Basından Seçmeler |
İfade özgürlüğü dışındaki bütün sınırlar sizin
“HER konuyu tartışabilme özgürlüğünün, devletin varlığını riske sokacak, ülkeyi kutuplaşmaya, ayrışmaya ve çatışma ortamına sokacak konuları içermemesi gerektiğine inanır.” Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un açıklamasında yer alan bu cümle, demokrasinin vazgeçilmez değerleri arasında özenle korunması gereken ifade özgürlüğü alanına silahlı kuvvetlerin müdahale etmekte sakınca görmediğini gösteriyor. Toplumun taleplerini, düşünce ve endişelerini en geniş özgürlük ortamı içinde ifade etmesi gereken bu süreçte böyle bir müdahale doğru değil. Silahların bırakılmasını, şiddetin durmasını istiyorsak bu tartışma her kesimi kapsayacak bir ifade özgürlüğü ortamı içinde sürmeli. Ancak bu ortam içinde çatışmalardan medet umanlar ve bu süreçte kendi güvenliklerinden başka hiçbir şey düşünmeyen savaş ağaları ile yaşamlarının normalleşmesi için çözüm isteyenler arasında ayrım çizgileri oluşabilir. * * * PKK’nın Irak’tan yaptığı açıklamaları çeşitli yayın organlarından izliyorum. Açılım tartışması başlar başlamaz bu sürecin tehlikeli olduğunu vurgulayan birçok açıklama okudum. Gençleri dağa davet çağrıları yapıldı. Bunların tartışma masasına gelebileceği bir ifade özgürlüğü ortamı olmazsa, bu çağrıların çözüm sürecini torpillemekten başka işe yaramadığı nasıl anlatılacak? Eğer her kesimin sesi duyulmazsa, kapalı gruplar içinde akla yatkın gibi gelen marjinal taleplerin hayata uymadığı konusunda kitleler nasıl ikna edilecek? Ya da, bugüne kadar varlığı tahmin bile edilmeyen sıkıntıların insanlık dışı bir dayatma olduğunu nasıl öğreneceğiz? Herkes eteğindeki taşları, kutuplaşır mıyım, ayrışır mıyım diye korkmadan dökmeden, istediklerini açıkça dile getirmeden, kendisi için istenenlerin gerçekçi mi değil mi olduğuna canlı bir tartışma ortamı içinde karar vermeden ne açılım gerçekleşebilir ne de demokrasi güçlenir. * * *
Güçlü ülkelerin orduları da güçlü olmalıdır. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un sözüne katıldığım içindir ki, silahlı kuvvetlerin siyasete karışmamasını istiyorum. Pimi çekilmiş bomba cezalarını ve onlar gibi basına yansıyan birçok aksiliği, Ergenekon iddianamesinde karşılaştığımız skandalları “münferit olaylar”, “talihsiz tesadüfler” diye geçiştirebiliyor muyuz? Silahlı Kuvvetler bugünkü görev tanımı yorumuyla sorunlara çözüm reçeteleri hazırlayarak, ifade özgürlüğüne kırmızı çizgilerle sınırlamalar koymaya kalkışarak kendi işini zorlaştırır. Bugüne kadar hükümetler, asker tarafından yeterince sorumluluk almadıkları ve terörle mücadeleyi sadece askerin sırtına yükledikleri için eleştirildiler. İşte şimdi AKP bu sorumluluğu, hazırlıksız da olsa alıyor. Siyaset kendi yolunda ilerlemeli. CHP’ye şaşıyorum. Genelkurmay Başkanı’nın açıklamasını “Milli Güvenlik Kurulu kararı askerin görüşünü yansıtmıyormuş” sevinciyle kucaklamasını anlamıyorum. Demokratik açılım sürecinde referans noktası olarak orduyu kabul etmesi ise kabul edilemez. CHP bir an önce halkı muhatap almalı ve Türkiye’nin üniter yapısı içinde Kürt meselesine nasıl bir çözüm öngördüğünü duyurmalı. “Eskiden hazırladığım rapora bir zahmet bakın, önerilerim orada” demek yeterli olmuyor. Biraz rahat olalım. Kendimize güvenelim, korkmayalım, dinleyelim, konuşalım. Sözler önemli. Özgür olmak zorunda sözcükler. Kardeşlik sınırları belirler. Silahlı Kuvvetler’e gönül rahatlığıyla ülkenin sınırlarını emanet ediyoruz, ifade özgürlüğününki hariç.
Hürriyet, 28 Ağustos |
Ferai Tınç 29.08.2009 |
Münferit mi?
BazI haberler kor parçasıdır; insanın yüreğini yakar. Elazığ’da nöbette uyuduğu için, komutanı tarafından pimi çekilmiş bir bombayı tutmakla cezalandırılan ve kırk beş dakika dayandıktan sonra bombayı elinden düşüren erin, yakınındaki üç askerle birlikte ölümünün hikâyesi de bir kor parçası. İçin için yanıyor, düştüğü yeri yakıyor... Kolayından sönüp gidecek gibi de değil. Zira akıllara, dört şehit askerin hikâyesinden taşan bir soruyu da düşürdü bu haber... Kor parçasını yalazlandıran, cevapsız kalması halinde ise yürekleri büsbütün tutuşturabilecek çok basit bir soruyu getirip devletin kucağına bıraktı. O soruyu biz bugün manşetten soruyoruz: Kaç asker ‘kaza’ kurbanı? Yirmi beş yıldır süren savaşta “kaza sonucu” can veren kaç askerin ailesine “oğlunuz iç güvenlik operasyonunda şehit düştü” denip geçildi? O ölümcül “kaza”lar nasıl gerçekleşti? Komutan ihmali ya da komuta hatası, çatışmasız ortamda kaç askerin hayatına mal oldu? Kaç kez “disiplin cezası” ya da Elazığ’daki gibi “fırsat eğitimi” adına düpedüz vahşet uygulandı; kaç er bu vahşetin kurbanı oldu? Yirmi beş yılda, kaç çocuğun hayatı, “eğitim zayiatı” kabilinden sonlandı? Ve bu savaşta kaç askerin ailesine, oğlunun ölüm koşulları anlatılmadı; gerçekler kaç aileden gizlendi; kaç aileye Elazığ’daki gibi düpedüz yalan söylendi? Bu soruları yanıtlamaktan, yanıtları bilmiyorsa öğrenip aktarmaktan Milli Savunma Bakanı sorumludur. Bu soruları yanıtlayabilmesi için gerekli bütün bilgileri Milli Savunma Bakanı’na vermek de Genelkurmay Başkanı’nın görevidir. Bu soruları yanıtsız bırakan bir Genelkurmay Başkanı’ndan Başbakan hesap sormalı, sorabilmelidir. 17 Ağustos’ta öfkeli bir teğmenin verdiği, akla, vicdana, çağa aykırı cezayla şehit düşen dört askere ve onların ailelerine karşı, devletin ödevidir bu. Yirmi beş yıldır kim bilir kaç olayda, kaç kazada, kaç ölçüsüz cezanın sonucunda can verenlere ve onların yakınlarına saygının bir gereğidir. Evet, savaşlar kanlıdır; savaşlar kirlidir; savaşlarda kazalar olur; savaşlarda cinnet geçiren askerler olur... Ama savaşların kiriyle, savaşların ürettiği cinnet psikolojisiyle, savaşların sıradanlaştırdığı vahşet uygulamasıyla mücadele etmek de mümkündür. Bu mücadelenin yöntemi şeffaflıktır; bu mücadelenin yolu hesap vermekten geçer. Şaibeli kazaları, izansız cezaları ortadan kaldırmak, o kazaların, o cezaların üstünü örtmekle değil, üstüne gitmekle, açığa çıkarmakla, cezasını vermekle mümkündür... Emrindeki askere, pimi çekilmiş bomba teslim eden bir teğmeni hoş göremezsiniz... O teğmeni, ancak on gün sonra, olay gazetelere yansıyınca tutuklarsanız, verdiği cezayı hoş görmediğinizi kimseye anlatamazsınız... O teğmenin ölümüne sebebiyet verdiği dört erin ailelerinden gerçeği esirgerseniz, o ailelerin olup biteni gazetelerden öğrenmesine yol açarsanız “güçlü Türkiye’nin güçlü ordusu” olamazsınız... Denebilir ki, Elazığ’da yaşanan münferit bir olaydır. Denebilir ki, teğmen hata yapmıştır ama bu münferit bir hatadır. Ama bunu söylemekle yetinemezsiniz. Bir suçun, bir vahşetin “münferit” olduğuna inanabilmek için, o uygulamanın, o suçun, o vahşetin kurumsal olarak desteklenmediğini, hoş görülmediğini, yaygın biçimde gerçekleşmediğini, gerçekleştiğinde de cezalandırıldığını, gerek olayla gerek olay sonrasındaki yaptırımlarla ilgili bize anlatılanın doğru olduğunu, gerçeklerin gizlenmediğini bilmemiz gerekir. Bir askerin “kaza sonucu” öldüğüne inanabilmek için, daha önce kaç askerin “kaza sonucu” öldüğünü de bilmemiz ve bu konuda bize yalan söylenmediğinden emin olmamız gerekir. Türkiye’deki annelerin yirmi beş yıldır gayet iyi bildiği bir şey var... Her anne, asker kur'asında Doğu’yu çekmenin anlamını kavrıyor; oğlunu “vatani hizmete” göndermenin, etinden bir parçayı savaşa ve belki de ölüme göndermek olduğunu biliyor. Ve yirmi beş yılda, o annelerden binlercesi, bu bilgiyi teyit eden tabutların üstüne kapanıp bağrını yırtarcasına ağladı... On gün önce, Elazığ’da şehit düşen dört askerin anneleri bugün hâlâ ağlıyor. Kendilerinden önceki binlerce anne gibi, o dört annenin yüreğindeki kor parçası da muhtemelen hiç küllenmeyecek. Ama bu ordu ve bu devlet, o kor parçasını yalanlarla büsbütün yalazlandırmamalı... “Kaç asker ‘kaza’ kurbanı” sorusunu yanıtsız bırakmamalı... Güçlü bir ordunun, güçlü bir devletin yapacağı iş değildir bu. Yazıktır, günahtır, zaaftır.
Taraf, 28 Ağustos 2009 |
Yasemin Çongar 29.08.2009 |