Hakan YALMAN |
|
Derin sosyal bağlar |
Geçtiğimiz Pazar günü değerli Mehmet Kutlular Ağabey ile İzmir ve havâlisinin artık geleneksel hâle gelmiş uzun yıllardır devam ettirdikleri Gölcük pikniğine katıldık. Bu toplatılar bir piknik olmaktan çok, bir açık hava konferansı ya da kır kongresi havasında geçiyor. Katıldığım en verimli pikniklerden biri. Sabahtan akşama kadar dolu dolu ilmî ve tefekkürî bir içerikle geçiyor. Bu kadar farklı sosyal ve entelektüel zenginliği olan bir topluluğun böyle bir ortak paylaşım içinde olması sosyolojik açıdan çok dikkat çekecek bir durum. Yemek ve namaz araları dışında program hep dolu. Bu durumdan da herkes memnun gözüküyor. Bu hâl, topluluğun entelektüel kapasitesinin ne kadar yüksek olduğunun bir işareti. Vatan sathının mektep olması böyle bir hâl olsa gerek. Topluluk muhabbetle birbirine kenetlenmiş ve bu güzelliği yaşamak için kilometrelerce yol katetmiş. Menfaat için olmayan, kalbin derinliklerinden gelen ve hiçbir karşılık beklemeyen bu bağlar, bilinen sosyolojik kuramların sınırlarının çok ötesinde. Bir piknik organizasyonunun bu kadar dolu bir içerikle geçirilebilmesi ve bunu gerçekleştiren topluluğun bu derece geniş bir spektruma yayılan sosyal özelliklerde olması, üzerinde durulması gereken sosyolojik bir vakıa. Bu, ancak İlâhî kaynaklı ve kâinatın bütününü kuşatmış olan nur-u Muhammedî (asm) ile irtibatının farkında bir idrak ile mümkün olabilir. Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’un hayatımıza getirdiği en önemli güzelliklerden biri, bu bağlantı olmalı. Bu bağlantıya tüm dünya insanlığının ihtiyacı var. Bir gün, Kur’ân’ın asra yansıyan bu sevgi dili, muhakkak insanlığa mâl olacak ve yeryüzüne hâkim olacak. Bütün irade ve işleyişlerin içinde dünyanın istikrarlı bir şekilde gelişen ve bütünleşen bir yapısı var. “Medeniyetler çatışması”, “Tarihin sonu”, “Medeniyetler arası diyalog” gibi tezler gündeme getirilirken insanlık âleminin derinlerinde bir bütünleşme sürecinin yaşandığı gözleniyor. Yeni dönemde ırk, coğrafya, din, dil birliği gibi özellikleri ile tanımlanan milletlerle şekillenmiş kimlikler yerine insanların birer fert olarak değer kabul edildiği ve insânî değerlerin daha ön plana çıktığı dönemlere doğru gidiliyor. Artık dostluklar ve düşmanlıklar sadece mensubiyetler ve taraftarlıklarla değil topyekün insanlığın sahip olduğu değerler ve değer yargıları etrafında şekillenmektedir. Özellikle, dünyada kargaşa çıkarmak ve bir satranç oyunundakine benzer hesaplarla insanlığı yönlendirmek amaçlı girişimler, bu hesapların hedefinden çok insanlığın derin gelişimine hizmet eder hâle gelmiştir. Meselâ, 11 Eylül, dünyaya hâkim güçlerin hesapladığı gelişmelerden çok, dünyanın genelinde insanlığı arayan, fazilet ve ahlâk gibi değerler etrafında birleşmiş, zulme ya da emperyalizme karşı olan dünyanın her tarafına yayılmış bir topluluk bulunduğunu ortaya çıkardı. Dünyanın çeşitli yerlerinde farklı dinlere, farklı ırklara, farklı kültürlere, farklı coğrafyalara mensup milyonlarca insan aynı doğrular etrafında bir araya geldiler. Bu durum benlik ve ırkçılık ile oluşturulmuş ulusların, kalın duvarlarla birbine kapatılmış uluslar düzeninin yerini, temel insânî değerler etrafında birleşmiş ve dış görünüşte farklılıklar olsa bile daha derinlerde bütünleşmiş bir beşer tabakalarının aldığına da işaret ediyordu. Nübüvvet tarafında yer alan, bilerek ya da bilmeyerek hevâ yerine Hüda’ya tabi olmuş ve insanı insan yapan erdemleri ırk, coğrafya ve kültürlerden bağımsız olarak ön planda tutan bir beşer tabakası da hem Çin’de, hem Amerika’da, hem de dünyanın bütün ülkelerinde bir tabakanın uzantıları şeklinde bulunmaktaydılar. Bunları birbirlerinden haberdar olmadıkları halde bir araya getiren ve hiç bir kulis faaliyeti, propaganda veya başka siyasî girişimler olmaksızın aynı ortak noktada birleştiren, özlerinde, ruhlarında ve belki de kısmen genlerinde var olan hakka taraftarlık olmalıydı. Zaman ve şartlar, yaşadığımız olaylar, devletler ve milletler şeklinde ve her iki tarafın da çoğunlukla hevâya tabi olduğu ve benlik ya da ırkçılık kavgası şeklinde yürüttüğü harplerin yerini, insanlık tabakalarının, hakkın ve batılın yanında yer alanların mücadelesinin alacağını göstermektedir. Bu dönemden sonra özellikle hakkın ve Hüdâ’nın tarafında yer alanların bu tabakalaşmanın hızlanması ve belirginleşmesi yönünde gayret sarf etmesi gerekmektedir. “Benim ülkemin ve benim insanımın tavrı doğru, diğer ülkelerin tavrı yanlıştır” gibi siyasî ve tarafgir kabullerin yerini, “doğruya ve hakka, nereden ve kimden gelirse gelsin, tarftar olmak” şeklinde bir anlayış almalıdır. Bu dönemden sonra, “biz” dediğimizde, Türkiye, Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, İran, Irak, Gana, Japonya, Malezya,... kısacası bütün dünyada hakkın yanında ve zulmün karşısında yer alan, insanı insan yapan değerleri hayata hâkim kılmaya çalışan herkes anlaşılmalıdır. Bu anlayışın karşısında ve hevâya tabi olan herkes; Türk, Kürt, İngiliz, Fransız, Amerikalı,... hangi coğrâfî tanımdan olursa olsun, kimliği ister Müslüman, ister Hristiyan, ister Musevî, isterse ateist olsun, vahye dayalı dinlerin, özellikle de İslâmın hâkim kılmaya çalıştığı insanlıktan uzak ve ötekiler şeklinde tanımlanması gerekmektedir. Dünyanın ve insanlığın gidişi bu yöndedir ve dünya genelinde diyalog arayışı içindeki sivil güçlerin ön planda tuttuğu ana değer insanlık olmalıdır. Bugün dünyaya anlatılacak İslâm da “hakiki insâniyet olan İslâmiyet” tanımı etrafında şekillenmiş olarak sunulmalıdır. Risâle-i Nur’un ön plana çıkarma gayretinde olduğu hakiki insaniyet olan İslâmiyet, dünyanın çıkış yoludur. Bu tüm insanlığın ortak dilidir ve ruhunu sevgi oluşturmaktadır. Bu noktadan bakıldığında ve olayları biraz daha yukarıdan gözlemlediğimizde Çin ve Doğu Türkistan’da yaşanan vahim hâdiseler ve İzmirlilerin Gölcük pikniği arasındaki derin bağlantı daha net fark edilebilir. Bu da insanlığın geldiği noktadaki yaşanan buhranlardan çıkış noktasında bir yol göstermektedir. Bu yol, bütün insanlık tarafından fark edildiğinde tüm dünya için çok şey değişecektir. 14.07.2009 E-Posta: [email protected] |