Sami CEBECİ |
|
Demokratikleşme ve Güneydoğu |
Kuruluşunun üzerinden doksan yıl geçmesine rağmen, Türkiye bir türlü gerçek anlamda demokrat bir ülke olamadı. Ülkemizin yönetim şekli cumhuriyettir. Meclisin duvarında “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazısı vardır. Cumhuriyet de, egemenlik de kâğıt üzerinde vardır. Fakat, tatbikatta cumhuriyetin rûhuna uygun icraâtlar yapılmamaktadır. İlk dönem cumhuriyet yıllarında, demokrasi diye bir şeye rastlamak mümkün değildir. Çünkü, muhalefete tahammül yoktur. İki defa muhalefet adına parti kurulmuştur. Birisi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, diğeri Serbest Fırkadır. Her ikisi de çok kısa ömürlü olmuş ve bir takım bahaneler vesile edilerek kapatılmıştır. Bu ülkede, yirmi sekiz sene tek parti saltanatı icraât yapmıştır. Halbuki, her ülkede iktidar vardır. Ancak, sadece demokrasi olan ülkelerde muhalefet bulunur. Zira, Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi “Muhalefet, meşrû ve samimî bir muvazene-i adalet unsurudur.” İktidar, bir aracın gaz pedalı ise, muhalefet onun frenidir. Frensiz araba ne hâle geliyorsa, muhalefetsiz bir iktidar da mutlak bir istibdattan başka bir şey değildir. Cumhuriyet adı altında dehşetli bir istibdat, 1950 öncesinde bu ülkede kendi vatandaşlarına her türlü eziyeti revâ görmüştür. Hele dindar olanlara bu dünya zindan edilmiştir. 1921, 1924, 1961 ve 1982 olmak üzere, ülkemizde dört defa anayasa yapılmıştır. Hususan 1982 anayasası tam bir ihtilâlci mantığıyla yapıldığından, temel hak ve hürriyetler, tuzak maddelerle imha edilmiştir. Bir maddeyle verilen hürriyetler; ancak, lâkin, fakat diye başlayan diğer maddelerle geri alınmıştır. Yani, çay kaşığı ile verilenler, kepçeyle geri çekilmiştir. Bu ülkede demokrasi, sadece seçim ve sandık demektir. Hâkimiyet, milletten ziyade bürokrasinin ve derin güçlerindir. İki ihtilâl, bir muhtıra, bir post modern darbe ve 27 Nisan e-muhtıraları bunun delilidir. Halbuki, gerçek demokrasilerde iktidar, kansız, kavgasız ve entrikasız olarak el değiştirir. Bir başka husus, cumhuriyet inşâ edilirken, temelinde şoven milliyetçilik ve ırkçılık vardır. İş, kafatası ölçmeye kadar vardırılmıştır. Bin yıl birlikte yaşadığımız ve İslâmiyet potasında eriyip din kardeşi olduğumuz farklı etnik kökene mensup vatandaşlara farklı gözle bakılmıştır. Din ortak paydasının yerine, milliyetçilik ikame edilmiştir. Yalan, yalana mukaddeme olduğu gibi, bir çok yanlış, daha fazla yanlışların doğmasına ve uygulanmasına sebep olmuştur. Günümüz şartlarında şayet din ortak paydamız olamıyorsa, demokrasi ortak paydasında milleti buluşturup kaynaştırmak lâzımdır. Devlet bütün fikirlere, akımlara ve ideolojilere eşit mesafede olsun. Fakat, kimsenin bir başkasının inancına, fikirlerine, kılık ve kıyafetine baskı yapmasına izin vermesin. Kanunlar muvacehesinde, herkes meşrû hareketlerinde şahane serbest ve hür yaşasın. Hürriyetin ne büyük nimet olduğunu bu millet doyasıya tatsın. Kanunları ihlâl edenlere de, güvenlik güçleri ve adliyeler fırsat ve meydan vermesin. Suçu da, sadece işleyene münhasır kılsın ve genelleştirmesin. Bu bağlamda, Kürt Sorunu veya Güneydoğu problemi olarak söylenen ve devlet tarafından çözümü için açılım yapıldığı ifâde edilen meseleye; yüz sene önce dikkat çeken ve çareler üretip devlet adamlarına gereğini yapmalarını rica eden ve o bölgenin yetiştirdiği büyük bir İslâm âlimi olan Bediüzzaman’ın görüşlerine kulak verilmelidir. Onu göz ardı ederek çözüm arayanlar, ham bir hayal ve serap peşinde koştuklarını nihayet fark ederler, fakat, millete de vakit kaybettirmiş olurlar. O büyük âlim, çözüm yolu olarak çok şeyler söylemiş. Ama, en önemli iki çareden birisi, Risâle-i Nurdur. İslâm kardeşliğini tesis eden ve Avrupa’dan gelen dehşetli bir dinsizlik cereyanına, maddecilik ve tabiatperestliğe, ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye galebe çalan ve komünizmin bu ülkeyi istilâsına engel olan bu eserler, Kur’ân’ın mânevî bir mu’cizesidir. Hiçbir âlim tarafından itiraz edilememiş ve hiçbir adliye onu mahkûm edememiştir. Risâle-i Nurların bu milletin birlik ve beraberliğini, doğulusu batılısı, kuzeylisi ve güneylisiyle nasıl kaynaştırıp kucaklaştırdığını görmek istiyorlarsa, Kocatepe, Van, Isparta ve Urfa gibi Bediüzzaman Mevlidlerine devlet erkânı baksınlar ve bu gerçeği millete uygulasınlar. İkinci çare; din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulduğu, eğitim dili olarak da ‘Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe lisanın câiz’ olduğu ve Medresetü’z-Zehra adında bir İslâm üniversitesinin Bitlis, Diyarbakır ve Van’da kurulması. Şark vilâyetlerinin merkezinde, Arabistan, İran, Kafkas, Hindistan ve Türk cumhuriyetlerinin ortasında kurulacak böyle bir üniversite hem İslâm kardeşliğini ihyâ edecek, hem de menfî ırkçılığı def edecektir. Demokratikleşme açısından da en kısa zamanda millî mutabakatla yeni ve sivil bir anayasa yapılmalı ve müstebit zihniyet ilgâ edilerek gerçek anlamda hür ve demokrat bir Türkiye’nin önü açılmalıdır. Doğuda yaşayan Kürt kökenli vatandaşlara da, ülkenin Türkler gibi gerçek sahipleri olarak bakılmalı ve devletin şefkat ve yardım eli hakikî anlamda onlara uzanmalıdır. Çünkü, şiddet dahil her yol denendi ve başka bir yol da kalmadı. Bizden söylemesi... NOT: İstanbul eski milletvekili, değerli ağabeyimiz Recep Özel'in annesi Zeynep Özel Hanımefendi ile değerli kardeşim İrfan Özçelik'in annesi Saliha Özçelik Hanımefendinin vefatlarını teessürle öğrendim. Merhumelere Cenâb-ı Hak'tan rahmet ve mağfiret, kederli aileleri ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz eder, taziyetlerimi sunarım. S. C. 19.08.2009 E-Posta: [email protected] |