Hasan GÜNEŞ |
|
Münâzarât ve Ashab-ı Kehf |
kehf suresi bir çok yönüyle dikkat çekicidir. Geçenlerde Kâbe imamlarının güzel sesinden dinlerken “fedarabnâ” ifadesi dikkatimi çekti. Kelime olarak “vurduk” şeklinde ifade edilebilen bir tâbir yada deyim. Bilindiği gibi sûrenin başında, Allah’a imanda taviz vermeyi reddettikleri için kavminin ve yöneticilerin baskısına maruz kalarak, mağaraya sığınan ve üç yüz küsur sene uyuyan gençlerden bahsediliyor. Âyetin meâlini iktibas edelim: “Bunun üzerine yıllarca mağarada kulakları üzerine vurduk.” Aynı gün Münâzarât’ı okurken benzer ifadelerle karşılaştığımda bir tevâfuk diye düşündüm. Şüphesiz her dilde olduğu gibi Arapça’da da deyimler ve farklı ifade tarzları var ve tercüme ve meâllerde açıklamakta bir çok zorlukla karşılaşılıyor. ‘Vurmak’ burada müfessirlere göre; kulaklarını perdeledik, kapattık veya uyuttuk mânâlarına geliyor. Malûm kulaklar önemli. Göz sadece baktığı yeri görebilirken ve uykuda da kapanırken, kulak uykuda da açıktır dört bir yanı dinler, sadece istirahat için bir alt seviyeye indirilmiştir. Bu sebepledir ki, sesle uyanılır. Hatta kabirde bile, İsrafil’in sesiyle uyanılacak. Kulakları kapamanın yanında Bakara Sûresi’nden hatırlanacağı üzere bir de mühürlemek var. Cenâb-ı Hak, küfürde inad edenlerin kalblerini, işitme ve görmelerini mühürlemiştir. Malûm; vurmak ve mühürlemek arasında muazzam fark var. Birisi fizikî yada maddî olarak kapanıyor, diğeri ise manevî olarak kapanıyor. Ashab-ı Kehf, dirildiği yada uyandığı vakit duyabiliyor, muannid kâfirler ise öldüğü zaman yada firavun gibi ölüm ânında işitmeye başlıyorlar, yani uyanıyorlar fakat nafile. Evet ölüler ve diriler görünenden çok farklı. Bir tarafta, ölse de kalsa da, kalbleri her zaman uyanık olanlar, diğer tarafta ise kalbleri daha dünyada iken ölmüş ve mühürlenmeye müstahak olmuş güya yaşayanlar, canlı cenazeler… Münâzarât’a gelecek olursak, “Kur’ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kehf-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebanın dimağ, kalb ve femlerine vurarak…” cümlesinde âyete atıf var ve teşbihlerle ince ve derin mânâlar nakış nakış dokunuyor. Ashab-ı Kehf mağaraya sığınarak ve kulaklarına vurularak muhafaza ediliyor. Bu zamanda Kur’ân denilen musika-i İlâhiye yada hak ve hakikat, ulema ve meşayih ve hutebanın yada bu zamanda o vazifeyi deruhte eden hizmet erbabının mağara misâl akıl, kalb ve ağızlarını mekân tutarak ve vurmasıyla yani aks-ı sada gibi çarpması ve yankılanmasıyla muhafaza olunuyor ve vazifesine devam ediyor. Ashab-ı Kehf’i yok etmek isteyenler, muvaffak olamayınca mağaranın önüne duvar örmüşler. Gerçekte duvar, duvar örenleri kapatmıştır. Çünkü iman nurundan kendileri mahrum olmuşlar, küfür ve inkâr karanlıklarında kalmışlardır. Cenâb-ı Hak, Ashab-ı Kehf’in kulaklarını kapatarak onların istirahatını sağlamış; muhaliflerinin ise, husumetleri ve ördükleri duvara karşılık olarak kalblerini mühürlemiş, azab içinde bırakmıştır. Zamanımızda ise İslâmiyet’i yok etmek ve kalblerdeki imanı da silmek isteyenler muvaffak olamayınca kalblere mahkûm etmek istemişler. Çeşitli kademelerde duvarlar örmüşler. Fakat gerçekte Ashab-ı Kehf’te olduğu gibi kendilerini mahkûm etmişler. Yine Münâzarât’ta denildiği gibi; “Gözünü kapayan, yalnızca kendine gece yapar”. Malum, üç yüz sene içinde, Ashab-ı Kehf’i de şaşırtacak hadiseler cereyan etmiş. Gaflet ve husûmet içindeki nesiller gitmiş, kalbleri iman nuruyla aydınlanmış nesiller meydana gelmiş. Sevgi seli duvarları yıkmış ve bir zamanlar mağaraya mahkûm edilenler, aziz ilân edilmiş ve hürmet görmüştür. Şimdi tekrar Münâzarât’a dönelim: “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yusuf’lar, Ahmed’ler vesâireler!.. Sizlere hitab ediyorum.” Ashab-ı Kehf’te olduğu gibi, efkârın değişmesi, engellerin kalkması, duvarların yıkılması ve hakikat nurlarının her yere ulaşması için üç asır geçmesine gerek kalmadı. Zaten Bediüzzaman Hazretleri büyük ihtimal, “üç yüz sene” derken, bir atıf ve bir teşbih yapıyordu. Nitekim Emirdağ Lâhikasında: “yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi…” ifadesi dikkat çekicidir. Kehf-misâl tâbiri de, mânevî hizmetler ve tebliğ için önemlidir. Kubbe-i âsumanda yani gökyüzünde şiddetli ses getiren Kur’ân hakikatleri, Hz. Davud’un zikrinde olduğu gibi dağların ve mağaraların, sesleri yansıtma yani aynen tekrar etmesi misâli, muhtaçlara aynen ulaştırma vazifesi yapılmalıdır. Nurlara ayna olunmalı ve “sadakte” denilmelidir. 13.10.2009 E-Posta: [email protected] |