Yasemin YAŞAR |
|
Kalbe konan bir dünya, insanı insaniyetten etmektedir |
Bizler dünlerde yaşanan kültür ve değerlerin meyveleri, yarınki kuşaklar da şimdilerde bizim oluşturduğumuz atmosferin çocukları ve meyveleri olacaklardır. Hâl-i hazırdaki insanları kasıp kavuran bencillik girdabı, mânâ köklerine saldırıp geçmişle bağı koparmaya çalışan zındık politikaları mânevî değerlerimize yabancılaşmayı netice vermiştir. Üstelik hâli yaşayan bu asır insanı, kendisini alıp götüren, insanlıktan uzaklaştıran girdapların içinde akibetten habersiz yaşayıp gitmektedir. Zamane insanının ne geçmiş değerlerini hatırlayıp gayrete geleceği vakti var, ne de istikbal hülyalarına dalıp nesl-i âtiyi düşünecek vakti. Mazi ve istikbal ortasında sıkışmış bir nesil. Bu, şeytanî bir plandır. Çünkü, şeytan ve şeytanın takipçilerinin yaptıkları en büyük tahrip bu olmuştur. Geçmiş ve gelecekle bağı kopararak, insanı nefsin elinde, anlık lezzetlerin peşinde hayvanî bir yaşayışa iterek, insanlıktan sukût ettirmektir. Böylelikle günahlar, hatalar, beden ve cismin güdümünde yaşama gibi bayağılıklar ile insan, insaniyetten istifâ ettirilmiştir. ‘Bütün kötülüklerin başı dünya sevgisidir’ ihtarına kulak asanlar, sadece ehl-i dünya olanlar değildir. Bugün, kendini dindar olarak tanımlayanlar bile maalesef bu dünyevîleşme mikrobundan etkilenmişlerdir. İçtimâî hayatın içinde bulunan dindar insan, dış dünyanın çekiciliği ile öğrendiği ve inandığı değerler arasında gelgitler yaşamaya başlamıştır. Davranışlarıyla düşünceleri arasında, kalbiyle aklı arasında, nefsiyle vicdanı arasında sürekli bir tercih yapmak durumunda bırakılmıştır. Kendini dindar olarak tanımlayan bir kısım insanlar, nefsin tuzağına düşmüş ve inandığı değerlerden bir bir vazgeçmeye başlamıştır. Böyle insanlar ilk zamanlarda kalbi, vicdanı ve düşüncelerinin temizliğinden dem vurur ve önemli olanın bunlar olduğunu savunur. Sonra, yavaş yavaş nefsini avukat gibi savunmaya, günahlarına kılıflar bulmaya, verdiği tavizleri meşrûlaştırmaya çalışır. Artık, aklı cerbezede kullanıp, sınırı çoktan aşmış ve hikmeti kaybetmiştir. Ve buna bağlı çalışan şehvet ve gadap da ifrat muhitlerde gezmeye başlamıştır. Oysa insan, terakkî ederek, ahsenü’l-takvime giden bir suudla mükelleftir. Şeytanın öyle tuzakları vardır ki, hak dâvâda yürüyen hizmet erlerine de çeşitli oyunlar oynar. En başta havf ve recâ çizgisini kaybettirerek, inançtan kötülüğe pencereler açtırır. Artık böyle bir insan hak dâvâsında batıl vesileler kullanan, Müslümanca vasıflardan uzaklaşıp, kâfirce tavırlar taşıyan bir hale gelir. Artık böyle insanlarda, hak dâvâsı için her yolu mübah gören bir anlayış hâkim olur ve böyle bir inanca sahip olduğu için üstün olacağını bile düşünür. Oysa dindarlık, davranışlarla belli olur. Dâvâ için para kazanmak, kariyer yapmak, makam-mevki sahibi olmak niyeti ile yola çıkanlar, çıktıkları niyete geri dönmeden, sıradanlaşıp, yoldan çıkarlar. Çünkü hayatın her anı sorgulanmaya tabi tutulmalıdır. Havf ve reca çizgisinden bir an bile inhiraf, insanı sukûta götürebilir. Dindar olmak demek, amacın ve aracın doğru tesbiti, hakka giden yolun meşrûiyetindeki titizlik ve bu yolda giderken Müslim vasıflarla vasıflanmak gerekliliğini bilmektir. Bir an bile bu sorgulama yapılmadan, öylesine yaşanan her an, insanı esfel-i sâfilîn çukurlarına düşürebilir. Gerçek dindar, aynı zamanda en yüksek ahlâka sahip olan insandır. Ahlâk da; ruhun yüksekliğinden doğan yüksek davranışlar husûle gelmesidir. Hâsılı, dünyaya bağlı olan bir kalbin, araç ve amaçları karışmıştır. Faniliği, ruhunun en ücrâ köşelerinde hissetmeyen ve dünyanın faniliğine güya dâvâsı adına bağlanan bir insan nasıl dindar olabilir? Kalbe konan bir dünya, insanı insaniyetten etmektedir. 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Gerçekler bilinsin |
23 Eylül’de vefat eden Osmanlı hanedanının son temsilcilerinden Ertuğrul Osman Osmanoğlu (97), vasiyeti üzerine dün öğle namazını müteakip Sultanahmet Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından dedesi cennetmekân II. Abdülhamid’in yanına defnedildi. Bu vesile ile merhuma Allah’tan rahmet, yakınlarına da sabr-ı cemil niyaz ederiz. Ertuğrul Osman Osmanoğlu’nun vefatı, Türkiye’de yapılan bir haksızlığın yeniden gündeme gelmesine de vesile oldu. Konu ile ilgili haberler verilirken Osmanlı hanedanının çektiği sıkıntılar az da olsa bahis konusu edildi. Merhum Ertuğrul Osman Osmanoğlu’nun başına gelenler, bütün ailenin başına gelenlerin kısa bir özeti sayılabilir. Şaka değil, 70 yıl boyunca ülkesine dönememiş Ertuğrul Efendi. Niçin mi? Elbette keyfinden değil, ailece ‘sürgün’e gönderildikleri için! II. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Mehmet Burhaneddin Efendi’nin oğlu olan Ertuğrul Osman Osmanoğlu, 1912’de ‘Yıldız Sarayı’nda doğmuş. 1924’te hilâfet kaldırılınca ‘sınırdışı’ edilen aile ile birlikte o da Türkiye’den uzakta, vatan hasretiyle büyümüş. Tam 70 yıl boyunca Türkiye’ye dönememiş. 1974 yılındaki ‘af’fın ardından ilk kez 1992’de Türkiye’ye ‘turist’ olarak gelen Ertuğrul Osman Efendi, ancak 2004’te Türk vatandaşlığına kabul edilmiş. Vefatında da Türkiye’de olduğu için dedesinin yanına defni mümkün oldu. Mevlâ rahmet eylesin. Osmanlı ailesinin sürgüne gönderilmesi ve sonrasında yaşanan hadiseler çok acıdır. Ne yazık ki bu tarihî gerçekler yeterince bilinmiyor. Sürgüne gönderilen aile fertleri ‘namert’lere muhtaç edilmiş, parasızlık yüzünden cenazelerin dahi kaldırılamadığı hadiseler yaşanmıştır. Dün gerçekleşen cenaze, bir yönüyle de ‘tek parti’ icraatlarının yeniden reddi anlamına gelir. Kadirşinas milletimiz, cenazeye sahip çıkmakla zalimlerin zulmüne ortak olmak istemediğini ilân etmiştir. Cenaze namazının Türkiye’de kılınması, hayatta kalan aile mensuplarını da memnun etmiş ve gözlerin yaşarmasına sebep olmuştur. Nitekim cenaze namazını canlı yayınlayan TRT-2’nin soruları üzerine açıklama yapan aile mensupları cenazeye gösterilen ilgiden dolayı kamuoyuna teşekkür ettiler. (TRT-2, 26 Eylül 2009) Her zaman olduğu gibi bu alâkayı yanlış yorumlayıp, “Padişahlık devrini özleyenler var” diyenler olabilir. Oysa bu ilgi insanî bir davranış. Millet ekseriyetinin demokrasi ile bir problemi yok. Aksine isimden ve resimden ibaret bir demokrasi yerine, kâmil mânâda bir hürriyet ve demokrasi yönetimi isteniyor. Bu güne kadar da aksini talep eden çıkmadı. Türkiye gerçeklerle yüzleşmek durumunda. Düne kadar, padişahları kötülemek için ders kitapları bile âlet ediliyordu. Peki elimize ne geçti? Hangi millet, tarihinden ve gerçeklerinden bu derece koparılmıştır? Osmanlı ailesine mensup olanlara geçmişte yapılan haksızlık kim ne kazandırdı? Dün o haksızlığı yapanlar bugün hayırla yâd ediliyor mu? Unutmamak lâzım, hepimiz musalla taşında ‘bir namazlık saltanat’ kuracağız ve cemaate “Nasıl bilirdiniz? Hakkınızı helâl ediyor musunuz?” diye sorulacak. Mühim olan bu sorulara “İyi bilirdik, hakkımızı helâl ediyoruz” cevabını almakta. Diğerleri lâf-u güzaftan ibaret şeylerdir vesselâm... 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Gelen gider, giden gelmez |
Ülkemizde son zamanlarda yaşanan acı olaylar ister istemez dünyanın gelip geçici olduğunu herkese bildirdi. Bir taraftan sel yüzünden vefat edenler olduğu gibi diğer taraftan askerlerimizin şehit olduğu haberleri birbiri ardınca geldi. Evvelâ; ecel birdir değişmez. Ölüm meleği Azrail dahi sadece bir perdedir. Hastalıklar, felâketler hepsi bir bahanedir. Allah’ın emri geldiği vakit kimsenin bunu değiştirmeye mecâli kalmaz. Fakat bu felâketler karşısında fîgân edip ortalığı velveleye vermek hatta bir general eşinin dediği gibi “pisipisine öldüler” gibi lâflar etmek çok ayıp ve yanlıştır. Her şeyden önce yanarak, boğularak ve taun gibi hastalıklar neticesinde vefat edenler büyük ecir ve mükâfat kazanırlar. Dünyada işlemiş oldukları günahlara keffaret olan bu hadiseler sayesinde hesap gününde gıpta edilecek olan bu kardeşlerimize acımak yerine tebrik etmeli ve bizlerin de imanla ölmesi için Rabbimize bol bol duâ etmeliyiz. Şehit olan askerlerimiz ise her ne kadar bir kısmı komutanlarının tedbirsizliği yüzünden vefat etmiş olsalar da çok büyük mükâfat kazanmışlardır. Zira vatanımızı korumak için asker olmuşlar ve görevleri başında şehit olmuşlardır. Burada tek şart iman sahibi olmaktır. “Lâilâhe İllallah, Muhammeden Rasûlullah” diyen her asker görevi başında her ne sebeple ölürse ölsün şehittir. Bunu başka türlü yorumlamak o şanlı kardeşlerimize birer hakaret olduğu gibi insanı mes’ul durumuna da sokar. Hesap günü onların yüzüne bakamaz oluruz, Allah korusun… Felâketlerde malları zayi olan kardeşlerimiz de çok fazla üzülmemelidir. Zira bir nev'î sadaka hükmüne geçen bu kayıplar ahiret gününde İnşallah büyük kârlara vesile olacağından çok fazla kafaya takmaya gerek yoktur. Nasıl olsa malın da, mülkün de sahibi Allah’tır. Bugün verir, yarın alır. Önemli olan helâl kazanç sahibi olmaktır. Zekâtını veremediğimiz bir mal ile yarın Rabbimizin huzuruna varırsak ne yaparız. Asıl bu vaziyette olanlar kara kara düşünsün… Sıcaklık dereceleri gibi musîbetler de derece derecedir. Her musîbette bir nimet derecesi vardır. İnsanlar daha büyüğünü düşünüp başına gelen belâdaki sıkıntıyı daha az hissedebilir. Bir kolu olmayan kolsuz adama bakmalı, bir gözü görmeyen hiç görmeyene bakıp şükretmelidir. Aksi takdirde “Benim başıma bu felâket niye geldi?” diyerek ağlayıp feverân etse, başına gelen belâdan kat kat fazlasını bulur. Hem de musîbet büyüyerek adeta şişer. Hiç de tahammül edilemez hâle gelir. Kendi kendine yapmış olduğu bu eziyetten dolayı o insana acınmaz. Zaten kalbi de o zavallı insanı adeta döver ve insanlar içinde maskara hâline gelir. Evet, dünyaya devamlı sûrette insanlar gelir ve devamlı olarak aslî vatanlarına doğru giderler. Hem de hiç dönmemecesine. O halde bu kısa dünya hayatına aldanmamalı ve hayatın gelip geçici olduğunu her zaman düşünmeliyiz. Bu dünya metâı, zaten elde durmaz ki. İmtihan için geldiğimiz bu dünyadan başarılı bir öğrenci gibi çıkıp gitmek istiyor isek, tahkikî imanı elde etmeli ve o imanla yaşamalıyız. Aksi takdirde Allah korusun “Ya leytenî küntü turâbâ” yani o dehşetli hesap gününde “Keşke toprak olsaydım” demek zorunda kalırız. O halde Bediüzzaman’ın şu güzel sözlerini asla unutmamalı ve başımızın üstünde bir köşeye yazmalıyız: “Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyevîyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.” 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
“Zaman cemaat zamanıdır” |
Bediüzzaman, bu zamanın cemaat zamanı olduğunu söylüyor. Zamanın Bedii’si böyle diyorsa bu tesbiti ciddiye alıp, o istikamette bir duruş sergilemek, o doğrultuda bir tavır içinde bulunmak, bütün ehl-i dinin göz önünde bulundurması gereken bir vazife olsa gerek. Bilhassa hakkı tebliğle vazifeli olanlar, İ’lâ-i Kelimetullah’ı her şart altında yapmakla yükümlü olanların, Bediüzzaman’ın bu asırda cemaat olmanın ehemmiyetine dair tesbitini ve tavsiyesini dikkate alıp, kulak ardı etmemeleri gerekir. İsterseniz, Bediüzzaman’a kulak verelim: “Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.” (Kastamonu Lâhikası, s. 106) Görüldüğü gibi ehl-i hakikat için cemaat olmanın önemini çok net bir şekilde nazarlara verdikten sonra Bediüzzaman, akabinde de herkesin, bir buz parçasına benzettiği enaniyetini ve şahsiyetini ortak olan bir havuzda eritmesi gerektiğini; buna uyulmadığında da, yani şahsiyet ve enaniyetlerden vazgeçilmediği takdirde de, bu kişilerin şu veya bu şekilde mânevî zararlarla karşı karşıya olacaklarını ihtar ediyor bizlere. Konu ile alâkalı olarak Üstadın şu ifadelerine de bakalım isterseniz: “Şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhâlif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur.” (Mektubat, s. 425) Açıkça görüldüğü gibi Bediüzzaman, şahısları bir değil, yüz dâhî derecesinde bile olsa bir cemaate dâhil olmadıkça, tek başına kaldığı müddetçe muhalif bir cemaate karşı mağlûp olacağını haber veriyor. Bazı hizmet ehlinin gözden uzak tuttukları durum bu olsa gerek. Yalnız başına kalmanın, cemaatten uzak durmanın getireceği tehlikeyi nazara almadan hizmet edeceğim zannıyla yola çıkan bazı hizmet erbâbının, kısa bir zaman içinde ne gibi tehlikelerle ve zorluklarla karşılaştıklarını ve eninde sonunda çaresiz kalıp pes ettiklerini görüyoruz. İnsanı, bir cemaat içerisinde bulunmaktan alıkoyan çok değişik sebepler bulunmakla birlikte, en çok görüleni, cemaatte gerçekten bulunan veya bulunduğu zannedilen bazı kusur ve hatalar; istemeyerek de olsa vuku bulan bazı incinmeler, kırılmalar; en önemlisi de insanın kendisine gerçekten verilen veya bazan da öyle vahmettiği bazı kabiliyet ve istidatların verdiği enaniyet ve gurur saikasıyla farkına varmadan içine düştüğü aşırı bir güven ile “Bir cemaate dahil olmadan da arzuladığım hizmetlerde bulunabilirim” gibi yanlış ve isabetsiz düşüncelerdir. Hemen belirtelim ki, bu ve benzeri sebeplerin hiçbirisi, dünya ve ahiret hayatımızı her türlü tehlikeden koruyan cemaatten ayrılmamızı haklı kılmaz. Çünkü birlikte olduğumuz kardeş ve ağabeylerden ayrılmanın bedeli, faturası, bilelim ki evvelâ bize çıkar. Cemaate hiçbir şey olmaz, o yoluna, hizmetlerine devam eder. Ayrıca insafla düşündüğümüz zaman, cemaatler de tıpkı insanlar gibidir. Hangi bir insan hatasız ve kusursuz oluyor ki, değişik huy, mizaç ve meşreplerden meydana gelen cemaat kusursuz, hatasız olsun? Keşke kusurlar, hatalar hiç olmasa... Ama arzu edilmeyen bazı kusurları bahane ederek kenara çekilmek çare midir? Kâr-ı akıl mıdır? Diğer taraftan istenmeyen incinmeler, kırılmalar hususunda da, her yönüyle rehber olarak kabullendiğimiz Bediüzzaman’ın; “Bin haysiyetim olsa kardeşlerim arasındaki uhuvvete fedâ ederim... O çirkin sözlerin hepsini kendime alıyorum...” gibi ferâgat dolu sözlerini dinleyen ihvanlar, haklı dâhi olsa kırılmalara sebep olan kardeşlerine karşı nazar-ı müsamaha ile bakması gerekmez mi? Son olarak, birer nimet mânâsında insana verilen bazı kabiliyet ve istidatlara güvenip, cemaati beğenmeme gibi ucb ve gururu akla getiren durumlar ise, elbette Nur Hadimleri için akla getirilemeyecek hallerdir. 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hazreti Zülkarneyn (as) ve Çin Seddi - 2 |
Seyit Sönmez: “Bedîüzzaman (ra) bütün müfessir kavillerini naklettikten sonra Çin Seddi’nin, Kur’ân’ın bahsettiği İlâhî takviye ile yapılmış sed olduğunu söylemenin ‘câiz’ olduğunu kaydeder. Çin Seddi, bildiğim kadarıyla Türk saldırılarına karşı inşâ edildi. Bu durumda seddin, Hz. Zülkarneyn’in (as) seddi olmaması gerekir diye düşünüyorum. Ne dersiniz? Ayrıca Ye’cüc ve Me’cüc meselesi hakkında da bilgilendirirseniz sevinirim.”
Ye’cüc ve Me’cüc’ün bozguncu, fesatçı, yıkıcı ve zâlim iki kabile olduğunu dün ifade etmiştik. Ye’cüc ve Me’cüc’ü bir kavme verip, o kavmi yermeye veya başka kavimleri övmeye gerek yok. Bu kabilelerin Hazret-i Nûh’un oğlu Yafes’in torunlarından iki kabile olduğunu söyleyenler olduğu gibi; Moğol ve Mançur taifeleri olduğunu söyleyenler, kuzey doğu kavimlerinden birer kavim olduğunu söyleyenler, insanoğlundan medeniyeti bozmaya ve yıkmaya vazifeli bir taife olduğunu söyleyenler ve nihâyet Allah’ın mahlûkatından yerin üstünde veya içinde insan veya insan olmayan, ama insanoğlunun kıyâmetine sebep olan bir taife olduğunu söyleyenler de mevcuttur. Bedîüzzaman Hazretleri (ra) bu konudaki ihtilâfı da şu hükmüyle gideriyor: Ye’cüc ve Me’cüc, bozguncu, yıkıcı, fesatçı, medeniyet ve huzur toplumlarının eceli hükmünde Allah’ın mahlûkâtından iki tâifedir.10 Üstad Bediüzzaman Hazretleri (ra) bu seddin sadece külliyetinden bir ferdinin Çin Seddi olduğunu beyan ediyor;11 fakat şu kesin tesbitini de kaydetmeden geçmiyor: Sedd-i Zülkarneyn, müfsitlerin şerlerini def’etmek için yapılmış büyük bir sed ve cesim bir duvardır.12 Kur’ân’ın küllî ve geniş olayları birer örnekte nazarlara sunduğunu, buradan hâdisenin benzerlerine intikal edilmesinin ve belli hisseler çıkarılmasının aklen daha kolay olacağını beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri (ra), Kur’ân’ın kıssaları hisse alınması için zikrettiğini, bu kıssaların Kur’ân’ın maksatlarına münâsip noktalarının seçilerek hayat ukdeleri hükmünde ana maksada bağlanması gerektiğini, hâdisenin detaylandırılması değil, hisse alınmasının önemli olduğunu vurgular.13 Ye’cüc ve Me’cüc ile Sedd-i Zülkarneyn hadisesinin de, küllî efrâdı içerisinde bir ferdi teşkil ettiğini, meselâ Ye’cüc ve Me’cüc’ün bozguncu ve şerîr sıfatlarıyla kıyâmete yakın yeniden çıkacağının ve dünyayı fesada boğacağının da sahih rivâyetlerde bildirildiğini haber verir.14 Sahih kaynaklarımızda Nevvâs b. Sem’ân’ın (ra) rivâyet ettiği oldukça uzun bir hadîs vardır. Bu hadiste Peygamber Efendimiz (asm) deccaldan bahseder. Deccalin fitnesinin dehşeti hakkında, “Ben aranızda bulunmazken çıkacak olursa, herkes kendi nefsinin müdâfii durumunda olacaktır” buyurur. Sonra oldukça uzun ve müteşâbih bilgiler verir. Hazret-i Îsâ’nın (as) ineceğini haber verir. İnsanların şerlilerinden olan Ye’cüc ve Me’cüc’ün kıyâmete yakın yeniden türeyeceğini ve dünyayı fesada vereceğini beyan eder. Bu hadiste Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), Ye’cüc ve Me’cüc’ü “insanların şerlileri” sıfatıyla tanımlar.15 Bedîüzzaman Hazretleri (ra), bu hadîsin tefsîri sadedinde yaptığı îzâhâtta, meselâ çekirge gibi bir âfetin bir mevsimde pek çok bulunabileceğini, mevsim değiştikçe memleketi fesâda veren o yoğun kabilenin hakîkatının mahdud bazı fertlerde saklanacağını, zamanı geldikçe emr-i İlâhî ile yeniden o mahdut fertlerden gâyet çoklukla aynı fesadın başlayabileceğini; çünkü onların karakterleri ve yapıları değişmediğini, ancak inceldiğini, mevsimi gelince zuhur edebileceğini beyan eder. Bu örnekten hareketle; bir zaman dünyayı yaşanmaz hale getiren Ye’cüc ve Me’cüc taifesinin de mevsimi geldiği vakit, izn-i İlâhî ile dünyayı ve beşerin medeniyetini yeniden darmadağın edeceğini, dünyanın yeniden büyük bir şer ve fesat fırtınası yaşayacağını kaydeder.16 Allah bilir; bu şer ve fesat yoğunluğu öyle arsız ahlâksızlıkları netice verir ki, belki de kıyâmet bu şerir yığının üzerine kopar. Zâten insanın fıtratında bozmak, yıkmak ve zulmetmeye karşı şiddetli bir meyelân vardır. Bu meyelân îmânla ve Allah korkusuyla sınırlanmadığı ve tahdit edilmediği takdirde, ortaya çıkacak fitne ve fücurun Sedd-i Zülkarneyn’e sebep olan Ye’cüc ve Me’cüc’ü aratmayacağı açıktır.17 Belki bundandır ki, insanlığın yüzde doksan gibi bir ekseriyetinin Ye’cüc ve Me’cüc olduğunu nakledenler de olmuştur.18 Bedîüzzaman hazretleri (ra) bu tehlikeyi hiçbir zaman göz ardı etmediğinden, uzun ve verimli ömrünün tamamını milletin îmânının selâmeti için vakfediyor; sedd-i Kur’ânî’nin tezelzülüyle Ye’cüc ve Me’cüc’den daha müthiş olarak, ahlâkta ve hayatta karanlıklı ve zulümlü bir anarşîliğin ve dinsizliğin fesadına karşı tek çârenin îmân hizmetinde kilitlenmek ve yoğunlaşmak olduğunu şiddetle haber veriyor.19
Dipnotlar:
10- a.g.e., S. 60 11- Lem’alar, S.113 12- Muhâkemât, S. 59 13- Muhâkemât, S. 61 14- Sözler, S. 311 15- R. Sâlihîn, 1805 16- Sözler, S.311 17- Şuâlar, S. 507 18- Tecrit Terc. IX/101 19- Kastamonu Lâhikası, S. 111 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Cenâb-ı Hakk’ın hoşuna gitmek |
Üstad Bediüzzaman, vefatından sonra niyazının devam etmesini istediği meşhur duâda, “Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin” 1 der. Bu nefis duânın Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar hoşuna gideceği malûm. Nitekim bir hadis-i şerifte, “Senin Rabbin, bir kul ‘Ya Rabbi, günahlarımı bağışla! Çünkü Senden başka günahlarımı bağışlayacak birisi yoktur’ diye duâ ettiği zaman kulundan memnun kalır” 2 buyurduğu ifade edilir. İnsanları memnun etmek için çırpınan bir insanın Allah’ı memnun etmeyi düşünmesi kadar daha önemli ne olabilir? Hata ve kusurlarla dolu bir kulun ilk hedefi bunlardan arınmak olacağına göre tevbe ve istiğfara ne kadar muhtaç olduğu açık. İsyan ve günahların tevbe edilmediği takdirde gazabı celbedebileceği ve rahmeti gazabını geçen bir Rabbi bulunduğu göz önüne alındığında, insanın, bir an önce o rahmete sığınmaktan başka yapabileceği birşey olamaz. Sayesinde ayakta kaldığımız, hayatımızı sürdüregeldiğimiz rahmetten nasıl uzak kalabiliriz? Bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre Allah mahlûkatı yarattığı zaman Arş’ın üstünde ve katındaki kitabına “Şüphesiz ki rahmetim gazabıma galip gelmiştir” 3 diye yazmış. Eceli gizli ve her an ölmesi muhtemel olan bir insanın rahmete gecikmeden sığınması aklın gereğidir. Rahman ve Rahim olan ve rahmeti gazabına galip gelen bir Rabbimiz var. Gerek Kur’ân’ı ve gerekse Resûlü vasıtasıyla bizi ateşten sakındıran, dünyada olduğu gibi kabirde ve ahirette ateşten korumak isteyen rahmeti ve şefkati sonsuz bir Rabbimiz var. Birgün esirler arasında kaybettiği evlâdını can havliyle arayan bir anne görülür. Onu Ashabına gösteren Allah Resûlü (asm) “Bir anne çocuğunu ateşe atar mı?” diye sorduğunda, Sahabe “Hayır ya Resulullah!” cevabını verir. Allah Resûlü (asm) de Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan şefkatinin bir annenin şefkatinden çok daha fazla olduğunu, rahmetini yüze böldüğünü bir parçasını dünyaya indirdiğini, o şefkatle bütün validelerin yavrularına şefkat ettiklerini, yüzde doksan dokuz şefkatini ise ahirete bıraktığını bildirir.4 Böylesine rahmeti bol bir Rabbimiz olduğu için ne kadar sevinsek az. İsyan ve günahlardan uzak kalarak sonsuz rahmetine sığınıp O’nu memnun etmekten başka da yapabileceğimiz birşey yok.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 142 2- Tirmizî, Daavat: 47; Ebû Davud, Cihad: 74. 3- Buharî, Bed’ü’l-Halk: 1; Müslim, Tevbe: 14; Tirmizî, Daavat: 100. 4- 1500 Hadisle Peygamber Yolu, (2:793.) 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Dillerin en etkilisi: Hâl dili |
Lisanı hal ve lisanı kal… Hangisi daha etkilidir sizce? “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz Kişinin görünür rütbe-i aklı eserinde” diyen Ziya Paşa bu çok bilindik dizesiyle kişi ne kadar etkili söz söylese de, yaptığı işe bakmanın her zaman isabetli olacağını anlatır. Kişinin iç dünyasını okumak için söyledikleri ve yaptıklarını mukayese etmek yeterli olacaktır. Kendimizi kontrol etmek için de uygulayacağımız en sağlam farkındalık kriteridir bu: Ne söylüyorum? Söylediklerimin ne kadarını uygulayabiliyorum? Nefsimizle yapacağımız sıkça bu tür muhasebeler eksiklerimizi, hatalarımızı bize fark ettirecek, daha kaliteli bir insan, daha mükemmel bir kul, anne, baba, eş… olmamızı sağlayacaktır. Tarihçe-i Hayat’tan şu satırlar, modern hayatın türlü keşmekeşi içinde savrulup giden günümüz Müslümanlarına hâl ve kal lisanının birbiriyle uyumlu olması gerektiğini bakın ne güzel ifade ediyor: “Kur’ân’a yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu anlatacak, onun bu zamanda bir mu'cize-i mânevîsi olan Nur Risâlelerini mütalâa etmeye çalış. Lisanın Kur’ân’ın âyetlerini âleme duyururken, hâl ve etvâr ve ahlâkın da onun mânâsını neşretsin. Lisanı hâlin ile de Kur’ân’ı oku. O zaman sen, dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıtai saadeti olursun!” Hâl ve kal dilimizi aynı hakikatte birleştirmek, çelişkiler içinde bocalayan iç dünyamızı selâmete erdireceğinden kendimize yapacağımız en büyük iyilik! Güvenilir insan arayan çevremize, dostlarımıza yapacağımız en büyük yardımlardan birisi de bu! Özü ve sözü birbirini tutan insanlara her asırda ihtiyaç duyulmuş. (Diyojen’e gün ortasında kandille “Adam arıyorum adaml!” dedirten sır da bu olsa gerek!) Hele de günümüzde insanlığın mutluluğuna anahtar olacak kadar önemli bir haslet bu! Evet hâl dili, dillerin en etkilisi.
Batı dünyasında başörtüsünün hukuk mücadelesi!
MÜSLÜMAN kadınların, tesettür kıyafetiyle Batı ülkelerinde sosyal hayat içinde yer almaları, eğitim ya da çalışma alanlarında bulunmaları zaman zaman mahkemelik olmalarına yol açıyor! Bunlardan sonuncusu Avustralya’da ünlü bir giyim firmasıyla ilgili! Firmaya iş başvurusunda bulunan başörtülü bir Müslüman kadın, örtüsü yüzünden işe alınmadığını öğrendiğinde mahkemeye başvuruyor ve dâvâyı kazanıyor! (24 Eylül 2009, Hürriyet gazetesi) Sanırız bu tür haberlere önümüzdeki günlerde çok daha sık olarak rastlayacağız. Zira Batı dünyasında özellikle de kadınlar arasında İslâm dini hızla yayılıyor. Ve Kur’ân’ın tesettür emri samimiyetle benimseniyor!
Dünya Sabır Günü!
27 EYLÜL tarihinin yani bugünün sekiz yıldan beri Dünya Sabır Günü olarak Şanlıurfa’da kutlanmakta olduğunu okuduğumda şaşırdım ve sevindim. Bu yılki kutlamalarda, şehirde kabri, makamı bulunan ve Bediüzzaman Hazretlerinin “Sabır Kahramanı” olarak nitelendirdiği Hz. Eyyüb de (as) anılacak, programlar düzenlenecek imiş. Haberi okuyunca, gülümseyerek, İstanbul’dan karınca kararınca bugünün kutlama programına iştirak etmeye karar verdim. Benim programımda da İnşallah Bediüzzaman Hazretlerinin sabır konusunu farklı noktalardan ele aldığı ve Hz. Eyyüb’den (as) bahsettiği İkinci Lem’a’yı şöyle demlenerek bir okumak var! Latife bu ya “Allah’ım sabır ver, ama lütfen çabuk ol!” diye duâ eden sabırsızlık asrı insanının Hz. Eyyüb’ün (as) kıssasından alacağı ne çok dersler var! 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“Evlilik ve Aile Okulu” diploması |
Ortalama 70 yıllık dünya hayatı için “İstikbalimizi kurtarmak!” deyip iyi bir meslek kazanmaya çalışırız. Bunun için kimimiz; - Sadece üniversiteye girebilmek için (bitirdikten sonra iş bulup-bulamayacağımız da garanti değildir) 3-5 sene dershanelere devam eder. - 17-20 yıl (ilkokuldan üniversiteye kadar) okur. - Ayrıca, bir yıl ile, dört beş yıl arasında değişen ihtisas, uzmanlaşmaya gider. - Kimi, 1-3 sene süren kurslardan belge veya sertifika alır. - Kimimiz kendisini senelerce zenaata veya san'ata verir. Çırak, kalfa ve ustalar, çıraklık ve meslek eğitiminden geçerek diploma, sertifika veya bunların yerine geçen belgeler alır. Yurt içinde en az 3 yıllık eğitimden sonra “Çıraklık Okulu Diploması” sahiplerine doğrudan kalfalık belgesi verilir. Bunlardan, mezuniyetlerinden sonra en az 5 yıl mesleklerinde çalışanlar ustalık imtihanlarına girer. Lisans seviyesinde meslekî ve teknik eğitim görenler ile meslek lisesi mezunu olup mesleği ile ilgili ön lisans eğitimi yapanlara doğrudan iş yeri açma belgesi verilir. Üstelik üniversiteyi bitirmek de yetmiyor. Tekrar KPS’lere giriliyor. Diğer taraftan, bir meslek edindirmek için, halk eğitim merkezleri, bırakın temel meslekleri, “Avcılık, Aerobik, enstrüman (bağlama, saz, gitar, keman, ud ve vb.), satranç, Türk halk oyunları, garson yetiştirme, vs” gibi bin civarında sahada kurs veriyor. Şimdi bu pencereden evliliğe bakalım... Evlilik, hayatımızın en önemli dönüm noktası, karar ve faaliyetlerinden biridir. Aile yuvasının huzur ve mutluluğu, hatta sonsuz mutluluk, isabetli bir evliliğe bağlı. Ve üstelik evlilik, geçici istikbal değil, gerçek sonsuz istikbalin mutluluğuyla da ilgili. Kimi zaman sorarız, “Annen veya eşinin mesleği nedir?” Verdikleri cevap: “Ev hanımı” şeklindedir. Demek ev hanımlığı, muhteşem bir meslektir. Müdir-i dâhilî mesleği. Aslında evli erkekler için de ikinci bir meslek olmalı. “Babanın, eşinin mesleği nedir?” sorusuna, “Ev babalığı, ev beyliği!” de denmeli. Şimdi vurucu soruyu soralım: Acaba, ev hanımı (dahilî müdür) veya ev beyliği (vekil-i hâric) mesleğini edinmek; aile yuvası kurmak için ne kadar okumalı? Kaç sene kursa gitmeli? Aslında aile, aynı zamanda bir “Evlilik ve Aile Okulu”dur. Bir çocuk, evlenene kadar burada evlilik ve aile derslerini alır, rolünü öğrenir. Ne var ki, aile, televizyon izleme, okumama hastalığı ve bilgi eksikliği yüzünden bu fonksiyonunu büyük çapta yitirmiş. Daha doğrusu, Tanzimat’tan bu yana, aile değerlerindeki aşınma, Cumhuriyetten sonra, başta yazının yasaklanması, din ve kültür değerlerindeki devrimler; bu fonksiyonunu dumura uğratmış. Bu kültür erozyonu, ailenin fonksiyonlarını aldı, “Tek tip, tek kalıp insan yetiştirmek için” okullara verdi. Okullar da çocuklarımızı yetiştirmiyor! Baksanıza, senelerce okula gönderdiğimiz halde, üniversiteye girebilmeleri için bile ne kadar masraf yapıyoruz; imtihanlardan geçiriyoruz! Şu halde gençleri, dünya ve sonsuz hayata hazırlamak için, “Aile ve Evlilik Okulu” veya kursları açmalıyız. Onlara diploma veya yerine geçecek belge veya sertifika vermeli. Trafik kurallarını öğrenmeyene ehliyet verilmiyor. Rüşvetle alınan ehliyetler, yolları kan gölüne çeviriyor! Ya aile yönetimini bilmeyen, evlilik okulundan diploma, sertifika almayanlar hangi kazalara sebep oluyor; bilânçosunu hangi hesap ve istatistik uzmanları çıkarabilir? 27.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Ramazan’da Kur’ân-ı Kerim hakkında görülen bir rüya |
İsra Sûresi 9. âyette “Şüphesiz ki bu Kur’ân insanları en doğru ve en sağlam yola iletir ve salih amel işleyen mü’minlere büyük bir ecir olduğunu müjdeler” deniyor. Bir hadis-i şerifte de “Kur’ân Allah’ın ziyafetidir, onun ziyafetine gücünün yettiği kadar yönel” deniyor. Dünya telâşesi içinde boğulan ruhlar, Kur’ân ayı Ramazan’da derin bir nefes aldılar. “İnsanların ibadette en ileri olanı Kur’ân’ı en çok okuyanıdır” hadis-i şerifinin gösterdiği yolda olanlar, bir ay boyunca Kur’ân ile hemhal oldular. Onu elden geldiği kadarıyla çok okuyup, âyetleri üzerinde tefekkür ettiler. Bu okumalarla kalpler yıkandı; akıllar nurlandı; gözler cilâlandı. İnsan ihmalkâr bir varlık. İhmal ettiği şeylerin başında, Allah’ın kelâmı Kur’ân-ı Kerim’i okumak gelir. Bu yüce kelâm ne kadar çok okunsa, o kadar az okunmuş olur. Bu yüzden ihmal edilmiştir diyorum. Yoksa onu başuçlarından ayırmayan mü’minler çok, hamd olsun. Kabirde, Münker Nekir meleklerinin sorgulaması sırasında hazır bulunan Kur’ân, “Ben yüksek sesle, bazen de kısık sesle okuduğun Kurân’ım” diyerek, hayatta iken kendisini okuyan mevtayı yalnız bırakmaz; sorgulama sırasında ona yoldaş olur. Hesap gününde ise okuyucusuna imtiyazlı bir şefaatçi olur. Bir hadis-i şerifte, Kur’ân-ı Kerimin kendisini okuyanlara ahirette şöyle diyeceği bildiriliyor: “Oku, yüksel. Dünyada düzgün okuduğun gibi oku. Senin makamın en son okuduğun âyete kadardır.” Bazı olaylar, düşünceler ve hatta rüyalar vardır ki mahremdir; kimseyle paylaşılmaz. Bazıları da vardır ki; kişiye özel görünmekle beraber, umumu ilgilendiren dersler, işaretler ve müjdeler taşır. Bu yüzden, hayırlı ameller işlemeye teşvik olur niyetiyle açıklanıp paylaşılması gerekir. Bu noktadan hareketle, Ramazan ayında gördüğüm bir rüyayı ve bu rüyadan çıkardığım dersleri sizlerle paylaşmak istiyorum: Ramazan ayının yirmi sekizinci gecesiydi. Çok kısa olmakla beraber, son derece berrak, öncesinde ve sonrasında görülen rüyalara karışmamış olan bir rüya gördüm. İnşaallah çok hayırlara işaret olur. Bu rüyada, Mekke Harem-i Şerifinin büyük dış duvarlarının dibinde; başları beyaz sarıklı, ellerinde sancaklar taşıyan kırmızı kaftanlı bir grup Arap gördüm. Giymiş oldukları bilekleri lastikli sarı şalvarın altında beyaz çorapları gözüküyordu. Üzerlerindeki kıyafetle Mehter Takımını andıran bu grup, Kur’ân ehlini karşılamak üzere esas duruşa geçmeye hazırlanıyordu. Rüyada “Allah Allah; Araplar da bizim kıyafet gibi giyiyorlarmış” diye şaşırmaktan kendimi alamadım ve uyandım. Rüya yorumu bilmem. Ancak bu rüyanın yorumu hemen aklıma geldi. Yaptığım yorumu büyük oğlum Fatihle paylaştım. Baktım, o da benim yaptığım gibi bir yorum getirdi. İşte ana oğul âcizane yaptığımız yorum: Kur’ân-ı Kerim mü’minlerin tek kıblesi ve tek güç kaynağıdır. Ancak ona bağlanmakla izzet ve şeref sahibi olunur. Ona bağlanmak ise, onu lâyık olduğu üzere çok okuyup anlamakla olur. Onu anlayıp idrâk eden; emirlerini yerine getirip, yasakladıklarından uzak kalır. Neticede ise; temiz, pâk ve yüce bir insan olur. Buna bağlı olarak da, toplum tarafından hürmet edilerek kapılarda karşılanır. Araplar ve Türkler İslâmın iki temel unsurudur. Beraber oldukları zamanlarda İslâm dinine çok hizmet yapmışlardır. İç ve dış düşmanların hilesiyle birbirlerinden kopmuş olan bu iki millet tekrar bir araya gelecek ve İslâmın ruhu ve cesedi gibi olacaklardır İnşaallah. Rüyadaki Osmanlı kıyafeti giymiş Araplar bunu gösteriyor. “Ümitvâr olun. Şu istikbal inkılâbatı içinde en gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır” diyen Üstad Said Nursî’nin müjdesiyle, İslâm birliğinin gerçekleşmesinin rüya olmadığını biliyorum. Bu yüzden, Ramazan’da gördüğüm bu rüyanın çok önemli müjdeler içerdiğini hissediyorum.
Not: Affınıza sığınarak yazılarıma kısa bir müddet ara vereceğim. Cümle okuyuculara selâm ve duâlar. 27.09.2009 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
H. İbrahim CAN |
|
Savaş sendromu yaşayan askerler! |
Uzun süreli bir çatışma ya da savaşı yaşamak, askerlerde kalıcı izler bırakıyor. Vietnam sendromu olarak da adlandırılan bu durum, savaştan dönen askerlerin orada yaşadıkları şiddet, gerilim ve korkuların meydana getirdiği ruhsal bozukluklar şeklinde ortaya çıkıyor. Buna kronik bitkinlik, kas kontrolü kaybı, başağrıları, hafıza sorunları, nefes daralması gibi fiziksel semptomlar da eşlik ediyor. 2008 yılında Amerika’da yayınlanan bir rapora göre ilk Körfez Savaşında savaşan 697.000 Amerikan askerinin her dördünden birisi artık Körfez Savaşı Sendromu olarak adlandırılan bu rahatsızlığı yaşıyor. Bu rahatsızlıklara savaştan dönen askerlerin birer suçluya dönüşmesi de eşlik ediyor. Özellikle uyuşturucu ve alkol bağımlılığından kaynaklanan suçlar ile aile içi şiddet işledikleri suçların başında geliyor. Geçen akşam bir TV kanalında, önceki gün de The Guardian’da bu konu işleniyordu. Irak’ta masum sivilleri öldüren askerler, bunun vicdan azabını, döndüklerinde Amerika’da yaşadıkları bunalımları anlatıyorlar. Askerlerden birisi sık sık ‘ben katil oldum’ diyordu. Sonunda ailesiyle yaşadığı evin bodrumunda kendini asmış halde buldular. “Emredildi ateş ettim, vurdum” diyordu bir asker, “ama o sahne hiç gözümün önünden gitmedi”. İngiltere’de Şartlı Tahliye Memurları Sendikasının yaptığı bir araştırmaya göre; halen İngiltere'nin 8500 askeri bulunuyor, 12.000 civarında asker ise şartlı tahliye ya da af yoluyla kurtulmuş cezadan. Yani İngiliz hapishanelerindeki her on mahkûmdan birisi eski asker. Bu sayı beş yılda yüzde 30 oranında artmış. Bu askerler Kuzey İrlanda, Bosna-Hersek, Irak ve Afganistan’da savaşmışlardı. Psikoloji Profesörü Tim Robbins bu durumu “savaş ortamında sürekli uçta yaşayan, sürekli inip çıkan gerilim içinde bulunan kişilerin, bir süre sonra sürekli uçlarda yaşar hale gelmeleri” olarak açıklıyor. Ülkelerinden binlerce kilometre uzakta, haksız ve adil olmayan bir savaşta, savaşın tarafı bile olmayan masumları öldüren, işkence eden bu askerler, yaptıkları bu fiillerden dolayı değil, başka suçlardan dolayı yargı önüne çıkıyorlar. Çıkmayanlar ise; yaşadıkları vicdan azabının etkisiyle uyuyamaz, günlük hayatını sürdüremez hale geliyorlar. Bir masum Iraklı kadını öldüren Amerikalı askerin şu sözleri ibret vericiydi: “Müslüman olsam, her gün Kur’ân okusam, o kadını geri getirebilir miyim?” Peki ya bizim Güneydoğu’da çatışmalara katılmış, şiddeti görmüş, yanında arkadaşının öldüğüne şahit olmuş yirmi yaşındaki gençlerimiz? Onlar bu şiddetin etkisini yaşamıyorlar mı? Maalesef bizim Güneydoğu Sendromumuzun istatistikî bilgileri yok. Ancak onların da aynı dertlerden muzdarip olduğu, gazetelere haber olan olayların faillerinin geçmişi araştırıldığında ortaya çıkıyor. Ancak bir çoğu kendi çevresinde, kendi içinde yaşıyor bu rahatsızlığını. Elbette bizim Mehmetçiklerimiz ABD ve İngiliz askerleri gibi haksız ve adil olmayan bir savaşta savaşmadılar; memleketin başına musallat olan PKK terörüne karşı mücadele verdiler. Yine de yirmi yaşında, hayat tecrübesi yetersiz, psikolojik olarak hiçbir hazırlık görmemiş gençlerin, bu dehşet, korku ve gerginlik ortamını yaşamalarının etkisi asla küçümsenemez. O bölgede görev yapmış genç bir güvenlik mensubunun izne gittiği Ankara’da yaşadığı şu olay durumu en güzel şekilde özetliyor: “Kızılay’da yürürken bir arabanın egsozu patladı; ben bir anda tam siper kendimi yerde buldum. Kafamı kaldırdığımda herkes bana bakıyordu”. Şimdi demokratik açılıma karşı çıkanlar, umarız bir de bu insanların gözüyle bakarlar soruna. 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
“Verilen önem”in anlamı |
Ramazan Bayramında 64. dönem BM Genel Kurulu üst düzey toplantıları ve G-20 zirvesi dolayısıyla ABD’ye giden Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD’deki temaslarında demokratik/Kürt açılımı, Kıbrıs konusu ve Ermeni açılımı ile ilgili açıklamaları birbirini izliyor. Konuşmalarında Avrupa Birliği’ne, Ermenistan’a, Kıbrıs Rum kesimine mesajlar veren Erdoğan’ın ABD’ye ayak basar basmaz kabul ettiği “heyet” şimdilik pek konuşulmasa da çok dikkat çekiciydi. New York’ta kaldığı The Plaza Oteli’nde, aralarında Abraham Foxman’ın ulusal direktörlüğünü yaptığı “İnkâr ve İftiraya Karşı Birlik” (Anti-Defamation League-ADL) kuruluşunun da bulunduğu New York ve Washington merkezli 50’yi yakın “önemli Musevi kuruluşu”nun temsilcileriyle görüşmesi hemen akıllara bu yılın başında Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e yaptığı sert çıkışı getirdi. Hatırlanacağı üzere, Erdoğan, Peres ve Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa’nın katıldığı panel de, panel yöneticisinin süre konusunda adaletli davranmaması ve Peres’in parmağını sallayarak konuşması Erdoğan’ı -haklı olarak- sinirlendirmiş ve günlerce konuşulan bir konuşma yapmıştı. Ardından da paneli terk etmişti. Erdoğan Peres’in yüzüne karşı “Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” demişti. Bu toplantının günler öncesinde Gazze’de 22 gün boyunca yakıp yıkmadığı yer bırakmayan, Filistinli çocuk, yaşlı, kadın demeden bin 400 kişiyi öldüren 6 bin kişiyi yaralayan bir devletin başkanının yüksek ses tonuyla katliâmları savunmasına gösterilen tepki doğru ve yerinde bir tepkiydi. Ancak o tarihten bu yana Filistin’de değişen, düzelen bir şey olmadı. Erdoğan’ın ayağının tozuyla görüştüğü toplantıdan dışarıya sızan bazı bilgiler oldu ama ADL direktörü Foxman’ın görüşmeyi değerlendiği açıklamalar daha dikkat çekiciydi. Davos çıkışının gündeme gelmediğini, Erdoğan ve kendilerinin bu konuya açmadıklarını söyleyen Foxman, “Çok olumlu bir görüşme oldu. Biz zaten Davos olayını tarihe gömdük” demesinin ardından şu açıklamayı yaptı: “Bizim açımızdan en önemlisi, Başbakan Erdoğan’ın New York’a gelir gelmez ilk önce bizi kabul etmesidir. Bizim için en önemli olan nokta bu. Çünkü Başbakan Erdoğan bize verdiği önemi göstermiştir…” (Bu arada şunu hatırlatalım. Aynı kuruluşun 2004 yılında Erdoğan’a “İlgi göstermeye cesaret ödülü” vermişti.) Elbette İsrail devletinin Filistinlilere uyguladığı katliâm ve zulümler bütün Musevilere mal edilemez. Kimsenin Musevi düşmanlığı da yaptığı yok. Ancak, bundan 8-9 ay önce “Bir daha Davos’a gelmeyeceğim” deyip toplantıyı terk edecek kadar bir Yahudi devleti olan İsrail’in en üst yetkilisine sert tavır göstereceksiniz, ABD’ye gider gitmez de ilk olarak Yahudi temsilcilerini kabul edeceksiniz. Bunu izah etmekte, anlamakta hayli zor. Biraz daha dikkatli olunması gerektiğini düşünüyoruz. Kaldı ki, Erdoğan da bu görüşmeden birkaç gün sonra BM Genel Kurulu’na hitap ederken, İsrail’in insanlık dışı katliâmlarını gündeme getirip, İsrail saldırılarının ardından verilen sözlere rağmen Gazze’deki insanî dramın devam ettiğini söylemesi, peşinden de “İnsanlar çadırlarda yaşıyor, içecek su bulamıyor, bu tabloya karşı biz insanî görevimizi yapıyor muyuz? Acaba BM ne yapabiliyor veya Güvenlik Konseyi ne yapabiliyor? Böyle bir yaptırım gücü var mı, yok mu?” diye sorması bu düşüncelerimizi haklı çıkarıyor. “Devletlerin dış politikalarında kin gütmek olmaz” denilebilir. Ama katliâmların neticeleri ortadayken, hiçbir düzelme olmazken ilk olarak Yahudi kuruluşlarını ziyaret edilmesini izah etmek mümkün değil. “Museviler hatalarını anladılar ki başbakanımızın ayağına kadar geldiler” savunmasını yapmakta inandırıcı değil. Çünkü ne özür dilediler, ne de geri adım attılar. Sadece olay “tarihe gömüldü.” Kafamıza takılan şu soruların cevaplarının verilmesi gerektiğini düşünüyoruz: İsrail katliâmının üzerinden 8-9 ay geçmişken Başbakanın ayağının tozuyla Yahudi kuruluşlarını kabul etmesi kimin başarısı? Bu durumda kim geri adım atmış oluyor? Artık İsrail, Filistinlilere işkence yapmıyor mu? Artık onları gıdasız, elektriksiz, ilâçsız, evsiz, yurtsuz bırakmıyor mu? Gazze’de yaptığı insanlık dışı uygulamalardan sonra özür mü diledi, yoksa katliâm yapan askerlerine ceza mı verdi? Sahi ne değişti de Davos’ta gösterilen tavırdan geri atmak anlamına gelebilecek görüşmeler yapıldı? Ya da –ihtimal vermiyoruz ama- gizli pazarlıklar mı yapıldı? Önümüzdeki günlerde bunlar tartışılacaktır. Biz bu işi bir türlü anlayamadık. Bu sorulara anlamlı ve mantıklı cevaplar verilsin… 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevat ÇAKIR |
|
Öndül işkencesi |
Samsun’un bir köyünde 150 yıllık bir geleneğin uygulanmasında büyük baş hayvanlara işkence yapıldı. Yarışmada arka arkaya dizilen 5 kağnı arabasıyla, üzerine konulan 600 kilo ağırlığındaki kütükleri hayvanlara çektirdiler. Bu sırada ‘insan’lar, ellerinde sopalarla hayvanlara vuruyorlar. Diğer taraftan bu ağırlıklar yetmemiş gibi odunların üzerine birer kişi de asılmış vaziyette, hayvanları yürümeye zorluyorlar. Videoyu izlediğimde gerçekten ‘Bu yanlışa dur diyen yok mu?’ dedim. Her sene yapılan bu yarışmaya bu sene valilik komisyon görevlendirmiş, ama çare olmamış. Hayvanları koruma müdürünün tepki vermesi ve “Siz insan mısınız?” sözü üzerine köylülerden bir kısmı bayan müdürün üzerine yürümüş. Evet bizim kültürümüzde böylesine hayvanlara eziyet veren bir anlayış yok. Evet maalesef bir çok yöremizde buna benzer kötü adetlerimiz vardır. Horoz dövüşü, yaylalarda öküz dövüşleri de bunlardandır. Bilerek karıncaya basmaktan men eden bir dinin müntesiplerinin hayvanlara böylesine işkence yapmasını anlamak mümkün değildir. İhtiyaç için yük taşırken dahi taşıyabileceği kadarının yüklenilmesi gerekirken, sadece zevk için hayvanlara işkence yapmak dinimizin bu konulardaki görüşlerinden habersiz olunduğunu göstermektedir. Nitekim hadislerde şöyle denilmektedir: “Allah bu dilsizler hakkında hayırhah olmanızı tavsiye etmektedir, onlara güçleri seviyesinde yük vurun,” 1 “Yerde yürüyen hayvan ve iki kanadıyla uçan kuşlardan hepsi, ancak sizin gibi, ümmetlerdir,“ 2 “Merhametli olanlara Rahman (Yani merhamet sahibi olan Allah) merhamet eder. Yerde olanlara merhametli olun ki, gökte olanlar da (melekler) size merhamet etsin,” “Ey Usame acıkan ciğer sahibi her hayvan hususunda dikkatli ol, kıyamet günü Allah’a şikâyet edilirsin,” 3 “Eğer hayvanlara yaptığınız haksızlıklardan dolayı Allah sizi affedecek olursa, pek çok afva mazhar kılmış demektir,” 4 “Nebi (a.s.m.) hayvanlara işkence yapanlara lânet etti,” 5 Rivayetlerde yasaklanan muhtelif eziyet çeşitleri de şunlardır: “Canlı hayvanların hedef ittihaz edilerek atış yapılması” 6 “Yüzüne vurularak dövülmesi” 7 “yüzüne dövme yapılması” 8 dövüşmeleri için “hayvanların kızıştırılması” 9 “binek hayvanlarını durdurup üzerinden inmeden sohbet yapılması ve hayvanın kulağından tutulup çekilmesi.” 10 Dinimiz hayvanları keserken dahi eziyet olmasın diye bilenmiş bıçakla kesilmesini, ayrıca bıçağın hayvana gösterilmemesini emretmekte iken bugün zevk uğruna hayvanlara yapılanlara bakınca nerelerde kaldığımızı görmekteyiz. Gerçi “İnsanlara yapılanlar daha mı az?” sorusu bile sorulabilir. En yakın akrabalarının boğazını kesen insanlar yetişiyor bu toplumda artık...
Dipnotlar:
1- El- Metalibu’l Aliye, 2/156; 2- En’am. 6/38; 3- Tirmizi, Birr: 16 mecmauz - Zevaid 8/187; 4- Nesai, Dahaya 42; 5- El- Metalibu’l Aliye. 3/170; 6- Buhari, zevaid 25, Müsned: 4/31-33; 7- Buhari, Mecmau’z- zevaid 8/109; 8- El- Metali’ bul Aliye, 2/282; 9- Tirmizi: Cihad 30; 10- İbn-i Mace, zebaih. 3. 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Hazar Gölü kıyısı |
Mekânın, mevsimlerin her zamanında ayrı bir dili vardır.
Gün doğarken… Elbette her mekânın, her zamanın tadı farklıdır. Çünkü her zamanın manzarası özeldir. Onun için mekânlardaki zamanları, mümkünse zamanında yaşamalı insan. Nasıl ki, bir insanı sadece bir yönüyle tanımak eksik ise, bir mekânı da sadece bir mevsimde izlemek eksiktir. Her mekân, her zamanda, her mevsimde ayrı ayrı libaslarla, ayrı ayrı dillerle karşımıza çıkıyor. Bundandır ki, bazen ağlayan, bazen gülen yüzlerle görürüz onları. Yaşanan mekân aynı olsa da, mevsimler buralarda hep aynıdır denilemez. Bırakın mevsimler gibi büyük ve ciddî değişimleri, mekânın gün içindeki saatleri bile ciddî farklılıklar taşır. Gün doğumunda sevemediğimiz bir mekânı, gün batımında sevebiliriz. Sevme veya sevmeme denildiğinde, görüntünün taşıdığı anlamdan ziyade; izleyen insanın, kendi içindeki algılama malzemeleri değerlendirmeye girmektedir. Çünkü insanın gün doğumunda taşıdığı ruh hali, tefekkür ettiği manzaraları etkisi altına almıştır. Duyguların rengi, tabiat manzarasını etkilemiştir. Kabul edelim ki, görülenler, iç dünyanın algılama biçimi oranında anlam kazanır. Her manzara, her gönüle ayrı dokunur. Her gönülün, kompozisyon oluşturma biçimi farklıdır. Aynı tabloyu, her bir insan ayrı bir renge boyar. Bu, farklı yaratılmamızın da bir sonucudur. Bir akşamüstü… Bir vesileyle, Elazığ-Hazar Gölünde, bir Mavi Göl tesislerindeyiz. Zaman, gün batımı… Birkaç dakika sonra, bu manzara güneşsiz kalacak. Tesiste, genç garsonlar yanımıza geliyor. Gençlerden birisiyle ayaküstü, bir akşamüstü tesis hizmetleri üzerine konuşuyoruz. Göl görüntüsü muhteşem. Güneşin ışık huzmeleri gölün üzerinde kıpkırmızı bir bayrak gibi dalgalanıyor. Güneş bu manzaradaki varlığını çok ciddî şekilde, duyguları harekete geçirici ve adeta sarsıcı hissettiriyor. Hele o tesisin göle doğru oluşturulan bahçesindeki çiçeklerdeki coşku, renk cümbüşü, desen çeşitliliği ve etrafa yayılmış olan rayiha, ancak yaşanarak hissedilebilecek bir nitelikte. Tam bu sırada, işi gereği, hep birilerine hizmet edebilme telâşesi içerisinde olan genç garsona, ‘Tam arkanıza dönebilir misiniz?’ dedim. Döndü, ’Ne gördünüz?’ dedim. Müşteri masaları… dedi. Oysa, o yönünü döndüğü manzaranın arka planında insanı heyecanlandıran, duygulandıran ancak ‘harika’ diyerek, ifadeye dökebileceğimiz manzaralar vardı. O, göremedi. Garsonla daha özel konuşmaya başladık. “Kıymetli kardeşim, yüzlerce, binlerce kilometrelerden bu manzarada birkaç gün kalmaya, birkaç akşam gün batımında yemek yemeye, gün doğumunda kahvaltıya, şöyle bir akşamüstü göl kıyısında bir gezintiye geliyorlar. Duygularını beslemek için uğraşıyorlar… Oysa siz de bu sürecin içindesiniz. Lütfen, ‘Hizmet ettiğin bu masaya bazen kendin için otur…’ dedim. “Bazen bu masaya, hiç değilse bazen kendiniz için oturun. Kendinize hizmet edin. Kendinize çay söyleyin ve bu manzaranın öznesi olarak bir çay için. Bunun için çalışma düzeninizi bozmanıza da gerek yok. Uygun zamanlarda… Duygusal beslenme, insan olmanın bir gereğidir.” Bizim, (şükür) yaşıyor olduğumuz duyguları, o ilk kez duyuyor gibiydi. Sanki bu gezimizi, bu genç için buraya sevk etmişti Yaratıcımız. Gencin gözlerindeki geçen günlere ‘eyvahh!’lar apaçık okunuyordu. Bu sohbetimiz adeta, iki yol ayırımındaki, sağ yol, güzel yol, huzurlu yol, mutlu yol işareti gibiydi. Yolun açık olsun kıymetli kardeşim. Sağ yolun yolcusu olasın. Ömür ağacın sana, hem dünyada hem de ahirette, meyvesi Cennet olan bir netice versin. Kıymetli garson kardeşim, sen de bu yolun bir yolcususun! Bir akşam, kendin için otur, hep hizmet ettiğin bu muhteşem manzaralı masaya. Gerektiğinde, iş izni alarak, serbestçe otur, bu hizmet ettiğin masaya. Göreceksin, değecektir. Unutma ki, farklı bir adım atmadan, farklı duygular tadamazsın. 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |