Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
MGK mı, hükümet mi? |
Temaslarını sürdüren İçişleri Bakanı, yürüttükleri çalışma için “demokratik açılım” ifadesini kullanmıştı. Sonraki günlerde projeye “Kardeşlik ve huzur projesi” adının konulduğuna dair haberler çıktı. Ve ardından Başbakan “millî birlik projesi” ifadesini telâffuz etti. İsimlendirme noktasındaki bu farklılıklar bile işin esasındaki belirsizliklere işaret etmiyor mu? Bilhassa Erdoğan’ın son kullandığı “millî birlik” ifadesinin, öteden beri, demokrasiden hiç haz etmeyen ihtilâlciler tarafından her fırsatta tekrarlanan bir “slogan” olduğunu; hattâ 27 Mayıs’ı yapan cuntanın, kendisini “Millî Birlik Komitesi” olarak isimlendirdiğini unutmayalım. Aynı şekilde, yine müdahalecilerin eseri olarak ortaya çıkıp yine onların gayretleriyle ağırlaşan sorunların bunaltıcı boyutlara ulaştığı her aşamada gündeme gelen “hür siyasete müdahale” eğilimlerinin, “millî birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz şu dönemde...” kalıbıyla başlayan nutuklarla ifade edildiğini hatırlayalım. Ve hemen ardından, birkaç ay önceki “çözüm için tarihî fırsat” çıkışıyla bugünkü “açılım”ın sinyalini vermiş olan Cumhurbaşkanının en son açıklamalarındaki şu ifadelere dikkatle bakalım: “MGK’da Türkiye’nin en önemli meseleleri konuşulur. Türkiye’nin en büyük sorunuysa, şüphesiz MGK’da bunlar konuşulur. Biz Güvenlik Kurulunda ne konuşuyoruz? ‘Günlük Türkiye’ ile ilgili icraatları, idareyi hükümet yapıyor. Türkiye’nin önemli, hükümet üstü meselelerini MGK’da oturur, konuşuruz.” (aa bülteni, 18.8.09) Bu ifadelerdeki yaklaşımı iyi irdelemek lâzım. MGK’nın başkanı sıfatıyla konuşan Gül, bu sözleriyle, öteden beri geçerli olagelen “devletin hükümete bakışı”nda herhangi bir değişiklik olmadığını ve kendisinin de Çankaya’ya oturduktan sonra bu bakışı özümsediğini mi gösteriyor? Bu sözlerden çıkan iki neticeleri açarsak: * Türkiye’de seçilmiş hükümetlerin görevi, ‘günlük Türkiye’yi ‘idare’ etmekle sınırlı. Yani, eski Başbakanlardan Çiller’in dediği gibi, hükümetler yol, su, elektrik gibi rutin ve teknik işlerle ilgilenirler; ama sıra “devlet”in yetki alanındaki “büyük meseleler”e geldiğinde oraya giremezler. * Gül’ün tabiriyle, “önemli, hükümet üstü” meseleler vardır ve bunlar hükümete bırakılmayıp MGK’da konuşulur. Ve bu bakışa göre MGK hükümeti aşan meselelerin görüşülüp karara bağlandığı “hükümet üstü” bir konumdadır. Bu durumda, kurul kararlarının “tavsiye” niteliğinde olmasını ve 2003’teki MGK reformunun neyi değiştirdiğini yeniden sorgulamak gerekmez mi? Son açılımın gündeme gelmesinden bu yana farklı ağızlarca hep aynı şey tekrarlandı: “Çözüm aranırken yapılacak çalışmalar Meclis zemininde yürütülmeli.” Gerçi bu Meclis yapısından sonuç çıkar mı, ayrı konu. Ancak kural olarak olması gereken şey, bu. Çözüm Mecliste aranmalı. Ama konuyu Meclise getirmeden önce inisiyatif kimde olacak: Hükümette mi, MGK’da mı? 20.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Kadir AKBAŞ |
|
“Millî” olanın yeniden tanımlanması |
Hükümet, Türkiye’nin temel problemlerini çözmek adına, toplumun farklı kesimleri ile bir araya geliyor. Alevî topluluğunun kanaat önderleri ile yapılan toplantılar, azınlık cemaati ileri gelenleri ile buluşmalar, Kürt sorunun çözümüne katkı sunacağı düşünülen kuruluşlara yapılan ziyaretler ilk anda akla gelenler. Hükümetin temel sorunların çözümüne dönük niyet ve gayreti, toplumun pek çok kesiminden geniş destek buldu. Hükümetin bu niyet ve gayretini nereye kadar sürdürebileceği konusunda belli çekinceler olduğunu da hatırlamak gerekiyor. Nitekim Ermenistan ile var olan sorunların çözümüne dönük olarak, hükümet tarafından başlatılan ve kamuoyunda oluşturulan beklentiler, bir anda yerini hayâlkırıklığına bırakmıştı. Hükümetin, sorunların çözümüne dönük somut önerilerle toplumun önüne çıkmaması olumlu bir adım olarak değerlendirilmelidir. Katılımcı demokrasi kültürünün yerleşmesi açısından önemli bir fırsat. Sayın Başbakan’ın sorunun çözümüne dönük bir süre öngörmüş olması ise doğru olmamıştır. Yapılan çalışmalar, demokratik açılımla ilgili atılması gerekli adımları somutlaştıracaktır. Bazı somut önerilerin fiiliyata geçirilmesi, kamuoyunun çözüm önerilerini tartışması, hazmetmesi süreçlerinin yaşanmasını gerektirecektir. Bundan da önemlisi demokratik açılım sürecinde atılması gündeme gelecek önerilerin büyük bir bölümü anayasa ve kanunlarda önemli değişiklikler yapılmasını gerektirecektir. Bu noktada yüksek yargı organları, Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay’ın bugüne dek uygulaya geldiği anlayışın ötesinde, yeni bir anlayışla hareket etmesi gerekecektir. Maalesef yüksek yargı organları bu güne değin ülkenin temel sorunlarının çözümüne katkı sağlamak bir yana, sorunların kronikleşmesine yol açan kararları, demokratik açılımın önündeki ciddi engellerin başında yer alıyor. Ancak, demokratik açılım sürecinin bir devlet politikası olarak benimsenmesi halinde yüksek yargı organlarından bir tutum değişikliği beklenebilir. Demokratik açılım sürecine CHP ve MHP’nin de dahil edilmesi, bu cenahın kanaat önderleri ile bir araya gelinmesi, duyarlılıkların anlaşılmaya çalışılması gerekir. Millî birliğin, millî kültürün, millî olarak tanımlanabilecek değerlerin yeniden anlamlandırılacağı, yeni bir muhtevaya kavuşturulacağı sürece, MHP ve BBP çevrelerinin de katkısı sağlanmalıdır. Bu günde dek “millî” olanın muhtevası, belli etnik aidiyet vurgusu üzerinden yapıldı ve muhtevası da, bu aidiyete cumhuriyetle birlikte atfedilen değerler üzerinden belirlendi. Etnik aidiyet vurgusu olmaksızın “millî” değerlerin yeniden tanımlanması, Türk'ün, Kürt'ün, Alevîsi, Sünnîsi ile Müslümanın ve diğer vatandaşların kendisini bulabileceği değerler manzumesinin müşterek değerler haline getirilmesi zor bir sürece işaret ediyor. Bu süreçte, bu toprakların en güçlü müştereği olan inanç birliği, zorluğun aşılmasında herkes açısından sağlam bir referans oluşturacaktır. 20.08.2009 |
Raşit YÜCEL |
|
Açılım |
Açılmak ve saçılmak. Ama bu başka açılım. Yıllar süren acı bir serüven bu. Çok acı çekildi, çok kan döküldü. Tehlike, zamanında bertaraf edilmedi. “Üç-beş çapulcu” dendi. Kan aktı, kan döküldü. Gözyaşları sel oldu. Çocuklar yetim kaldı, analar gözü yaşlı. Kin nefretleri doğurdu. Ne doğru teşhis kondu, ne de doğru tedavi yapıldı. Şimdi yeni bir açılımdan söz ediliyor. Yunus Emre’den, Hacı Bektaşı Veli’den, Neşet Ertaş’tan örnekler verilirken, bu ülkenin medar-ı iftiharı olan Said Nursî’den bir kelime dahi söz edilmiyor. Bazılarının hâlâ göremediği tehlikeyi, Bediüzzaman yüz yıl önce görmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’ya geldiğinde on maddelik bir beyannâme yayınlamış, “Şu inkilâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek” ve “Madem şarkı intibaha getirdiniz (uyandırdınız); fıtratına muvafık bir cereyan veriniz” demiştir. Bunlar yapılmış mı? Hayır, yapılmadı. Ve ırkçılık burada hayata hâkim oldu. Doğu ihmal edildi, doğu cahil bırakıldı. Eğer Nur Talebelerinin müsbet hizmetleri olmasa idi, bugün doğu daha fecî durumda olurdu. Şimdi bazı teşebbüsler yapılıyor. Temennimiz iyi kararlar çıksın. Bediüzzaman’ı anlamadan, onun görüşlerini bilmeden, kırk tane açılım yapılsa da, doğru tedavi yapılamaz. Bunun anlaşılması gerekir. Bu çok gecikmiş bir ihmaldir. Bunun temel zembereği, dinî hayatın canlandırılması. İkincisi, ekonomik gelişme. Üçüncüsü, cehâletin yok edilmesidir. Açılım, doğmadan ölen bir olgu olmamalıdır. Bitmelidir artık bu acı. Bu bir açılım değil, tedavi olmalıdır. 20.08.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Bugün Afganistan'da seçim var! |
Bugün Afganistan’da seçim var. 3 helikopter, 3000 otomobil ve 3000 eşek görev yapıyor seçimlerde. Dün bu araçlarla oy sandıkları ve oylar taşındı seçim bölgelerine. Bazı bölgelere eşekten başka bir araç ulaşamadığı için eşekler devreye girdi. Otuz gözlemci grubunun seçimlerin şeffaflığını (!) gözlemleyeceği seçimlerde güvenliği NATO güçleri sağlayacak. 223 milyon dolar bağışlandı seçimler için. Amerikan askerleri Afganlı askerlerle birlikte güneye kaydırıldı. Ancak sadece Temmuz ayında NATO 75 askerini kaybetti. Yani kendisini korumakta zorlanıyor. Karzai ile birlikte 38 aday 17 milyon kayıtlı seçmenin oyunu almaya çalışacak. Devlet başkanı ile birlikte 420 il meclisi üyelikleri için seçim yapılacak. Peki gerçek bir seçim yapılabilecek mi? Bir yanda seçimlere katılımı engellemeye çalışan ve saldırılarını arttıran Taliban, öbür tarafta cehalet ve yoksulluğun kol gezdiği uzak bölgeler. Uyuşturucu parasıyla satın alınan oylar, aşiretlerin yönlendirdiği seçmen, çoğu Afganlının işgalci olarak gördüğü ABD ve müttefiklerine duyulan öfke, Karzai’nin sekiz yıllık başarısız hükümet dönemi. Ve bu şartlarda yapılan seçimler. Bir Gallup anketine göre her dört Afganlı seçmenden üçü seçimlerin adil ve şeffaf olmayacağı kanaatini taşıyor. Uluslar arası Şeffaflık Örgütü (Transparency International) Afganistan’ı rüşvet bakımından 189 ülke arasında 176. sıraya koyuyor. Sırtını ABD ve müttefiklerine dayayan Karzai hükümetinin kayırmacı, rüşvetçi ve yolsuz hükümetinin halkta uyandırdığı bıkkınlık, onları Taliban’a yöneltiyor. Hükümetin boşluğunu onlar dolduruyor. Kabil’in otuz kilometre doğusunda bile Taliban’lı hakimler halkın hukuki anlaşmazlıklarını kara bağlıyor. Batılı gözlemcilere göre Taliban, sekiz yıl öncesindeki gücünü yeniden kazanıyor. Bunun en önemli göstergesi Kabil’e yönelik saldırılar düzenlemeye başlamaları. Obama yönetimi Irak’tan çıkarken birliklerini Afganistan’a yığmaya başladı. Yıl sonuna kadar 68.000 asker daha gönderilecek. Amerikan yönetimi için Irak başarısızlığından sonra Afganistan operasyonu bir bakıma prestij mücadelesi. O yüzden halkın desteğini alabilecek bir hükümete ihtiyacı var. Bu hükümetin Karzai liderliğinde olmaması gerektiği açık. Ama kamuoyu yoklamaları Karzai’nin büyük farkla kazanacağını gösteriyor. Yani ABD bir dediğini iki etmeyen, ancak halkın sevgi ve desteğini alamamış ve Taliban’a karşı tamamen NATO güçlerine güvenen Karzai ile devam etmek zorunda. Kısacası; bugünkü seçimler Afganistan’da BM özel temsilcisinin deyimiyle bir “demokrasi denemesi”nden ibaret. Ülkede değişen hiçbir şey olmayacak. Yada değişen tek şey olacak: masum halkın çektiği çile artacak, can veren masumların sayısı yükselecek ve Afgan halkı demokrasi ve insan hakları için bir başka baharı beklemeye devam edecek. 20.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Açılımın açıkçası |
Hükümet tarafından ortaya atılan “demokratik açılım” projesi, bir süredir çeşitli boyutlarıyla tartışılıyor. Toprak bütünlüğü, bayrak ve vatan birliği korunarak, meselenin insanî ve kültürel haklar, eğitimde fırsat eşitliği ve ekonomik iyileştirme çerçevesinde ele alınmasına hiç kimsenin ve hiçbir kesimin itirazı olmamalı. Ama terör elebaşlarının beyanları, İmralı mahkûmunun defteri ve muhalefetin “bölünme” kaygıları ürkütüyor, korkutuyor. Ayrıca ahval karışık, zemin batak, altyapı bozuk ve hava bulanık. Bu zaviyeden bakınca, henüz işin dibacesinde dibe vurma sinyalleri de geliyor. Lâkin bu sinyaller, çatlak ve olumsuz sesler korkutmamalı, telâşlandırmamalı. Bilâkis geri dönüşü mümkün olmayan bir yola girildiğine olan inanca kuvvet vermeli. Varsın, işin başında herkes ve her kesim ne söyleyecekse açıkça söylesin. Nitekim biz de zihnimize takılan, fikrimize ilişen ne varsa söyleyelim ki, acı da olsa, dostça olsun. Ki taşlar yerli yerine otursun, proje de kalıcı ve sağlam olsun. Öncelikle şunu ifade edelim ki; açılım projesinin hayırlı, kesin ve kalıcı bir sonuca ulaşmasına umudumuz ve güvenimiz tam olmasa da, desteğimiz ve duâmız kesin ve tamdır. Evet, umudumuzun ve güvenimizin tam olmasını engelleyen o kadar çok sebep var ki, saymakla bitmez. Ama açık desteğimizi ve duâmızı engelleyecek hiçbir sebep yoktur. Hani şu nişan, nikâh ve düğün gibi hayırlı girişimlerde dillere destan güzel bir duâ vardır. Aynen onun gibi diyoruz ki: “Allah tamamına erdirsin. Amin”
«««
En başta bu “demokratik açılım” projesini ortaya atan tarafın bugüne kadar sergilediği performans ve iradeye bakarak ihtiyatlı ve temkinli olmamak mümkün değildir. Sonra bu projenin hangi arenada, hangi gerekçe ve dayatmalarla ortaya atıldığı da oldukça düşündürücüdür. Ayrıca ortaya atıldığı günden bu yana, ülkenin karşı karşıya olduğu diğer devâsâ problemleri hemen arka plana attığına ve küllendirdiğine bakılacak olursa, zihne gelen kurgu ve kaygıları bertaraf etmek, ancak aşırı iyimser bir bakışla mümkün olabilir. Sakın bu defa da, “Ne yapalım, biz çözümde kararlıydık, ama muhalefet buna engel oldu” denilmesin. Çok açık ve net söylemek gerekir ki, artık bu meselede geri adıma cevaz vermeyen bir yola girilmiştir. Ya bu yola bu kadar “balıklama” ve damdan düşer gibi girilmemeliydi, ya da girildikten sonra artık geri dönülmemeli. Bundan geri adım, maazallah daha büyük belâ ve sıkıntılara kapı açar. Hani bu endişemizi de durup dururken izhar etmiyoruz. Bugüne kadar “demokratikleşme” alanında açıldığı gibi kapanan çok “açılımlar” gördük. “Başörtüsü açılımı,” “anayasa açılımı” vesaire..
«««
Bu gibi “açılımlar” arasında, açılıp kapanma ya da kapanıp açılma noktasında en fazla gidip gelen ve bundan dolayı da en büyük darbeye maruz kalan, hiç şüphesiz “başörtüsü” olmuştur. Yumuşacık, mâsum bir nesne. Ne dağa çıkabiliyor, ne de Meclise girebiliyor. Sahipleri de gözyaşına boğularak, dertlerini içlerine gömüyorlar. Bugüne kadar kendilerine verilen sözler ve ümitler kırıla kırıla, neredeyse tamamen ümitlerini yitirme noktasına getirildiler. Hatta bir ara o kadar ümitlendirildiler ki, bayram havası içinde bazı okullarda sevinçlerle sınıflarına dahi girdiler. Avrupa basınında bile, “Türkiye’de muhafazakâr hükümet, üniversite kapılarını başörtülü kızlara açtı” şeklinde yazılar yazıldı. Ama sonu büyük bir fiyasko ve hüsran oldu. Anayasanın hışmına uğrayan yasak, daha da katmerleşti. Kaş yapayım derken, göz çıkarıldı. “Sivil bir anayasa” için de “sivil adım” atıldıktan sonra havada kaldı. “Sert adımlarla yer gök inlesin” diyen askerî adım gibi olmadı. İşte sert adımların ürünü olan 1982 anayasası, hâlâ inim inim inletiyor. Demek ki biz, millet olarak hâlâ buna lâyık ve müstahakız. Zira yüzde doksandan fazla bir “evet” ile kabule mazhar olan bu anayasadır. Hiç beklenmedik simalarca alkışlanan ve umulmadık ağızların duâsını alanlar da bu anayasayı dikte ettirenlerdir. Devamında aynı destek ve aynı duâlarla iş başına getirilen icazetli sivil iktidarların yıllarca uyguladığı bu anayasa da bir bakıma sivilleştirilmiştir. Ondandır ki, ayrıca sivil bir anayasaya geçit verilmedi, girişimi de hemen rafa kaldırıldı. Nasıl olsa artık asker-sivil el ele, gönül gönüleyiz. Sivilimiz asker gibi, askerimiz sivil gibi olmuş. Millî Güvenlik Kurullarımızda alınan pozlara baksanıza.. Kurula başkanlık eden sivilimizin askerce bakışına ve duruşuna, rütbelilerimizin ise sivil ve mülâyim bakışlarına şahit olursunuz. Böyle bir uzlaşma ortamında, sivil anayasa çalışmalarının rafa kaldırılması hiç kaosa yol açar mı!
«««
Lâkin bu defaki “demokratik açılım” öncekilerine hiç benzemez. Hele bu “demokratik açılım” projesinde “Kürt açılımı” öne çıkarılıyorsa, projeyi akim bıraktıracak unsurlar da otomatikman devreye giriyor demektir. Zira bu meselenin bir ucu dağda, bir ucu Mecliste, bir ucu İmralı’da ve bir ucu dışarda. Bu meselenin aynı devlet, aynı vatan ve aynı bayrak altında çözüme kavuşturulması demek, Türkiye’nin rahat bir nefes alması, sırtındaki büyük bir kamburdan kurtulması demektir. Dış ve iç düşmanlar bunu asla istemezler. Bu meselenin demokratik haklar çerçevesinde ve barış havasında çözüme kavuşmasını engellemek ve sabote etmek için ellerinden geleni esirgemezler. Bu bakımdan hem iktidara, hem muhalefete düşen sorumluluk oldukça büyüktür. Bir kere meselenin siyasî ranta tahvili asla akla getirilmemeli. Hele bir de gündem saptırma yolunda kullanılırsa, oyalamayla zaman kaybettirilirse, bedeli ödenemiyecek derecede ağır olur.
«««
Ne gariptir ki, yirmibeş yıldır silâha sarılıp devlete kafa tutan, dağlarda konuşlanıp yol kesen, köy basan, devletin askerini ve polisini peşine takan taraf, bugün kalkmış devletin “özür” dilemesini istiyor. Aslında bu talep, Kader ve İlâhî Kudret canibinden devlete indirilen bir tokattır. Çünkü “beşerin zulmü içinde kaderin adaleti vardır” hükmüne göre, başka alanlarda yapılan adaletsizliğin tokadı bugün bu canipten indiriliyor. Bediüzzaman gibi bir İslâm âlimine yapılan “bed” muameleyi, kendisi sineye çekse ve affetse de kader affetmiyor. Zulmü yapanları, başkalarının eliyle tokatlıyor. Ama Bediüzzaman hâlâ eserleriyle devlete ve millete yol göstermeye devam ediyor. Onun yüz yıl önce kaleme aldığı Münâzarât adlı eser, hâlâ bütün güncelliğiyle meydandadır. Eğer o zaman o kitaba uyulsaydı, bugün bu sıkıntılar yaşanmamış olacaktı. Ama zararın neresinden dönülürse kârdır. Peki, dönülebilecek mi? 20.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İnatçı ile evlenmeyin! |
Evlilik çağına gelen ve eş arayışına başlayan gençler! Başlığa bakıp “İnadı olmayan birisini nerede bulacağız, nasıl bulacağız, nasıl anlayacağız?” diye hemen burun kıvırmayın. İsterseniz öncelikle şöyle düzeltelim: Diğer olumsuz duyguları gibi; inadı da terbiye etmeyen; yerinde ve ölçüsünde kullanmayan ve mecraına akıtmasını bilmeyenle evlenmeyin! İslâma göre diğer menfî duygular gibi inat da, güzel ve iyi alışkanlıklar kazanmak için verilmiş, sebat anlamında kullanılması gereken bir duygudur. Meselâ inat, nefis ve şeytanın, “Namaz kılma, kitap okuma, hak ve hakikat için çırpınma, hakta sebat etme!” gibi telkinleri karşısında, nefis ve şeytana inat, “Namaz da kılacağım, kitap da okuyacağım, hak ve hakikat için mücâdele vereceğim, hak yoldan ayrılmayacağım!” şeklinde kullanılırsa insan kazanır. İnat hem ferd, hem de sosyal hayatı tahrip eden, muzır bir haslete dönüşür. Bu şiddetli duygu önemsiz, geçici, yok olucu işlere karşı kullanılırsa felâkete kapılar açar. Eğer inat “hakta sebat, doğruluk için mücadele ve sabır” şeklinde kullanılıp kanalize edilmezse, sefâlet, rezâlet, sıkıntı, hayattan zevk alamama gibi pek çok zararları da beraberinde getirir. Meselâ, eşlerden birisi, “Bu böyle olsun!” diye bir fikir yürütürse, diğeri inadından karşı gelmemeli. Eğer eşin teklifi daha makul ise, kabul etmeli. Makul değilse, gerekçelerini sıralamalı. Yine de birisi ısrarlı olursa, işi büyütmemek için inat yolunu değil, hilm yolunu seçmeli. Eş arayanlar bilhassa bu inat meselesine dikkat etmeli. Zira, inadın gözü meleği şeytan, şeytanı melek görür. Evet, inadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine, “melek” der, rahmeti de okutur. Muhâlif tarafında eğer meleği görse, libasını değişmiş onu şeytan zanneder; adâvet, lânet eder.1 Salih amellerimizi yiyip bitiren dedikodu ve gıybetler de bundan kaynaklanıyor: Gıybet, ehl-i adâvet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır.2 Akıllı bir mü’min, duygularını kontrol ve kanalize edebilen mü’mindir. İnat duygusunu da müsbet yolda kullanmayı bilir. Ve akıllı genç, inat duygusunu mecraına yöneltmesini bilmeyenle evlenmez. İşte inatçıların evlilik akıbetlerini gösteren yaşanmış ibretli bir hikâye: Muş’un Varto İlçesi’ne bağlı Taşçı Köyü’nde, 18 yıl önce (1991) 34 yıllık eşiyle tartıştıktan sonra evini terk ederek dağa kaçan ve o tarihten beri yaptığı taştan kulübede ‘Robinson’ hayatı yaşayan 76 yaşındaki Şükrü Akbel ve eşi Hacer inatlarından vazgeçmiyor. Şükrü ve Hacer, 1957 yılında hayatını birleştirirler. Evliliklerinden 11 çocukları doğar. Hepsini evlendirirler. Muhtemelen yine inatları yüzünden aralarında geçimsizlik başlar. 1991 yılında evliliklerinin 34’üncü yılında yaşanan tartışmanın ardından Şükrü Akbel evini ve köyünü terk ederek dağa kaçar. Bingöl Dağları’nda kendisine taştan tek odalı bir kulübede yaşamaya başlar. Çocukları ve köylüler, ikna edip evine döndürmek için seferber olur. Eşinin kendisinden özür dilemesini şart koşar. Ancak Hacer Akbel de eşinden daha inatçı çıkar ve özür dilemeye yanaşmaz. Bir ara felç geçirip uzun zaman tedavi gören Şükrü, tekrar kulübesine döner. Eşiyle severek evlendiklerini, incir çekirdeğini doldurmayan bir sebeple tartıştıktan sonra evini terk edip dağa çıktığını belirtir. Eşi Hacerin, 4 yıl önce Ankara’da yaşayan çocuklarının yanına yerleştiğini söyleyen Şükrü Bey inadın sonucunu şöyle bağlar: “Şimdi eşimi ne kadar sevdiğimi daha iyi anlıyorum. Yeniden bir araya gelmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çocukların hepsi kendi düzenini kurdu. Artık biz de yaşlandık. Eşim eğer geri dönüp benden özür dilerse, ben de ayaklarını öperim.” 3 *** Gelelim sorunun, “Duygularını terbiye etmiş bir eşi nasıl bulacağız, nasıl anlayacağız?” şeklindeki diğer şıklarına. Güzel bir niyet ve sebatkâr bir çalışma ile… İşte inadı burada, sebat anlamında kullananarak. Aradığınız eşin, “güzelliğine, malına, soy-sopuna” yoğunlaşmayın. Onlar geçicidir ve pek faydası yoktur! Öyle ise, araştırma, sözlülük ve nişanlılık devresini bunlarla harcamayın! Niyet hayır, akıbet hayır, denmiştir… Dipnotlar: 1- Sözler, s. 659.; 2- Mektubat, s. 267.; 3- Vatan, 07.07.2009. 20.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İştirak-i a’mâl-i uhrevî üzerine - 2 |
Abdunnur Bey: “Risâle-i Nûr’un mesleğinde iştirâk-i amâl-i uhrevî düsturu var. Bu düsturu biraz açar mısınız? Yani tanımadığımız Nur hizmetindeki kardeşlerimizin de sevaplarından hissedâr olabiliyor muyuz? Üstad; “herkes derecesine göre hissedâr olur” diyor... Burada “derecesi” ne demek? Meselâ, Emirdağ Lâhikasında Ali Osman’ın yazdığı kitapları başka vilâyetlere vermesinden dolayı ona daha geniş sahada sevap kazandıracağını söylüyor. Burada ben şunu anlıyorum: “Demek, sevabına hissedâr olacağımız şahıslar tanıdık olacaklar ve bizim mahsulümüz olacak.” Ne dersiniz?”
Dünden devam: İştirâk-i amâl-i uhrevî düsturuna göre: 1- Hiç kimse kendisi adına hareket etmez; herkes “biz” şuuru adına hareket eder. Böylece enâniyetin tehlikelerinden ve hatâlardan uzak kalır. Çünkü kendisi yoktur ve her adımını “biz” içindeki istişâre ile atar. İstişâre eden yanılmaz, hatâlardan korunur. 2- Biz havuzu büyük bir güç birliği sağlar. Böylece az, çok olur. İki kişi on bir kuvvetinde olur. On altı birleşik kardeşin kuvveti dört binden geçer.4 Bu güç birliği ile, havuzdakiler, büyük hizmetlere imzâ atabilecek bir kudrete sahip olurlar; fakat yıkıcı gurur ve riyâya da meydan vermezler. Çünkü gurur ve riyâ “biz havuzuna” giremez. 3- Havuzda enaniyet ve benlik olmadığından herkes yek diğerinin hatâsını ve kusurunu affeder; ancak kendi kusurunu affetmez ve kendini ıslâh ile meşgul olur. İnsanın kendi kusurlarıyla meşgul olması, ben dâvâsına atılan en büyük darbedir. Bu hayırlı darbe, biz şuuru açısından kazanımdır. Çünkü herkesin kendi kusurlarıyla meşgul olması ve kardeşini kusurlarından dolayı itham etmemesi kardeşler arasında barışın, birlik ve kaynaşmanın yaşanmasına zemin teşkil eder. Havuzda bulunan kardeşlerde fânî olmak sırrı (fenâ fi’l-ihvân, yani tefânî sırrı) böylece hayata geçmiş olur. 4- Biz şuuru ile hareket edenler arasında tembellik, atâlet, ümitsizlik, kötümserlik, bedbinlik, yıkılmışlık, mağlûbiyet hissi bulunmaz. Biz şuuru ile hareket eden dâimâ zaferdedir, dâimâ üstündür, dâimâ ümit içindedir, dâimâ ileri atılır, dâimâ iyi olan şeyleri ve başarıları konuşur. Kötü örnekler üzerinde durmaz. 5- Havuz şuuru, şahıslara nispetle Allah’ın rızâsına daha yakındır. Çünkü bizim sosyalleşmemizi ve birlikte hareket etmemizi isteyen Cenâb-ı Hak’tır. “Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın.”5 âyeti uhrevî hizmetlerde birlikte adım atmayı emreder. 6- Allah’ın rızâsını biz şuuru ile kazanmak, tek başına kazanmaktan daha kolaydır. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın rahmet ve rızâsının, feyiz ve bereketinin “biz şuuruna ermiş cemaat” üzerine indiğini bildirmiştir.6 “Allah’ın eli cemaat üzerindedir.” 7 hadisinin sırrı bu olduğu gibi, cemaatle kılınan namazda yirmi beş derece fazla sevap müjdelenmesinin sırrı ve hikmeti de budur.8 7- Biz şuuru ile hareket edenler halkın beğenisini değil, Allah‘ın rızâsını esas alırlar. Allah dilerse zaten halkın beğenisi mümkün olabilecektir; fakat bunu istemek gizli şirk hükmündedir. Bediüzzaman Hazretlerine göre, esâsen, halkın teveccühünün işe yaradığını söylemek mümkün de değildir. Bir işi için sultana müracaat eden adam, sultanı râzı etmişse, işi görülür. Râzı etmemiş ise, halkın iltimasıyla çok zahmet çeker. Bununla berâber yine sultanın izni gerekir. İzni de rızâsına bağlıdır.9 8- Üstad Bediüzzaman’a göre, ihlâsı elde etmek için biricik niyet, Allah rızâsını kazanmak olmalıdır. Eğer Allah râzı olursa bütün dünya küsse ehemmiyeti yoktur. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yoktur. O râzı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktizâ ederse; kul istemek talebinde olmadığı halde, halklara da kabul ettirir. Onları da râzı eder. Onun için hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızâsı esas maksat yapılmalıdır. Bu da en kâmil mânâda biz şuuruyla başarılır.10 9- Biz havuzundaki herkesin, havuzda bulunanların toplam hizmetinden hissedâr olmasında sözü edilen “derece”den maksat; bu havuzda “erime derecesi” olmalıdır. Fert, kendisini ne kadar havuza mal etti ise, benliğini ne kadar yok bildi ise, kendi rûhunu ne kadar havuz ile bütünleştirdi ise; o derece havuzun büyük sevaplarından hissedâr olur, o nispette şahsî hatâlardan da kurtulur. Cenâb-ı Hak cümlemizi tam ihlâs ve istikamette muvaffak kılsın. Âmîn.
Dipnotlar: 4- Lem’alar, s. 165. 5- Âl-i İmrân Sûresi, 3/103. 6- Câmiü’s-Sağîr, 3/3040. 7- a.g.e., 2/2338, 3/3891. 8- a.g.e., 3/2821; Riyâzu’s-Sâlihîn, 10,1061,1062, 1067. 9- Mesnevî-i Nûriye, s. 156. 10- Lem’alar, s. 164. 20.08.2009 E-Posta: [email protected] |