Faruk ÇAKIR |
|
Çay üreticisinin derdi |
Her gün kahvaltı masalarımızın misafiri olan ve neredeyse beş vakit içtiğimiz ‘çay’ı üreten üreticiler ciddî sıkıntılar çekiyor. Elbette sıkıntı çeken üreticiler sadece çay üreticileri değil. Hemen her türlü tarım ürünü üreten üreticilerin kendilerine göre sıkıntı ve zahmetleri vardır. Çay üreticileri de bu listeye dahil olanlardan biridir. Bilindiği gibi çay denince Rize ilimiz akla gelmektedir. Rize’de hemen herkes, bilhassa köylerde yaşayanlar çay ile meşguldur. Rize dışında Trabzon ve bir miktar da Giresun’da çay üretimi yapılmakta, ancak bu illerdeki çay üretimi ikinci ya da üçüncü iş olarak yapılırken, Rize ve ilçelerinde neredeyse çaydan başka hiçbir ticarî ürün üretilmemektedir. Bu bakımdan Rize’nin ticarî hayatı büyük ölçüde çaya bağlıdır. Zaten ÇAYKUR Genel Müdürlüğü’nün Rize’de olması da buna delildir. Son yıllarda nisbeten biraz değişiklik olmuş olsa da çay üretiminde elde edilen para, herkes için çok önemlidir. Geçmiş yıllarda evlilikler bile çay mevsimine göre ve çaydan elde edilecek olan paraya göre planlanırdı. Köylü, her türlü alış verişini ‘borç’ ile yapar, çaydan elde ettiği para ile de borcunu öderdi. Son yıllarda ise üreticinin çaydan elde ettiği gelir nisbî olarak düşmeye başladı. Gerek dünyadaki şartlar ve gerekse çay üretimindeki fazla, dert olmaya başladı. Üretici, her yıl bir önceki yılı arar hale geldi. Aslında Rize başta olmak üzere Karadeniz’deki çay üretimine başlanması da ayrı bir maceradır. Başlangıçta vatandaş çay üretimine şüphe ile yaklaşmış, ama devlet her türlü garantiyi vererek vatandaşın tarlalarına çay ekmesini teşvik etmiştir. Dedelerimizden ve babalarımızdan dinlediğimiz budur. Köyleri ziyaret eden memurlar, mutlak surette çay ekilmesini ve bu ürün sayesinde fakirliğin, fukaralığın sona ereceği söylenmiştir. Nihayetinde vatandaş bu sözlere inanarak başta mısır tarlaları olmak üzere kullanabildiği her alanına çay fidanı dikmiş ve dağ-bayır her taraf ‘çaylık’ olmuştur. Doğrusu bu ürün sayesinde Karadeniz köylüsü büyük ölçüde paraya kavuşmuş, ticaret gelişmiş ve fakirlik geride kalmıştır. Fakat başka konularda olduğu gibi bu konuda da uzun dönemli planlar yapılmadığı için zamanla ‘üretim fazlası’ hem devletin, hem de milletin başına dert olmuştur. Tıpkı fındıkta ya da tütün üretiminde olduğu gibi... Çoğu zaman üretim yetersizliği milletin başına dert olurken, çay konusunda üretim fazlalığı baş ağrıtmıştır. Neticede vatandaşı çay üretimine teşvik eden devlet, “Yeter, artık fazla çay üretme” demek noktasına gelmiş durumda. Üreticilere konulan kota sayesinde devlet istediği kadar yaş çay alırken, vatandaşın elinde kalan çayı ne yapacağını ise düşünmemiş ve planlamamış. Bu sebeple de, olan vatandaşa olmakta, üretici özel sektörün insafına terk edilmektedir. Meselâ, devletin ilân ettiği ‘liste’ye göre 1 ton yaş çayın fiyatı (destekleme ile birlikte) 800 TL civarındadır. Özel sektör ise üreticiye peşin olarak 650 TL ödeyerek çay satın almaktadır. İlk bakışta peşin ödeme yapılması üretici açısından cazip gibi görünse de düşük fiyata mahkûm edilmektedir. Başka bir yanlışlık da, geçen yıl tahsil ettiği yaş çayın ücretini ödemeyen bazı özel fabrika sahipleri bu yıl peşin ücret ödeyerek çay satın almaktadır. Bir yıl önce satın aldığı yaş çayın parasını müstahsile öde(ye)meyen ‘patron’ların bu yıl ilân edilen ‘resmî fiyat’tan daha düşük ücret ödeyerek çay satın alması normal midir? Özetlemek gerekirse, ‘üretim fazlası var’ denilmek suretiyle çay üreticisi özel sektöre mahkûm ediliyor. Özel sektör de ‘şartlar’ı kendisi koyarak üreticiyi mağdur ediyor. Bir yıl önce satın aldığı yaş çayın parasını ödemeden, bu yıl güya peşin ödeme yaparak düşük fiyatla yaş çay satın alıyor. Kimse de “Paran varsa önce geçen yıl satın aldığın yaş çayın parasını öde!” diyemiyor. Kara mizah böylece sürüp gidiyor... Fındık üreticileri ürünleri bekletip bir yıl sonra satma imkânına sahip. Ama çayda değil bir yıl, 1 hafta bekletmek mümkün değil. Ya bugün satarsın, ya da yarın dereye dökersin! Devlete ve özel sektöre yüzde yüz mahkûmiyet! Son bir not daha: Başka yerleri bilmiyorum, ama Çayeli Senoz Vadisindeki köylerin çoğu (Ormancık, Başköy, Yenice, Uzundere vs.) Haziran ayının başında (birinci sürgün olarak) ÇAYKUR’a, devlete sattığı yaş çayın bedelini hâlâ alabilmiş değil. Çay üreticileri bu durumdan hoşnut değil. Her halde Türkiye’yi ‘idare edenler’in bu durumdan haberi vardır... 19.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İştirak-i a’mâl-i uhrevî üzerine - 1 |
Abdunnur bey: “Risâle-i Nûr’un mesleğinde iştirâk-i amâl-i uhrevî düsturu var. Bu düsturu biraz açar mısınız? Yani tanımadığımız Nur hizmetindeki kardeşlerimizin de sevaplarından hissedâr olabiliyor muyuz? Üstad; ‘herkes derecesine göre hissedâr olur’ diyor... Burada ‘derecesi’ ne demek? Meselâ, Emirdağ Lâhikasında Ali Osman’ın yazdığı kitapları başka vilâyetlere vermesinden dolayı ona daha geniş sahada sevap kazandıracağını söylüyor. Burada ben şunu anlıyorum: ‘Demek, sevabına hissedâr olacağımız şahıslar tanıdık olacaklar ve bizim mahsulümüz olacak.’ Ne dersiniz?”
İnsanlar zor işleri hep ortaklık yoluyla, el birliğiyle, omuz omuza vermek ve güç birliği meydana getirmek sûretiyle aşmışlardır. Atalarımızın, “Bir elin nesi var? İki elin sesi var!” sözüyle vecîz şekilde ifâde ettiği hakîkat, dünya işlerinde de, âhiret işlerinde de hep geçerli akçemiz olmuştur. Dünya için üç beş kişi bir araya gelip güç birliği yapıyorlar; bir ticâret veya iş ortaklığı kuruyorlar. İşin yürütülmesinden, kazancına ve kârına kadar ortak oluyorlar. Ticârî ortaklık bereket için de önemli bir duâ hükmüne geçiyor ki, genelde büyüme ile, yükselme ile, yüksek kârlarla neticeleniyor. Âhiret işlerini yürütmek için de pekâlâ ortaklık kurulabilir ve bir çok bâdire, bir çok zorluk, bir çok sıkıntı el birliği ile, güç birliği ile, omuz omuza vermek sûretiyle aşılabilir. Üstelik âhiret işlerinde sevap ve ücret verme makâmı doğrudan Cenâb-ı Allah olduğundan, Onun Samedâniyetinin, istiğnâsının, zenginliğinin, ikramının, rahmetinin ve cömertliğinin bir gereği olarak; ortakların tamamının sevabı, ortaklardan her birisine eksiksiz gider; sevaplar ortak sayısına bölünmez, bilâkis ortak sayısı kadar katlanır ve yekûn sevap tamamına ödenir. Buna Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bir mum etrafında birer boy aynasıyla duran insanların aldığı eksiksiz ve tam ışık misâli ile açıklık getirir. Işık nur olduğundan bölünme ve parçalanma olmaz ve her birisinin aynası tam bir mum ışığına sahip olur. Allah’ın feyzi, rızâsı, rahmeti, sevabı ve bereketi de ışık gibidir. Bütün ortaklara eksiksiz gider. Omuz vuranların hepsini eşit olarak ihyâ eder.1 Fakat herkesin, aynasının rengi, parlaklığı, kırıklığı, netliği veya körlüğü gibi özelliklerine göre derece derece ışık alacağı malûmdur. Yani ışık hepsini birden eşit olarak kucaklar; ama her ayna kendisine gelen ışığı kendi kabiliyetine göre alır. Eğer sırrı bozulmuşsa ışığı içinde pek fazla tutamaz; gelen ışık geçer gider.2 Nasıl Cennette de herkes bir yandan sevdiği ile berâber olurken, aynı zamanda derecesine uygun bir makâmda da bulunur. Yani herkesin farklı makamlarda bulunuşu, bir arada bulunmalarına ve Cennetin saadetinden ve lezzetinden muhtelif derecelerde istifade etmelerine mâni olmaz. Bedîüzzaman Hazretleri, bunun için de, bir bahçe içindeki dostlar misâlini hatırlatır. Nasıl bir güzel bahçe içinde bir araya gelen dostlar, farklı kabiliyetlerine ve yeteneklerine göre bahçeden farklı zevk ve lezzet alabiliyorlar. Meselâ, güzel san'atlardan anlayan dost yaprakların, çiçeklerin ve topyekûn bitkilerin güzel yaratılışlarından; musîkîden anlayan dost kuş cıvıltılarının veya su şırıltılarının âhenginden; resimden anlayan dost tabiâtın renk cümbüşü içindeki uyumundan... vs. anlıyor ve farklı derecelerde zevk almaları mümkün olduğu halde bir arada bulunabiliyorlar.3 Üstad Hazretlerinin kaydettiği, “derecesine göre hissedâr olur” hakîkatini bu misaller ışığında değerlendirmemiz mümkündür. Risâle-i Nûr hizmeti zaten uhrevî amellerde kurulan bir mânevî ortaklık esasına dayanır. Bu hizmette şahs-ı mânevî esastır. Ene yoktur. Enaniyet yoktur. Şahsî makam ve mevkî yoktur. Benlik ve bencillik yoktur. Biz şuuru vardır. Enelerin içinde eridiği ortak bir havuz vardır. Herkes bu havuzda kendi kimliğini eritir. Herkes kişi olarak yok olur, ortak bir şuur olarak ortaya çıkar. Yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 589 2- Lem’alar, s. 118 3- Sözler, s. 460 19.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“Keşke okumayıp, evlenseydim!” |
Ozellikle okuyup, kariyer yapmak için evliliği dünyalarından silenler, başlığa çıkardığımız bu cümlenin sahibi; Denizli’de 33 yıl müddetle hakimlik yapan ve 15 Haziran 1944’te Risâle–i Nur’un beraat kararına imza atan ve bekâr olarak hayata veda eden Hesna Şener Hanım’dan ders almalı. Okumamak veya kariyer yapmamak için değil. Okuyup kariyer yapmanın dışında, evliliği engelleyen unsurları tesbit ve tedbir için. 22 Temmuz 1975’te, 72 yaşında iken Hakk’ın rahmetine kavuşan; “ilmi enaniyet ve okumuşluğun” verdiği hava ile evlenmeyen Hesna Hanım’dan alacağımız çok derslerin yanında, bir de evlilik-bekârlıkla ilgili olanı var. Takip edelim: 1903’te Isparta Senirkent’te dünyaya gelen Hesna Hanım, birkaç noktada ilklerin sahibiydi. Meselâ, Senirkentli ilk üniversite mezunuydu. İlk hukukçu ve ilk hakimdi. Kezâ, emsâlsiz baskılara karşı direnerek, Risâle–i Nur’un beraatine karar veren ilk hakimlerden biriydi ve Üstad Bediüzzaman’ı bütün kuvvetiyle müdafaa eden bir cesur yürek, bir şefkat kahramanıydı. Hesna Hanım, geçtiğimiz Mayıs ayı ortalarında vefat eden Nur’un şâkirdlerinden Senirkentli Ali İhsan Tola’nın da akrabası sayılırdı. Ali İhsan Tola, Üstad Bediüzzaman ile Hesna Şener Hanım arasında bir nev'î köprü vazifesini görmüş, selâmlaşmalarında ve fikir alış verişlerinde gereken irtibatı sağlamış bir hizmet ehlidir. Hesna Şener Hanımı, gerek Ali İhsan Tola’nın, gerek Denizlili Süleyman Hünkâr ile emekli polis Süleyman Gültekin ve gerekse İnebolulu İbrahim Fakazlı gibi şahitlerin anlattıklarıyla daha yakından tanıma şansına sahip olduk. (Hepsiyle de bizzat görüşme imkânımız oldu.) Bütün bu hatıralardan derlediğimiz bilgilerin bir özetini sizlere şöylece takdim etmek istiyoruz: Babası, eski tabur imamlarından emekli yarbay Nuri Beydir. Onu özellikle okutmuş ve ona tahsil hayatının sonuna kadar maddî–mânevî destek olmuştur. Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra çeşitli merkezlerde görev yapan ve 1942’de Denizli adliyesine tayini çıkan hâkime hanım Hesna Şener, 33 sene müddetle burada hizmet etti. Bilhassa 1944’teki Risâle–i Nur’un beraatinde en tesirli rolü oynayanlardan biri oldu. Özel hayatında tesettüre tam riayet edemedi. Bundan dolayı da büyük üzüntü duydu. Hatta, zaman zaman mesleğini bırakarak daha mazbut bir hayat tarzına geçmeyi bile düşündü. Hesna Hanımın bir diğer üzüntü kaynağı ise, hiç evlen(e)memesi. Bir defasında Ali İhsan Tola’ya teessür içinde şöylece dert yanıyordu: “Hey Ali İhsan, hey koca Nurcu! Söyle bakalım, ne olacak şu benim halim? Baksana, ne dünyaya yaradık, ne âhirete... Enaniyetten ne evlenebildim, ne de tesettürlü bir hayatı yaşayabildim... Bu halimi düşününce, bazan rahmetli babama bile kızıyorum. Tutturdu okuttu, üniversiteye gönderdi beni. Zaman zaman kendi kendime diyorum: ‘Babam, keşke beni köyümüzün sümüklü çobanı Hasan Efendiye verseydi de, hiç okula göndermeseydi’ diye... Evlenseydim, hiç olmazsa dinimin vecibelerini daha rahat yaşar, ayrıca çoluk çocuk sahibi olurdum... Fakat, elden ne gelir? Demek ki, bizim de mukadderatımız böyle imiş...” Üstad Bediüzzaman’ın özel selâmını ve mesajını Hesna Hanıma götüren Ali İhsan Tola ise, onu teselli eder ve içindeki karamsarlığı dağıtmaya çalışır.1
Dipnot: 1- M. Latif Salihoğlu, Yeni Asya, 22.07.2009 19.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Demokratikleşme ve Güneydoğu |
Kuruluşunun üzerinden doksan yıl geçmesine rağmen, Türkiye bir türlü gerçek anlamda demokrat bir ülke olamadı. Ülkemizin yönetim şekli cumhuriyettir. Meclisin duvarında “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazısı vardır. Cumhuriyet de, egemenlik de kâğıt üzerinde vardır. Fakat, tatbikatta cumhuriyetin rûhuna uygun icraâtlar yapılmamaktadır. İlk dönem cumhuriyet yıllarında, demokrasi diye bir şeye rastlamak mümkün değildir. Çünkü, muhalefete tahammül yoktur. İki defa muhalefet adına parti kurulmuştur. Birisi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, diğeri Serbest Fırkadır. Her ikisi de çok kısa ömürlü olmuş ve bir takım bahaneler vesile edilerek kapatılmıştır. Bu ülkede, yirmi sekiz sene tek parti saltanatı icraât yapmıştır. Halbuki, her ülkede iktidar vardır. Ancak, sadece demokrasi olan ülkelerde muhalefet bulunur. Zira, Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi “Muhalefet, meşrû ve samimî bir muvazene-i adalet unsurudur.” İktidar, bir aracın gaz pedalı ise, muhalefet onun frenidir. Frensiz araba ne hâle geliyorsa, muhalefetsiz bir iktidar da mutlak bir istibdattan başka bir şey değildir. Cumhuriyet adı altında dehşetli bir istibdat, 1950 öncesinde bu ülkede kendi vatandaşlarına her türlü eziyeti revâ görmüştür. Hele dindar olanlara bu dünya zindan edilmiştir. 1921, 1924, 1961 ve 1982 olmak üzere, ülkemizde dört defa anayasa yapılmıştır. Hususan 1982 anayasası tam bir ihtilâlci mantığıyla yapıldığından, temel hak ve hürriyetler, tuzak maddelerle imha edilmiştir. Bir maddeyle verilen hürriyetler; ancak, lâkin, fakat diye başlayan diğer maddelerle geri alınmıştır. Yani, çay kaşığı ile verilenler, kepçeyle geri çekilmiştir. Bu ülkede demokrasi, sadece seçim ve sandık demektir. Hâkimiyet, milletten ziyade bürokrasinin ve derin güçlerindir. İki ihtilâl, bir muhtıra, bir post modern darbe ve 27 Nisan e-muhtıraları bunun delilidir. Halbuki, gerçek demokrasilerde iktidar, kansız, kavgasız ve entrikasız olarak el değiştirir. Bir başka husus, cumhuriyet inşâ edilirken, temelinde şoven milliyetçilik ve ırkçılık vardır. İş, kafatası ölçmeye kadar vardırılmıştır. Bin yıl birlikte yaşadığımız ve İslâmiyet potasında eriyip din kardeşi olduğumuz farklı etnik kökene mensup vatandaşlara farklı gözle bakılmıştır. Din ortak paydasının yerine, milliyetçilik ikame edilmiştir. Yalan, yalana mukaddeme olduğu gibi, bir çok yanlış, daha fazla yanlışların doğmasına ve uygulanmasına sebep olmuştur. Günümüz şartlarında şayet din ortak paydamız olamıyorsa, demokrasi ortak paydasında milleti buluşturup kaynaştırmak lâzımdır. Devlet bütün fikirlere, akımlara ve ideolojilere eşit mesafede olsun. Fakat, kimsenin bir başkasının inancına, fikirlerine, kılık ve kıyafetine baskı yapmasına izin vermesin. Kanunlar muvacehesinde, herkes meşrû hareketlerinde şahane serbest ve hür yaşasın. Hürriyetin ne büyük nimet olduğunu bu millet doyasıya tatsın. Kanunları ihlâl edenlere de, güvenlik güçleri ve adliyeler fırsat ve meydan vermesin. Suçu da, sadece işleyene münhasır kılsın ve genelleştirmesin. Bu bağlamda, Kürt Sorunu veya Güneydoğu problemi olarak söylenen ve devlet tarafından çözümü için açılım yapıldığı ifâde edilen meseleye; yüz sene önce dikkat çeken ve çareler üretip devlet adamlarına gereğini yapmalarını rica eden ve o bölgenin yetiştirdiği büyük bir İslâm âlimi olan Bediüzzaman’ın görüşlerine kulak verilmelidir. Onu göz ardı ederek çözüm arayanlar, ham bir hayal ve serap peşinde koştuklarını nihayet fark ederler, fakat, millete de vakit kaybettirmiş olurlar. O büyük âlim, çözüm yolu olarak çok şeyler söylemiş. Ama, en önemli iki çareden birisi, Risâle-i Nurdur. İslâm kardeşliğini tesis eden ve Avrupa’dan gelen dehşetli bir dinsizlik cereyanına, maddecilik ve tabiatperestliğe, ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye galebe çalan ve komünizmin bu ülkeyi istilâsına engel olan bu eserler, Kur’ân’ın mânevî bir mu’cizesidir. Hiçbir âlim tarafından itiraz edilememiş ve hiçbir adliye onu mahkûm edememiştir. Risâle-i Nurların bu milletin birlik ve beraberliğini, doğulusu batılısı, kuzeylisi ve güneylisiyle nasıl kaynaştırıp kucaklaştırdığını görmek istiyorlarsa, Kocatepe, Van, Isparta ve Urfa gibi Bediüzzaman Mevlidlerine devlet erkânı baksınlar ve bu gerçeği millete uygulasınlar. İkinci çare; din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulduğu, eğitim dili olarak da ‘Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe lisanın câiz’ olduğu ve Medresetü’z-Zehra adında bir İslâm üniversitesinin Bitlis, Diyarbakır ve Van’da kurulması. Şark vilâyetlerinin merkezinde, Arabistan, İran, Kafkas, Hindistan ve Türk cumhuriyetlerinin ortasında kurulacak böyle bir üniversite hem İslâm kardeşliğini ihyâ edecek, hem de menfî ırkçılığı def edecektir. Demokratikleşme açısından da en kısa zamanda millî mutabakatla yeni ve sivil bir anayasa yapılmalı ve müstebit zihniyet ilgâ edilerek gerçek anlamda hür ve demokrat bir Türkiye’nin önü açılmalıdır. Doğuda yaşayan Kürt kökenli vatandaşlara da, ülkenin Türkler gibi gerçek sahipleri olarak bakılmalı ve devletin şefkat ve yardım eli hakikî anlamda onlara uzanmalıdır. Çünkü, şiddet dahil her yol denendi ve başka bir yol da kalmadı. Bizden söylemesi... NOT: İstanbul eski milletvekili, değerli ağabeyimiz Recep Özel'in annesi Zeynep Özel Hanımefendi ile değerli kardeşim İrfan Özçelik'in annesi Saliha Özçelik Hanımefendinin vefatlarını teessürle öğrendim. Merhumelere Cenâb-ı Hak'tan rahmet ve mağfiret, kederli aileleri ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz eder, taziyetlerimi sunarım. S. C. 19.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Gönülden dile |
“Türk Musikîsinin bugünkü tecelliyatına değil, tabiri caizse istikbaldeki hayaline meftunum.” Sadeddin Arel (Türk Müziği ses sistemi kurucularından) * KALDIRIM TAŞLARINDA BİTEN, MÜZİĞE ADANMIŞ BİR ÖMÜR: ETHEM RUHİ ÜNGÖR Ekmek ve süt alacaktı. Evden çıktı, ağır ağır yürüyerek bakkala gitti. Saat 08:00 idi. Bakkalın poşetine koyduğu süt ve ekmeği alıp yine aynı ağır adımlarla evine doğru ilerliyordu. Adımları geride bıraktığı 87 yılın yükü ile daha da bir ağırlaşmıştı. Kalbinden de rahatsızdı aslında. Nefes alış verişleri hızlanmış, gücü tükenmişti. Kalan son dermanı evine birkaç metre kala, onu en fazla kaldırım taşlarına kadar taşımaya yetmişti. Oracıkta yığılıverdi. Mahallelinin Ethem Amcası idi orada uzanıp yatan. Etraftakiler hemen koştu. Ama ne doktor, ne de hastanenin bir faydası olabilirdi artık. Yapılabilecek tek şey gelmişti akıllarına: Üzerine gazete kâğıdı örtmek. Onu yapabildiler zaten. Belki bir Fatiha okudular. Savcı Bey gelene kadar geçen saatler zarfında, yanıbaşından gelip geçen insanlar şöyle kaçamak bir bakışla “cık cık” edip, başlarını iki yana sallayarak işlerine, yollarına ve hayatlarına devam ediyorlardı. Öyle ya ölüm ‘biz’den nasıl olsa uzaktı! En yakın komşuları bile aslında bu yaşlı Ethem Amca’nın Türkiye’nin en değer verilen insanlarından biri olduğunu şimdi öğrenmişlerdi. Televizyonlar akşam ana haber bültenlerinde, gazeteler ertesi günkü baskılarında haberi veriyorlardı: “Etnomüzikolog ve müzik koleksiyoncusu Ethem Ruhi Üngör 87 yaşında hayata veda etti. Koleksiyonunda 750’den fazla enstrüman bulunan Üngör, TBMM Üstün Hizmet Ödülü sahibiydi. 2007 yılında bilim, fikir ve san'at alanında çok önemli başarılara imza atan 101 Türk Büyüğü arasında yer almıştı.” Ethem Ruhi Üngör ismi ben de iki şeyle çağrışım yapar: En değerli tarihî çalgıların yer aldığı nadide koleksiyonu ve Musikî Mecmuası. İstanbul Belediye Konservatuarını bitirdikten sonra kendini müzikoloji araştırmalarına adamıştır. O yıllardan beri Türk Müziğine ait pek çok tarihî ve nadide enstrümanları almış toplamıştır. Meselâ Tanburi Cemil Bey’in tanburu, Kazasker Mustafa İzzet ve Neyzen Tevfik’in neyleri, Sultan Abdulaziz’in lavtası bu müzik aletlerinden bir kaçıydı. Pek çok defalar bu çalgı aletlerinin kendisinden satın alınarak sergilenmesi için uğraşmıştı. Kültür Bakanlığından üniversitelere kadar pek çok kamu veya özel kuruluşla görüşmesi yeterli olmamıştı. En azından şimdi Kültür ve Turizm Bakanlığımız bu işe bir el atar ve merhum Üngör’ün adına kuracağı bir müzede, bu değerli eserleri sergiler diye bekliyoruz. Musikî Mecmuası ise, Türk Müziği ses sisteminin kurucularından Sadeddin Arel tarafından ilk sayısı 1948 yılında çıkarılmıştır. Bu dergi, kendi alanında da bir ilktir. Bu tür dergilerin varlıklarını sürdürmeleri pek kolay olmamasına rağmen fedakârlıklarla yakın zamana kadar gelmiştir. Benimde 1998–99 yıllarında abonesi olduğum bu dergi, o dönemde yine merhum Ethem Ruhi Üngör ve Mehmet Güntekin’in çabalarıyla bir süre daha yayınlanabilmiştir. Halen daha yazılarımda zaman zaman istifade ettiğim ve anekdotlar paylaştığım Musikî Mecmuası yine sahipsiz kaldı. Ethem Ruhi Üngör’ün, İstiklâl Marşımızın bestekârı Zeki Üngör’le hiçbir akrabalık bağı bulunmamaktadır. 1930’lu yıllardan beri söylenen bugünkü İstiklâl Marşımızın bestesinin sahibi Osman Zeki Üngör’dür. 1880–1958 yılları arasında yaşayan Zeki Üngör, esasen bu yönüyle bilinmektedir. Ancak merhum Ethem Ruhi Beyle Zeki Bey arasında soyadı benzerliği dışında hiçbir yakınlık yoktur. Bir de tabiî müzik adamlığı yönleri dışında. Ethem Bey, Musikî Mecmuasının Mart 1998 yılı sayısındaki yazısında bundan oldukça yakınmaktadır; “…Herkesin istediği soyadını alması serbestliği neticesi bazı soyadı benzerlikleri ortaya çıktı. Sonradan benim de musikîye yönelmemden sonra bu soyadı benzerliği benim için problem olmaya başladı. Toplantılarda bazen beni Zeki Beyin oğlu olarak tanıttıkları zaman son derece sıkılıyordum. Bazen hemen orada tekzibe girişiyordum. Bazen de bu benzetimci kişi, hatırı sayılır biri olduğunda onu üzmemek, orada soğuk bir hava yaratmamak için sesimi çıkaramıyordum..’’ 10 Ağustos Pazartesi günü vefat eden merhum Ethem Ruhi Üngör Bey’e Cenâb ı Hak’dan rahmet diliyoruz. * GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ... Mahmut Celâleddin Paşa (1839-1899) aynı zamanda bir şair ve besteci idi. Bir yaz gecesi yalısının balkonunda yardımcısı Nazım Bey’e yeni bir şarkısını öğretiyordu. Lavta çalan Nazım Bey eserin bazı yerlerini Mahmut Celâleddin Paşa birçok kez tekrarladığı halde bir türlü ne sesiyle, ne de çalgısıyla seslendiremiyordu. O sırada arkadaşları ile sandal gezintisi yapan Lemi Bey de yalının önünden geçerken Paşa’nın Nazım Paşa’yla çalışmasını duydu. Sandalı durdurup çalışmayı dolayısıyla Paşa’nın eserini baştan sona dinledikten sonra, eseri yüksek sesle okudu. Bunu duyan Mahmut Celâleddin Paşa hayretler içinde kalarak adamlarını hemen sandaldakileri çağırmak üzere gönderdi. Lemi bey ve arkadaşları Paşa’nın yanına getirildiler. Mahmut Celâleddin Paşa, o gece Lemi Beyi tanımış oldu ve ölünceye kadar onun teşvik ve takdir etti. Lemi Bey bu tanışmadan yıllar sonra ‘Hocam Yusuf Efendi den ve Hacı Arif Bey’den sonra benliğimi Muhtar Beye ve Mahmut Celâleddin Paşa’ya borçluyum. Bu iyiliklerini unutmam” demiştir. 19.08.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
H. İbrahim CAN |
|
Küresel krizden çıkış ve Türkiye'yi bekleyen fırsat |
Dünyanın değişik ülkelerinden ekonomik krizden çıkış işaretleri görüldüğüne dair haberler gelmeye başladı. Türkiye’de de Nisan ayında yüzde 14,9 olan işsizlik oranının Mayıs ayında yüzde 13,6 olduğu açıklandı. ABD ve Çin iç tüketimi teşvik ederek bu krizden çıkma çabası içine girdi. Devlet harcamaları arttırılıyor, vatandaşa kredi alma şartları kolaylaştırılıyor. Ve 2009 yılının ikinci çeyreğinde Çin’in büyüme oranı yüzde 7,9. Aynı zamanda ihracatın azalması karşısında Çin yeni pazarlar arayışına girdi. Parasının değerini düşük tutarak, ihracat teşviklerini arttırarak, Brezilya ve Mısır gibi yeni pazarlar bularak durumunu düzeltmeye çalışıyor Çin. Tabi bunun –Mısır’a yönelmeleri sebebiyle- Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin ihracatına önemli zararlar vermesi ihtimali var. Burada küresel ekonomik krizin başladığı yer olan Amerika’da bir düzelmenin krizden çıkışın da kaynağı olacağı yönündeki değerlendirmeler önemli. Çünkü dünya ekonomisi ABD dolarına endeksli. Dünyanın en büyük ekonomilerinden Çin’in 975 milyar doları ABD doları olarak yatıyor. Dolar yerine başka bir para birimi bulunması yolundaki girişimler şimdilik başarısız. Ayrıca Amerika’nın yaygın tüketim kültürü ve bankaları küresel ekonominin büyüme motorunu oluşturuyor. Maalesef yine bizi ilgilendiren ülkelerden Rusya’da ekonomik krizden çıkışın işaretleri pek görünmüyor. Rusya petrol fiyatlarına bağımlı. Yıl başından bu yana 30 dolardan 70 dolara çıkmış olması, önceki yılın 170 doları bulan fiyatına kıyasla, yeterli bir krizden çıkış kaynağı değil. Bunun iki sebebi var. Birincisi; petrol ve doğal gaz gelirleri diğer ekonomi alanlarına kolayca akmıyor. İkincisi talepte önemli bir daralma var. Putin’in Nabucco’nun telâşı ile Türkiye’ye gelip anlaşmalar imzalamasında bunun önemli bir rolü var. Türkiye’deki doğal gaz tüketiminde görülen azalma küresel talepteki azalmanın bir işareti. Ayrıca Rusya’da işsizlik oranı hâlâ yüzde 10’un üzerinde. Bu yüzden The Moscow News’ten Tim Wall, “küresel iyileşme köşede olabilir; ama buna Rusya’nın dahil olduğuna dair sakın iddiaya girmeyin”. Hindistan bu yıl 5,4 büyüme bekliyor. Küresel krizin sanayi sektöründen çok hizmet sektörü ile mümkün olacağına inanan Hintli uzmanlar, bu konuda ülkelerinin küresel krizden çıkışta önde olacağını savunuyor. Ancak gerçek artı değer yalnızca üretimle mümkün. Brezilya ise ancak uzun vadede bu çıkışa katılabilecek. Fransa ve Almanya’da bazı toparlanma işaretleri var gibi görünüyor. Ancak bütün bunlar şimdilik spekülatif göstergeler. Tıpkı çıkışında kimse krizin bu boyutlara ulaşabileceğini tahmin edemediği gibi, krizin sona ermesinin de hangi yolla mümkün olacağını kimse kestiremiyor. Bilinen birkaç husus var: Küresel sermayenin oluşturduğu sun'î sermaye fazlası ortadan kalktı. Küresel ekonomi gerçek rakamlarına döndü. Yine de yatırım için bekleyen ciddî bir sermaye var. Sonsuza kadar bekleyemeyecek olan bu sermaye, ışık gördüğü alanlar ve ülkelere kaymaya hazır. Burada enerji önemli bir yatırım alanı olacak gibi görünüyor. Türkiye için bunun anlamı; son birkaç ayda yaşanan gelişmelerin ışığında, enerji kavşağı olmasının küresel krizden çıkmayı arzulayan yatırımcıları cezb edebileceğidir. Akıllı ve sağlıklı projelerle ve taahhütlerini yerine getirmedeki istikrarı ile ülkemiz küresel krizi fırsata çevirebilir. Ayrıca Türkiye bölgesel istikrarın sağlanmasına katkıda bulunabildiği ölçüde cazibe merkezi olacaktır. Irak’ın toparlanması, Suriye-İsrail ve İran-ABD ilişkilerinde iyileşme sağlanması Türkiye’nin konumunu önemli ölçüde etkileyecek unsurlar. Tabi içeride de hükümetin –Öcalan ve DTP’nin anlaşılması imkânsız olumsuz tavırlarına rağmen- Kürt sorununda kaydedeceği ilerleme bu açıdan çok önemli olacak. Kısacası; küresel ekonomik krizden çıkışa dair bazı işaretler var. Eğer bölgemizdeki konjonktürü iyi değerlendirebilirsek, bu çıkıştan en çok yarar sağlayan ülkelerden birisi olmamız hayal değil. 19.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
“Kürt açılımı” |
Yakın tarihimizin üzerimize boca ettiği problemlerin altında bocalayıp duruyoruz. Bilhassa, seksen sene önce istibdat ile millete mal edilmeye çalışılmış yanlışların faturasını bize ödetenler, halkı iğfal ile ek faturalar ilâve etmeye çalışıyorlar. Komünizm musîbetine uğramış milletlerde bile zulüm şu boyutlara yükselmemiştir. Halkların ana dillerini konuşmalarına yetmiş sene yasak getirilmiş bir başka coğrafya tanımıyoruz. İnsanların inandıklarını yaşamalarına ve insan olarak kendilerini ifade etmelerine bizde getirilen engellerin en katı diktatörlüklerde bile olmadığını düşündüğümüzde, ortaya atılan “Kürt açılımı,” “Alevi açılımı” veya bir başka açılım adındaki gündemlerin mahiyetini kavramaya çalışıyoruz. Çalışıyoruz diyoruz, zira belli merkezlerce “hipnotik aletlere” çevrilmiş medyanın ve bilhassa ekranların sihrinden kendimizi kurtarabildiğimiz miktarda bağımsız düşünme imkânına kavuşabiliyoruz. Ekranların muhasarası altında düşündüklerini zannedenler, papağan gibi, yalnız telkin edilenleri konuşuyorlar. İnsanî şuur ve muhakemenin kapalı olduğu bu hallerde, ikazcıya olan ihtiyacımızın şiddeti daha da artıyor. Korkuların, arzu ve beklentilerin istismarını biliyor musunuz? Yarım asır ve bazan bir asır millete istibdat ile belli korkuları enjekte edenler, dünyadaki şeffaflık ve hürriyet ortamının gelişmesi karşısında kaldırmak mecburiyetinde olacakları bir kısım baskı ve korkuları bile habis emellerine alet etmeye çalışıyorlar. Ve en ilginci de “milletin çocukları” olarak bilinen siyasî heyetleri kullanarak tahribatlarını biraz daha devam ettirmeye çalışıyorlar. Doğuda Kürtçe konuşan insanlara; “Artık Kürtçe konuşabilirsiniz, düne kadar yasakladığımız köyünüze dönebilirsiniz; Kürtçe şarkı, türkü söyleyebilirsiniz, dindarlığı terk ettikten sonra bizim gezdiğimiz sokakta dolaşabilir ve hatta gittiğimiz lokantada paranızla yemek de yiyebilirsiniz. Artık şeffaflaşan ve hürriyet ile aydınlanan şu dünyada sizin varlığınızı gizlemeye devam edemeyeceğiz” denilmek isteniyor. İşte bütün bunları rahatça konuşmaya “Kürt açılımı” diyoruz galiba… İşin bir başka ciheti, bin seneden beri Kur’ân’ın bayraktarlığını yapan bir milleti misyonundan uzaklaştırma projesinin bir ayağı olan “ırkçılığı” temelden gidermenin yolunun “İslâm ortak paydası” olduğunu bildiğimiz halde hâlâ Kürt ve Alevi açılımlarından bahsetmek, çözümü yine ıskalamak anlamına gelir. Türkiye’de “Türkçülük” yapanlar yerli olmadığı gibi, “Kürtçülük” yapanlar da yerli değil. Washington ve Paris gibi Avrupa merkezlerinde kurulan kaos enstitülerinin tekelindeki “Kürtçülüğün” Doğuda yaşayan insanımızla alâkası yok denilecek düzeydedir. Doğu kökenli bazı okumuş gençlerin Marksizm köprüsünden geçerek Kürtçü takılmaları bahsimizden hariçtir. Hükümetin başka isimler taktığı, ama medyanın ısrarla “Kürt açılımı” dediği projeden ne anlaşılması gerektiğini, takip edebildiğimiz kadarıyla ne Beşir Bey, ne de Tayyip Bey anlatabilmiş değil. Hükümet 12 Eylül öncesinin noktalarına da ulaşabilmiş değil. Çözüme dair temel prensiplerin hiç konuşulmadığı “açılımlar”ın hikmetini önümüzdeki zamanlarda anlayacağız. “Türkçülük” üzerine bina edilen Kemalizmin üzerimize boca ettiği sıkıntıların hiçbirini konuşmadan “Kürt açılımını” gündeme getirmenin arkasında neler yattığını da... 19.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Süreci yönetmek |
Konu, Apo’nun 15 Ağustos’ta açıklayacağı duyurulan, ama o gün geldiğinde hava muhalefeti veya “Devlet el koydu” gibi gerekçelerle ertelenen ve iki gün sonra terör örgütünün “haber ajansı” kaynak gösterilerek medyaya akseden “proje”siyle irtibatlandırıldığı için, “hükümetin Kürt açılımı” diye adlandırıldı. Olay bu şekilde gündeme geldikten sonra İçişleri Bakanının “demokratik açılım” eksenli bir açıklama yapıp, ardından çalıştaylar, toplantılar, ziyaretler, temaslar dizisiyle işe koyulması, sanki inisiyatifi Apo’ya kaptırmama niyetinin bir neticesiymiş gibi algılandı. Bu da daha işin başında sürece gölge düşürdü ve başarı şansını azalttı. Gerçi İçişleri Bakanının koordinatörlüğünde yürütülecek çalışmanın ilk sinyalini Başbakan 24 Temmuz’daki açıklamasıyla verdi, ama orada da konu yine Apo’nun 15 Ağustos’ta yapacağı söylenen “çıkış”la ilgili soru üzerine gündeme geldi. Yani, ortada bir “zamanlama” sorunu var. Onun için, MGK görevlendirmesiyle başlatıldığı söylenen süreç, İmralı’yı da gözden kaçırmamaya çalışan nazarlarla takip ediliyor. Ve Apo’nun mesajları da gündemde yer bulabiliyor. Bunlar, farklı medya organlarının bakış açılarına göre değişiklik arz eden sunumlarla takdim edilirken, kimisi “Federasyondan da vazgeçti” ifadesini tercih ediyor, kimisi ise “Kürtler için özel savunma gücü istedi” mesajını öne çıkarıyor. Apo’nun “Cumhuriyet demokratikleşecek, M. Kemal’den sonraki ikinci tarihî atılımını yapacak” gibi süslü lâfların arasına sıkıştırdığı “Kürtler kendi sporunu, eğitimini, dinî örgütlenmelerini, meclisini, belediyelerini kendileri yapacak. Hattâ kendi öz savunmaları bile olacak” ifadeleri de, açılımı engellemek için yine “bölünme” korkusunu pompalayanların ekmeğine yağ sürüyor.
Bu Meclis açılım yapabilir mi? “Fethullah Gülen’e sıcak yaklaşım” faslı da işin “sos”u oluyor ve “mürteci-bölücü ittifakı” senaristlerine, hayli zamandır arayıp da bulamadıkları cinsten gayet elverişli bir malzeme veriyor. (DTP’lilerin “İmralı’yı ve PKK’yı dışlayan bir çözümde yokuz” söylemleri de işin tuzu biberi.) “Biz bu açılımla devletin projesini yürütüyoruz, onunla meşgulüz, muhatabımız da millettir” diyen İçişleri Bakanının, İmralı çıkışlı mesajları kaale almayan, ama en azından belli kesimlerce beklenen tepkiyi de içermeyen açıklamaları, dahası sanki Apo’yu da dahil eden bir üslûpla yaptığı “Herkes provokatif düşünce ve tavırlardan kaçınmalı” çağrısı, devam ettirilmek istenen süreci yeni sıkıntılarla karşı karşıya getirebilir. Dahası, bu durum, şu soruyu da akla getiriyor: Acaba bu açılım kamuoyuna deklare edilmeden, sessiz temaslarla belli bir seviye ve olgunluğa erişinceye kadar sürdürülüp, ondan sonra aleniyete dökülseydi daha isabetli olmaz mıydı? Çünkü konu çok kritik ve duyarlı. Provoke edilmeye müsait hassasiyetler çok fazla. Tuzak ve mayınlarla dolu bir alan. Bu şartlar içinde başlatılacak bir sürecin yönetilebilmesi çok zor. Elbette ki, ideal olan, herşeyin açıklık ve şeffaflık içinde cereyan etmesi. Ama çözümün tahrik ve provokasyon tuzaklarına kurban edilmemesi ve kamuoyunun olumlu istikamette hazırlanması adına, çalışmaların geçici bir süre için “sessiz temaslar” şeklinde yürütülmesi anlayışla karşılabilir. Yeter ki, bu ön çalışmalar en kısa zamanda tamamlanarak, ulaşılan sonuçlar yine açık bir şekilde kamuoyunun tasvibine sunulsun. Başbakanın tam da bugünlerde azınlık cemaatlerinin temsilcileriyle buluşması, sanırız, sözü edilen açılımın “Kürt meselesi”yle sınırlı olmayıp, azınlık haklarını da içine alan geniş kapsamlı bir proje olduğu mesajını vermeyi amaçlıyor. Ama orada da, “Kürt açılımı”na milliyetçi-devletçi tepkiler veren adresleri tahrik edecek patrikhane ve ruhban okulu gibi “dikenli” konular var. Türkiye’nin ihtiyacı elbette ki topyekûn bir açılım; ama önce anayasanın yenilenmesini gerektiren böyle bir açılımı bu Meclis yapabilir mi? 19.08.2009 E-Posta: [email protected] |