Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Hata ve kusurların hayırlısı olur mu? |
Karşımızda iki insan var. Bunlardan birincisinin vasat bir dinî yaşantısının yanında, beşer olması hasebiyle bir takım kusur ve hataları da var. Yani çok mükemmel olmasa da ibadetlerini yapıyor, becerebildiği kadarıyla bildiklerini yaşamaya çalışıyor. Fakat bu insan yaşamaya çalıştığı dinî hayatının eksikliğini, kifayetsizliğini biliyor, ayrıca bilerek veya bilmeyerek işlediği kusur ve günahlarının farkında olduğu için, sürekli istiğfarda bulunmayı ihmal etmiyor. İkinci adam ise her zaman dinî yaşantısında en mükemmelini yapmanın çabasında, amelin en iyisini yapmanın gayretinde. İbadetini, taatini hakkıyla yerine getiriyor. Yeterli dinî bilgi ve kültüre sahip. Hatta hizmetten hizmete koşuyor. Velâkin bütün bu yaptıklarını, Allah’tan değil, kendi hüner ve ilminden biliyor. Ve sonrasında da, belki de farkında olmadan gurur ve kibire giriyor. Şimdi bu iki insandan hangisi doğru yoldadır, hangisi makbuldur? Elbette vasat bir dinî yaşantısının yanında bazı hata ve kusurları işleyen, fakat o hata ve yanlışlarının farkına vararak Allah’a karşı tövbe-i istiğfarda bulunan insanın, doğru yolda olduğu söylenebilir. Yaptığı güzel ameline, takvasına güvenerek kendini günahsız, hatasız zannederek, böbürlenip, ucb ve gurura giren insan ise, Allah ve Resûlünün (asm) tasvip etmediği ve razı olmadığı insandır. Konu ile alâkalı olarak, Efendimizin (asm) şu hadis-i şerifine kulak verelim: “Nefsim kudret elinde olan Zat’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi toptan helâk eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi.” Demek oluyor ki, beşer olmamız hasebiyle hatasız, günahsız olmamız mümkün değil. Asıl doğru olan, bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz hata ve günahlarımızı derk edip, istiğfarda bulunmaktır. Efendimizin (asm) konu ile alâkalı diğer bir hadis-i şerifi de şöyle: “Nefsim kudret elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl’e yemin ederim ki, günah işlemediğiniz takdirde, ondan daha büyük olan ucb’a (kendinizi beğenmeye) düşeceğinizden korkarım.” Görülüyor ki yapımızda, fıtratımızda günahları işleme meyli var. Ve bazan isteyerek, bazan da istemeyerek her çeşit günahı işleriz. Peygamberlerin dışında en müttakî, en mükemmel insanlar da hata ve günah işleyebilirler. Hadis-i şerifte işaret edilen nokta, insanlar günah işlemedikleri zaman bu defa da ondan daha tehlikeli olan ucb’a, yani bir nev'î gurur ve kibire dûçâr olma ihtimali beliriyor. Denilebilir ki insanın işlediği güzel amel, takva derecesindeki dînî yaşantısı hiç o insanı tehlike ile karşı karşıya getirir mi? Görülüyor ki mükemmel dinî yaşantının yanında tevazu, mahviyet ve kusurunu derk edip istiğfar hâli olmazsa, o insanda kibir, gurur, enaniyet gibi kötü huylar vücuda gelir ve o insanın manevî hayatını tehlikeye sokar. O halde bilgimiz, birikimimiz, müttakîliğimiz, hizmetlerimiz ne olursa olsun, bunlara güvenip gurur, enaniyet, kibir gibi çirkin hasletlere fırsat vermemek için, tevazuyu, aczi, mahviyeti elden bırakmamalı. Kudsî bir dâvânın müdavimleri olarak, beraber yola çıktığımız ihvanlarla tam bir tesanüt içinde samimî ihlâs ve uhuvvet esasları çerçevesinde yolumuza devam etmeli. Bu noktada Bediüzzaman’ın “Nur’un İlk Kapısı” adlı kitapçığındaki şu tesbite kulak verelim: “İstiğfara müncer olan derk-i kusur, gurura incirar eden rü’yet-i hüsn-ü amele müreccahtır.” Yani bir insanın hata ve kusurlarının farkına varıp istiğfara yönelmesi; güzel ameline güvenip ucb ve gurura girmesinden daha evlâdır. Diğer bir ifade ile, kişinin güzel amel sahibi olup gurur ve kibire girmekten ise, hata ve kusurlarını derk edip, istiğfarda bulunup, Allah’tan affını dilemesi daha güzeldir. Çokça hizmette bulunup, gurur ve enaniyetin esiri olmaktan ise; vasat bir hizmete kanaat edip, tevazu ve mahviyet içinde bir duruşu tercih etmek daha makul, daha makbuldur. 01.11.2009 E-Posta: [email protected] |