Sami CEBECİ |
|
Kûnu lillah (Allah için olmak) |
İmtihan edilmek için gönderildiğimiz şu fanî âlemde, çeşitli ahvâl içinde hayatımızı yaşayıp gidiyoruz. İnsanların büyük bir kısmı bu imtihandan habersiz olarak hayatını sürdürerek, diğer canlıların yemek, içmek ve üremek tarzındaki hayatlarına benzer bir hayat yaşayıp, nihayet sönüp gidiyor. Azınlıkta kalan inançlı ve imtihan olduğundan haberdar olan ehl-i imanın da çoğu gafletli bir hayat içinde olup, hiçbir hazırlık yapmadan bu dünyadan göçüp gidiyor. Geride kalan ve şuurlu bir tarzda imtihanını başarı ile vermek isteyen mü’minler de her türlü imtihandan geçiriliyor. Mânevî derece arttıkça, imtihan da şiddetleniyor. Cami cemaatının imtihanı sokaktaki insanlardan farklı olduğu gibi, ehl-i tarikin imtihanı da cami cemaatından daha şiddetlidir. Nur Talebelerine gelince, Sahabe mesleği olan iman kurtarma hizmetinin bu zamanda takipçileri olan bu dâvâ adamlarının imtihanı daha çetindir. Cenâb-ı Hak onları çeşitli imtihanlardan geçirir. Çoluk çocuk, konu komşu, hısım akraba ile imtihan edilen bu insanlar, aynı hizmeti paylaştıkları dâvâ arkadaşlarıyla da imtihan edilirler. Takip, tevkif, işkence ve hapishanelerle imtihan edilirlerken, birbirleriyle olan münasebetlerinde de samimiyet testinden geçerler. Bediüzzaman Hazretleri “Sizi, kaç defa altın mı, bakır mı diye üç dört eleklerle elemek kader iktizâ etti ki, bu hadise başımıza geldi” diyor. Başka bir imtihan için kullandığı tabirler de ilginçtir: “Elmaslar şişelerden, sıddık fedâkârlar mütereddit sebatsızlardan, halis muhlisler benlik ve menfaatını bırakmayanlardan ayrılmak için bu şiddetli imtihana girmemizin iki sebebi var” diyerek imtihanın boyutlarını nazara veriyor. Bu yüzden, imtihanda değilmişiz gibi bir tavrın içine girmek büyük gaflettir. Kırk senelik hizmet hayatımda edindiğim tecrübelere göre, kim ihlâsa aykırı olarak bir takım hesap ve kitabın içine girmişse, mutlaka ayağı tökezlemiş ve dahil olduğumuz şahs-ı mânevînin dışına düşmüştür. Yine kendine göre hizmetini yapar, dahil olduğu bir grubu da olur. Fakat, bu şahs-ı mânevîde barınamaz. Bu, kaderin garip bir tecellisi ve ilginç bir durumdur. “Hakikat Konuşuyor” adındaki makalesinin bir yerinde muazzez Üstadımız “Maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî hiçbir şey beklemeden, sırf rızâ-yı İlâhî için hizmet etmek” ifâdelerini kullanır. Kanaatimce işin rûhu ve özeti budur. Bunun dışına çıkarak, şan ve şeref kazanmak, hâkimiyet kurmak, maddî veya mânevî bir beklenti içinde olmak, yahut başka hesap ve kitapların içine girmek gibi niyet ve haller, Nur Talebeliğinin özünü ve rûhunu tahrip etmekte ve hiç umulmadık sebeplerle şahs-ı mâneviden uzaklaşıp dışına düşmek söz konusu olmaktadır. Münâzarât adındaki eserinde Bediüzzaman, zindan-ı atâlete düştüğümüzün sebeplerini yedi sekiz maddede izah ederken, birinci madde olan ümitsizlikten hemen sonra, ikinci maddeye üstünlük meylini koymuş. “Sonra, müzâhametsiz olan hakkın hizmetinin yerini zapteden meylü’t- tefevvuk istibdadı hücum etmeye başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz, kün-ü lillah (Allah için olunuz.) hakikatını o düşmana gönderiniz. (Münâzarât s.136) Demek ki, insanda diğer insanlara üstün gelmek veya üstün olduğunu hissedip göstermek gibi bir zaaf var. Biraz okumuş, ünvanı veya kıdemi varsa, onu diğerlerine karşı bir üstünlük vesilesi olarak görüyor. Tevâzu, mahviyet ve terk-i enâniyet gibi yüksek hasletler gidiyor, yerine kibir ve enâniyet-i ilmiye gibi şeyler geliyor. Beraber çalıştığı insanların fikirlerine değer vermeyen, kendi görüş ve fikirlerini daha isabetli gören böyle insanlar, meşveretin de rûhunu incitirler. Zübeyr Ağabeyin “Risâle-i Nur Talebelerinin en gerisi ve en âmisi olan ben” anlayışı yerine “Nur Talebelerinin en ilerisi ve en âlimi olan ben” anlayışı hükmedince, işte o zaman sıkıntı başlamaktadır. Halbuki, böyle hisler süflîdir. Hiçbir dâvâ adamında bulunmaması lâzımdır. Âhirette faydası olmayan, bilâkis hüsran sebebi olan şeylerdir. Üstünlük, Allah katında ancak takvâ iledir. Bu gibi ârızalardan kurtulmanın tek yolu, Allah için olmak, Allah için çalışmak ve her meselede Allah’ın rızâsını esas almaktır. 29.07.2009 E-Posta: [email protected] |