Süleyman KÖSMENE |
|
Kur’ân’ın cihanşûmûl değerleri |
Ethem Bey: “Dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan ilkel kabîlelerde açık giyinmek, hırsızlık yapmak gibi şeyler yasak ve o kabile toplumunca da hoş görülmüyor. Öyleyse o kabilenin örfü ile İslâmiyet arasındaki fark nedir?” İslâmiyet cihanşümul bir dindir. Kabile örfleri ise çeşitli sosyal tecrübelerle elde edilmiş sonuçlardır. Bu tecrübelerin geneli isabetli olabilir. Fakat isabetli olmayanları da vardır. Diğer yandan kabîle örfleri isabetli de olsa, günlük maslahatlar ve nihayet kabîlenin genel beğenisinden öte bir getiri sağlamazlar. Oysa aynı davranışları bir kişi Allah’ın emri olduğu için gösterse, kâinât Sultanının beğenisini elde eder ve sevap kazanır. Meselâ insan günü birlik faydasından dolayı temizliğe dikkat ediyorsa, temiz tutumundan günü birlik faydalanır. Fakat temizliğin bir Allah emri olduğunu biliyor ve bu emri yerine getirmek için temizliğe dikkat ediyorsa, temiz tutumundan hem günü birlik faydalanır, hem sevap kazanır. Kazandığı sevap kişinin hem dünyada, hem dünya ötesi âlemlerde defalarca elinden tutar. Kapalı giyinmek veya hırsızlık yapmamak da böyledir. Diğer amel ve davranışlar da böyledir. Bir ameli ve davranışı günlük faydalanmak için yapmak veya zararından ötürü terk etmek ile Allah’ın emri olduğu için yapmak veya yasağı olduğu için terk etmek arasındaki fark büyüktür. Bir işi günlük fayda ve zararından dolayı yapar veya terk edersek sadece (dünyada) günlük kazanırız. Fakat bir işi Allah’ın emri veya yasağı olduğu için yapar veya terk edersek; 1) Dünyada iki defa kazanırız: a) Günübirlik kazanırız. b)Zor işlerimizde kolaylık buluruz, Allah’ın yardımını ve bereketini görürüz. 2) Kabirde kazanırız. Allah’ın rahmeti ile müjdeleniriz. 3) Mahşerde kazanırız. Allah’ın affı ve mağfireti elimizden tutar. 4) Cennette kazanırız. Allah’ın keremi, lütfu, selâmı, ikrâmı ve cömertliği ile saadetimiz genişlenir. Öte yandan; Kur’’ân cihanşümul olduğundan ve bin dört yüz yıldan beri mesajını tüm dünyaya dinlettirdiğinden, dünyanın bir çok toplumunca yaşanan güzel davranışların patenti Kur’ân’a aittir. İyiliklerin tamamı Kur’ân’ın malıdır. O halde iftihar da Kur’ân’ın hakkı olacaktır. Meselâ el ve vücut temizliğini, banyoyu, yıkanmayı, tuvaleti ve sair doğru ve isâbetli görgü ve örfleri Avrupalılar Müslümanlardan almışlardır. Kötülükler ise Kur’ân’ın anlaşılmamasındandır. Kötü ve zararlı davranışlarda hatâ insana aittir. *** Nahit Bey: Beyanat ve Tenvirler’de (s. 82) geçen şu ifadeleri çok kısa açarsanız memnun olurum: “Hareketi kendinedir, tebeî haricedir. Lâzım-ı mezheb mezheb olmadığından, belki muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müsbet ve zaafına inzimam etse, harici kendine alet-i layeş’ur edebilir.” Bu ifadelerin öncesinde Üstad Bedîüzzaman Hazretleri siyâseti tahlil ediyor. Türkiye’de siyâsetin bir Avrupa oyuncağından ibaret olduğunu, dışa bağlı olarak hareket ettiğini ve dışa bağlı olarak siyaset ürettiğini, Avrupa’nın üflediğini, bizim burada oynadığımızı, onun bizi telkinlerle uyuttuğunu, bizim ise bunu kendimizden sayarak telkin eseri fikirleri hayatımıza geçirdiğimizi ve böylece kendi değerlerimizi yıktığımızı beyan ediyor. Bedîüzzaman’a göre Avrupa’dan bize gelen cereyan; ya menfîdir, ya müsbettir. 1-Menfî cereyan harf gibidir. Bizi başkasına bağlar. Bütün davranışlarımız dışarı hesabına geçer. Çünkü irâdemiz yoktur veya hükümsüzdür. Niyetimizin sâfiyeti burada fayda etmez. Bilakis zaaflarımız da üstüne eklendiğinde, hariçteki zararlı cereyanların menfaatine oynayan akılsız bir âlet olur çıkarız. 2-Müsbet cereyan ise isim gibidir. İçeri ile bütünleşebilir. Yani kendi ülkemiz değerleri ile bütünleşebilir. Çünkü dahilî değerler ile muvafakati vardır. Yani iç bünyemize uygundur. Burada davranış bize ait kalabilir. Bundan mutlak bir taklit çıkmaz. Harice sadece tebeî bakarız. Yani göz ucuyla, kastî olmaksızın, kendimizi murad ederek, kendi menfaatimiz hesabına bakarız. Bu da bize bir şey kaybettirmez, kazandırır. Yani başkasının müsbet yanlarını alır, menfî yanlarını bırakırız. Bu yaklaşım sorgulanmaz. Çünkü burada dışa bağımlılık yoktur. Esasta kendi değerlerimiz vardır. Dışarıdan sadece müsbet (yani bilim ve teknik gibi olumlu) gelişmeleri alıyoruz. Bu ise bize güç ve kuvvet verir. İrademizi elimizden almaz. Değerlerimizi çiğnememizi ve yok saymamızı gerektirmez. Bu durumda haricin müsbet getirisine irademizi ve kuvvetimizi de eklersek, harici kendimize âlet-i lâ yeş’ur yapabiliriz. Yani başkası şuursuzca bize uymaya başlar. Böylece biz akılsızca başkasına uymaktan kurtuluruz.1
1 . Bedîüzzaman, Beyanat ve Tenvirler, s. 81, 82 14.07.2009 E-Posta: [email protected] |