâşâ” ederek ilerliyoruz.

Gölet yakınlarında iken “Tepelice Çama Çıktım” ilâhisini söylerken; sağ tarafımızda gözle zor görebildiğimiz şirin Yeşilhisar’da medfun rahmetli Hilmi Doğan ve her yolculukta mutlaka sakin sesi ile bu ilâhiyi söyleyen “tatlı insan” Develili Mustafa Cantekin Ağabeylerimizin ruhlarına Fatihalar gönderiyor, Sultan Sazlığına selâm veriyor ve halk ozanımız Seyran’ın memleketi Develi ilçesine doğru yol alıyoruz.

***

Develi, tatlı bir Anadolu ilçesi. Selçuklu dönemi tarihî eserleri yeni binalar arasında sessiz kalmasına karşın, yeni camilerin minareleri şehre hâkimiyetini gösteriyordu.

Yol boyunca, bağlar, bahçeler derken aziz dostumuz Emir Gürbüz’ün memleketi, Yahya Gazi Hazretlerinin ismi ile tesmiye edilen Yahyalı’ya varıyoruz. Yıllar önce gördüğüm o şirin hâlinden hiçbir şey eksik etmeyen ilçede az bir mola ve ihtiyaç temininden sonra yola devam ediyoruz. Münâzarât’tan “istibdat” ve “En çok bize lâzım olan nedir?” mevzularını okuyor ve karşılıklı teâti ediyor, ara sıra değişik sorularla yolculuğun tadını çıkarmaya çalışırken “kitab-ı kebîr-i kâinat” sahifelerini okumayı da ihmal etmemeye çalışıyoruz.

Yahyalı-Adana yolu güzergâhından otuz ve yol ayırımından kırk km.’yi bulan sert virajları ve dik inişleri olan yoldan kıvrım kıvrım ilerlerken; dere yanlarındaki iki taraflı kaya parçası dağlara bakıp “Allah-u Ekber” demekten kendimizi alamıyoruz. Yol boyunca bizi sıklıkla geçen araçlar, kayalarda kök salmış çam ağaçları, dağ eteklerinde kurulmuş otuz-kırk haneli köyler, ara sıra geçen traktörler, ekilebilen tarlalarda patosların öğüttüğü saman yığınları, dağlara yapılan tünel çalışmaları, çok fazla olmayan bir-iki keçi sürüsü, on metre kareye ekilen sebze bahçelerini izleye izleye giderken nizamiye gibi bir kapı karşımıza çıkıyordu.

Kaptan yolun dönemeçlerinden terlerken yekpare taştan olan dağdan fışkıran bembeyaz şelâleyi görünce rahatlıyor ve “İşte şelâlenin başlangıcı” diyordu.

Herkes koltuklarından adeta ayağa kalkıyor ve tarifi imkânsız olan bu üç dört koldan akan rahmet hazinesini seyretmeye çalışıyordu. Gerçekten bu “anlatılmaz yaşanır” bir duygu idi.

Ve orada söyleyebileceğiniz tek kelime vardı: “Allah-ü Ekber!”

O Kudret sahibinin Hâkimiyetinden başka bir şey düşünmek mümkün değildi.

Karpuzbaşı Köyü otuz-kırk haneye yakın nüfusa rağmen bu İlâhî nimetin hatırına adı bütün dünyaya yayılmış, 1995 yılından beri de şelâle milli sit alanı ilân edilmişti. Köyde yapılan güzel cami ve şelâle çevresindeki–yeterli olmasa da—banklar, yöresel yemek büfeleri vs. güzel şekilde düşünülmüştü.

Şelâle; dar bir vadiden geçen yol ve derenin iki tarafındaki dağlardan, batı tarafından adeta sert taştan “cennet menbaı” gibi birkaç koldan akmaktadır. Suyu o kadar soğuktur ki, çıkış yerinde abdest almak için üç-dört defa elinizi ısıtmak zorunda kalırsınız. Ben iki dakika ayaklarımı tutabildim ama “delikanlı” olanlar dört dakika tutabildiklerini söylüyorlardı. Otuz iki kişilik ekibimiz çayı bile beklemeden kahvaltıyı hızla yapıyor ve şelâlelerin menbâlarına doğru gitmeye yarış ediyorlardı. Su değirmeni ve sahibi “bahtiyar ihtiyarın” verdiği bilgiler herkese orijinal geliyordu ama beni daha çok etkiliyor, maziye götürüyordu ki, annemin dayılarının Batman ili Hasankeyf ilçesi Lepena Köyündeki su değirmenini hatırlatıyor ve oraya gittiğimiz kısa yaz aylarındaki hatıraları ile buğdaylarımızın una nasıl dönüştüğünü sinema şeridi gibi geçiriyordu. Ne elbisenin ıslanması, ne telefonların su alması, ne el çantalarının zarar görmesi kimsenin umurunda değildi; bu rahmet hazinesinden gelen su karşısında. Şelâlenin gür sesine karışarak eda ettiğimiz öğle namazını müteakip, hareket saatine kadar “şelâle sahifesini okumaya” devam ediyoruz. Dünyanın direği dağlar “hazine-i gaybtan gelen suya” depoluk ediyor ve eğer “Bu su biriktirilse kısa sürede bu dağdan daha büyük bir hâl alacağını” burada öyle görüyoruz ki; kaptanın tabiri ile “kör olmayan” anlar.

Gitmesi zor ayrılması daha zor gibi geliyor herkese…

Meral, Şükriye ve Fatma kardeşlerin “çevreci” davranışları bizi duygulandırıyor. Sanki “beşer elinin bulaşıklığını” karıştırmamaya çalışıyorlardı. Herkes şelâleden ayrılırken Elif kızımızın suyu “Ya Celîl, Ya Celîl!” diye seyretmesini—makinanın pili bittiği için—resimleyemedim.

Gezimizin afacanı “Hacı Efendi” Mehmet Tarık ise, soğuk suda ıslanmaktan korkmuyordu. Adıyamanlı Gülsüm kardeşimin tefekkürüne, Keziban, Melike, Nursena, Meral, Elif, Halime, Hacer, Zeynep, Aslıhan, Berna, Ayşe, Zehra, Fatma, Şükriye, Nurdan, Gülşen, Tuba, Dilan, Buşra, Nazlı ve Bahriye Hanımlar eşlik ediyolardı. Gitmek mi zor, kalmak mı zor? Aslında ikisi de yerine göre zordu. Ama ayrılık vakti gelmişti. Çünkü yollar Kahramanmaraş’a, Adıyaman’a, Şanlıurfa’ya, Gaziantep’e, Erkilet’e, Mersin’e, Hacılara, Kayseri’ye gitmek zorunda idi.

Erkiletlilere içirmek için doldurduğumuz yirmi beş litrelik suyu yolda tüketirken Erciyes’e tırmanıyor, Hisarcıktan Kayseri’ye yaklaşırken soldaki mezarlık sanki dile geliyordu: “Bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm elbette hayattan ziyade bir isteği vardır” hakikatine imza basıyordu.

Zevâle meyleden güneş ışınları iyice zayıflamış, Erciyes’n ufkunda bulutlar kızarmış, şehirden yükselen akşam ezanı günün bittiğini ilân ederken, şelâle uzaklarda, Erciyes dağı gerilerde kalmış, sabah hareket ettiğimiz yere varmıştık.

ŞERİF GÜNDÜZ [email protected]

15.08.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.