Yasemin YAŞAR |
|
Kalbe konan bir dünya, insanı insaniyetten etmektedir |
Bizler dünlerde yaşanan kültür ve değerlerin meyveleri, yarınki kuşaklar da şimdilerde bizim oluşturduğumuz atmosferin çocukları ve meyveleri olacaklardır. Hâl-i hazırdaki insanları kasıp kavuran bencillik girdabı, mânâ köklerine saldırıp geçmişle bağı koparmaya çalışan zındık politikaları mânevî değerlerimize yabancılaşmayı netice vermiştir. Üstelik hâli yaşayan bu asır insanı, kendisini alıp götüren, insanlıktan uzaklaştıran girdapların içinde akibetten habersiz yaşayıp gitmektedir. Zamane insanının ne geçmiş değerlerini hatırlayıp gayrete geleceği vakti var, ne de istikbal hülyalarına dalıp nesl-i âtiyi düşünecek vakti. Mazi ve istikbal ortasında sıkışmış bir nesil. Bu, şeytanî bir plandır. Çünkü, şeytan ve şeytanın takipçilerinin yaptıkları en büyük tahrip bu olmuştur. Geçmiş ve gelecekle bağı kopararak, insanı nefsin elinde, anlık lezzetlerin peşinde hayvanî bir yaşayışa iterek, insanlıktan sukût ettirmektir. Böylelikle günahlar, hatalar, beden ve cismin güdümünde yaşama gibi bayağılıklar ile insan, insaniyetten istifâ ettirilmiştir. ‘Bütün kötülüklerin başı dünya sevgisidir’ ihtarına kulak asanlar, sadece ehl-i dünya olanlar değildir. Bugün, kendini dindar olarak tanımlayanlar bile maalesef bu dünyevîleşme mikrobundan etkilenmişlerdir. İçtimâî hayatın içinde bulunan dindar insan, dış dünyanın çekiciliği ile öğrendiği ve inandığı değerler arasında gelgitler yaşamaya başlamıştır. Davranışlarıyla düşünceleri arasında, kalbiyle aklı arasında, nefsiyle vicdanı arasında sürekli bir tercih yapmak durumunda bırakılmıştır. Kendini dindar olarak tanımlayan bir kısım insanlar, nefsin tuzağına düşmüş ve inandığı değerlerden bir bir vazgeçmeye başlamıştır. Böyle insanlar ilk zamanlarda kalbi, vicdanı ve düşüncelerinin temizliğinden dem vurur ve önemli olanın bunlar olduğunu savunur. Sonra, yavaş yavaş nefsini avukat gibi savunmaya, günahlarına kılıflar bulmaya, verdiği tavizleri meşrûlaştırmaya çalışır. Artık, aklı cerbezede kullanıp, sınırı çoktan aşmış ve hikmeti kaybetmiştir. Ve buna bağlı çalışan şehvet ve gadap da ifrat muhitlerde gezmeye başlamıştır. Oysa insan, terakkî ederek, ahsenü’l-takvime giden bir suudla mükelleftir. Şeytanın öyle tuzakları vardır ki, hak dâvâda yürüyen hizmet erlerine de çeşitli oyunlar oynar. En başta havf ve recâ çizgisini kaybettirerek, inançtan kötülüğe pencereler açtırır. Artık böyle bir insan hak dâvâsında batıl vesileler kullanan, Müslümanca vasıflardan uzaklaşıp, kâfirce tavırlar taşıyan bir hale gelir. Artık böyle insanlarda, hak dâvâsı için her yolu mübah gören bir anlayış hâkim olur ve böyle bir inanca sahip olduğu için üstün olacağını bile düşünür. Oysa dindarlık, davranışlarla belli olur. Dâvâ için para kazanmak, kariyer yapmak, makam-mevki sahibi olmak niyeti ile yola çıkanlar, çıktıkları niyete geri dönmeden, sıradanlaşıp, yoldan çıkarlar. Çünkü hayatın her anı sorgulanmaya tabi tutulmalıdır. Havf ve reca çizgisinden bir an bile inhiraf, insanı sukûta götürebilir. Dindar olmak demek, amacın ve aracın doğru tesbiti, hakka giden yolun meşrûiyetindeki titizlik ve bu yolda giderken Müslim vasıflarla vasıflanmak gerekliliğini bilmektir. Bir an bile bu sorgulama yapılmadan, öylesine yaşanan her an, insanı esfel-i sâfilîn çukurlarına düşürebilir. Gerçek dindar, aynı zamanda en yüksek ahlâka sahip olan insandır. Ahlâk da; ruhun yüksekliğinden doğan yüksek davranışlar husûle gelmesidir. Hâsılı, dünyaya bağlı olan bir kalbin, araç ve amaçları karışmıştır. Faniliği, ruhunun en ücrâ köşelerinde hissetmeyen ve dünyanın faniliğine güya dâvâsı adına bağlanan bir insan nasıl dindar olabilir? Kalbe konan bir dünya, insanı insaniyetten etmektedir. 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |