S. Bahattin YAŞAR |
|
İmandan kaynaklanan güven, vakar; benlikten kaynaklanan ise gururdur (1) |
“Ben bir…” Bu iki kelimeden sonra gelen ve olumsuz kelimelerle devam ederek oluşan bütün cümleler, insanın en güzel yaratılıştan (Ahsen-i takvim) ne hallere düştüğünü, düşürüldüğünü gösteren cümlelerdir. Bazen bu iki kelimeden sonra öyle acımasız, öyle acı, öyle anlamsız, adaletsiz, kontrolsüz, yıkıcı, yakıcı ve yok edici kelimeler geliyor ki, inanılmaz ve anlaşılmaz. Ve bütün bu olumsuz cümleleri, kişinin kendisine kurması daha da iç yakıcı. Oysa yaratılıştan esas maksat, düşüş değil, yükseliştir. İnsana emanet olarak verilen maddî ve manevî nimetler, verilirken, böyle bir rahatsız edici tanımlama içerisinde değildiler. Tertemiz, pırıl pırıl teslim edilmişti insana. İnsan, verilen nimetleri kirletti. Ve onları kirli tanımladı.
Alnınızdaki etiketi siz yapıştırmışsanız, işiniz daha da zordur Kişinin kendisiyle ilgili tanımlama ve etiketlemeleri kolay kaldırılamıyor. Bazen bu kabul uzun yıllar devam edip gidiyor. Tabiî bir de etiketi vuran kişi kendisi olunca, onu kimse kolay kolay çıkaramıyor. Kişi, başkasının vurduğu etiketi daha kolay ve rahat çıkarabiliyor iken, kendisine kendisinin vurduğu etiketi, o kadar da kolay çıkaramıyor. Belki de bu konuda kişinin güçlü iradesinden sonra, ciddî bir yardım gerekecektir. Bazen hak edilmeyen tenkit veya tebrik, çok yakın veya çok uzaktan bir kişi tarafından yapılabilir. İnsanın hak etmediği bir tanımlamayı kabullenmesi, iç yıkımdan başka bir netice vermez. Ama tabi neyi hak etmediğini bilmek ise, kendini bilmektir. Bu da ancak, bir kendini tanıma yolculuğuna çıkmakla, yani Yunus gibi, ‘benden içeru ‘ben’e ulaşmakla mümkündür. İnsanı ya nefsi, ya da vicdanı tanımlıyor. İnsan, iradesiyle hangisine yetki vermişse, insanı o belirliyor, insanı o tanımlıyor ve değerlendiriyor. Günlük bütün evrakları o imzalıyor. Adeta o ‘ben’, yetkilendirilmiş ‘ben’ oluyor. Yani ömür içinde hangisinin karar imzası fazla ise, insan o oluyor. İşte o da, ya adım adım bir yükselişin ya da düşüşün basamakları oluyor. Bu çıkışlar Cennete, inişler ise, Cehenneme taşıyor insanı. Bu yürüyüşü genel itibariyle insanın kendisi yapıyor. Özellikle de düşüşü. Bu gözle bakıldığında insan amelleriyle, şecere-i zakkum ağacının meyvesini, ya da amelleriyle birlikte Rahmetin tecellisiyle şecere-i Tuba ağacının meyvesini yetiştiriyor. Sonra da onu yiyor. Beğenilmeyen etiketi değiştirmek, önce bir cüz’i kul iradesi, sonra da küllü bir Yaratıcı iradesi gerektiriyor.
Kendinizi önemseyin, ama beğenmeyin İnsanlara, “Kendinizi önemseyin, ama beğenmeyin” diyorum. Önce biraz şaşırıyorlar. Aslında bu hassasiyet güzel. Yani gurur ihtimalinden korkmak, bir fazilet. Ancak buradaki önemsemek ile beğenmek farklı şeylerdir. Önemsemek, insanı yüceltirken; beğenmek küçültüyor. Kendini önemsemeyen insandan ciddî işler de beklenmez. Önemsemek, anlam yüklemeyi beraberinde getirir. Kendini önemsemeyen insan, kendi ile ilgili hiçbir şeyi de önemsemez. Hatta daha ciddî boyutlarda hayatı, hayatın içindekileri de önemsemez. Kendini önemsemeyince, kendi ile ilgili olan şeyleri de önemsemeyecektir. Hatta kendinin taşıdığı nimetleri, değerleri, yani sahip olduklarını da önemsemeyecektir. O zaman, o nimetler gözünde değerini kaybedecektir. Böyle bir varlığa bakışın, sahip olduklarının çok da bir önemi olmayacaktır. Daha ileri boyutta ise, yaratılanı önemsemediği için, Yaratan’ı da önemsemeyecektir. Böyle insanların varlığa anlam yükleme konusunda adeta anlam okuma merkezleri iflâs etmiştir. Kendine anlam yüklemeyenin, kendi dışındakilere anlam yüklemesi de pek beklenmeyecektir. Oysa insan, âleme sultan olarak yaratılmıştır. Halefe-i arz makamı, sadece insan için tanzim edilmiştir. Bu, insanı önemsemenin en somut örneğidir. Nitemin bütün yaratılmışların kendisi için yaratıldığı insanın, kendini, bu makamı önemsememesi cehaletten başka bir şey değildir. ‘Sen olmasaydın ey Muhammed (asm) alemi yaratmazdım’ kelâmı, insanlık makamının Yaratıcı katındaki yerini gösteriyor. Bu, insandaki peygamberî tarzın yüceliğine işarettir. Onun için insanların kendilerini önemsemelerini istiyorsak, biz de onları önemsemeliyiz. İnsanı, halife yönüyle değerlendirmeliyiz. Hatta kendisini önemsemeyen insanları da önemsemeliyiz. Çünkü suç işlemeler, hatalar, günahlar ve yanlış davranışların yatkınlığı, kendini terk etmiş, ihmal etmiş, anlamsız, önemsiz görmüş insanlardan geliyor. Oysa insan olmak, başlı başına önemsenecek çok şeylere sahip olmak anlamına geliyor. Yaratan’ın varlığı, yaratılanları anlamlı kılıyor. Kendini beğenmek insanı küçültür. Beğenmek, sahip olunanları sabitlemek anlamına gelir ve tabiî ki bu da gelişmemek, geliştirmemektir. Beğenmek, bencillik etmektir. Beğendiğimiz şeyin gelişimini düşünmeyiz. Çünkü beğenmek, yeterli görmektir. Yeniliklere, gelişmelere kapanmaktır. Önemsemek ile beğenmek yanlış anlaşılmamalıdır. Önemsemek ile gururlanmanın bir alâkası yoktur. Önemsemek, taşıdığı maddî ve manevî değeri görmek ve anlamaktır. Bir şeyin gözümüzde bir değeri yoksa, gönlümüzde de bir değeri olmaz. Veren, hep önemli, hikmetli, değerli şeyleri vermiştir. İnsanın onları önemsemesi, Veren’i hatırladığından olmalıdır. Veren büyükse, verdiği küçükler bile anlam kazanır. Kendine güven ile gurur da karıştırılıyor. Güvenin gurur olmadığını önce dini öğretilerimiz bize öğretir. Gerçek Güç kaynağı kendisi olmadığına inanan insan, gücün kaynağına ulaşır. Yani güç vehmettiği kendinden geçerek, gerçek Güce ulaşır. Bunu da insana en güzel anlatan olgu, insandaki ‘aciz’lik ve ‘fakir’lik kaynağıdır. İnsanın acizliği ve fakirliği arttıkça, asıl yaratıcı Güce sığınması artacaktır. Sınırsız ihtiyaçlarla ve sonsuz düşmanlarla etrafı sarılmış insanın; bu ihtiyaçlarına karşı her şeye görüp gözeten ve her şeye gücü yeten bir Yaratıcıya dayanması, en sağlam güç olacaktır. O zaman, Yaratıcı’ya iman edenlerin, hakikatte en güçlü ve en önemli insan olmaları icabediyor. ‘Hakikî imanı elde eden kâinata meydan okuyabilir’ gücü buradan kaynaklanıyor. Bütün güçlerin kendisinde olana iman etmek, en büyük güç kazanmak değil de nedir? 01.11.2009 E-Posta: [email protected] |