M. Latif SALİHOĞLU |
|
Hakkını vererek bahsetmek |
Merhûm Necip Fazıl, sahibi ve başyazarı olduğu Büyük Doğu mecmuasında (1950'li yıllarda) Risâle–i Nur'dan bazı pasajları kısmen değiştirerek neşrediyordu. Üstad Bediüzzaman'ın da hayatta oluduğu o devirde, matbuat lisânıyla Risâle–i Nur'dan bahsetmek büyük ehemmiyet taşıyordu. Dolayısıyla, Necip Fazıl'ın bu yaptığını da ilk bakışta takdire, tebrike şâyân bir hizmet olarak görenler vardı. Ancak, o fikirlerin sahibi olan Nur Müellifi Bediüzzaman Hazretleri, bu neşriyata itiraz etti ve "Nur'dan iktibaslar"ın derhal durdurulmasını istedi. Sebep şuydu: Necip Fazıl, Risâle dilini değiştirerek neşrediyordu. Yani, işin içine kendi mârifetini, kendi Türkçesini, edebî yönden kendi ilmî enaniyetini katarak yapıyordu, bu neşriyatı. Oysa, Risâle–i Nur, edebiyat satmıyordu. Lafzı değil, mânâyı esas alıyordu. Enenin karışmasına ise, hiçbir şekilde cevaz vermiyor ve böylesi bir müdahaleyi kabullenmiyordu. Neticede, Üstad Bediüzzaman bir talebesini (Zübeyir) Necip Fazıl'a göndererek şu mesajı iletti: "Risâle'deki sözleri ya aynen neşret, ya da hiç neşretme!" Evet, Nur'lu neşriyata en ihtiyaç olduğu zamanda bile, mânâyı tağyir etmeye, fikre enaniyet katmaya hiç hacet yokdu. Nur'dan bahsedilecekse, Nur neşredilecekse şayet, ya hakkını vermek gerekiyordu, ya da ondan hiç söz etmemek icap ediyordu. Necip Fazıl, bunun üzerine Nur neşriyatını kesti.
"Noksan kalır"
Günlerdir tartışılan konuşmasında ne dedi sayın Başbakan? Dedi ki: "Ahmet Yesevî'siz, Hacı Bektaş'sız, Pir Sultan'sız, Hacı Bayram'sız bir Türkiye öksüz kalır, yetim kalır, köksüz ve dayanaksız kalır." Buna karşı denilebilir ki: "Allah korusun da, köksüz, öksüz, yetim kalmayalım." Ayrıca dedi ki: "Yunus Emre'siz bir Türkiye dilsiz kalır. Mevlânâ'sız bir Türkiye ruhsuz kalır." Buna karşı denilebilir ki: "Allah muhafaza. Dilsiz ve ruhsuz kalmanın ölümden bir farkı yok..." Aynı minvâl üzere konuşan Başbakan, en sonunda dedi ki: "Bitlisli Said–i Nursi'siz bir Türkiye'nin mâneviyatı noksan kalır." Buna karşı da meselâ dedilebilir ki: "Sadece o kadarcık mı? Yani, sadece bir "noksan"lık mı?.. O takdirde, bunun fazla bir zararı yok canım... Nasıl olsa Türkiye mâneviyatsız kalmıyor ya? Üstelik dilsiz, ruhsuz, köksüz, öksüz, yetim de kalmıyor. Sadece ufak bir "noksan"lık... Eh, canım o kadarlık bir noksanlık kadıların maneviyatında da olabilir." Oysa, bilmecburiye şunu söylemek durumundayız ki: Türkiye'de, 1924'ten itibaren Mevlânâ da, Yesevî de, Hacı Bayram da, Hacı Bektaş da bitirilmişti. Onların merbut bulunduğu tarikat kapatılmış, tekke, zaviye ve medreselerinin kapısına kilit vurulmuştu. Yani, sayın Başbakan'ın isimlerini saydığı dinî ve mânevî önderlerin tamamı, Cumhuriyetin ilk yıllarında milletin nazarında kaybedilmeye, onların bağlı veya başında bulundukları tarikatlar yasaklanarak kalplerden silinmeye çalışıldı. O şahsiyetlerin etkisi, millet nezdinde adeta bitirilmeye, sıfırlanmaya çalışıldı. Ezcümle: Mevlevî dergânına kilit vurularak Mevlevîler dağıtıldı, her türlü faaliyetlerine yasak getirildi. Keza, Yunus'un eğri odun dahi sokmadığı Tabduk Emre'nin dergâhına da kilit vuruldu. Dahası, Hoca Ahmed Yesevî'nin, Hacı Bektâş–ı Velî'nin, yahut Hacı Bayram–ı Velî'nin yolundan gitmek temelden yasaklandı. Yani, tarihte emsâli görülmemiş bir zulüm ve istibtad rejimi hükmetti bu vatanda, yıllar yılı. Bu durum, aynı zamanda Başbakan Erdoğan'ın tam da kast ettiği dilsiz, ruhsuz, köksüz kalındığı bir dönemdir. Öyle ki, yine Başbakan'ın "Onsuz bir Türkiye tahayyül edilemez" dediği İstiklâl Şairi Mehmed Âkif dahi, dayanamayarak terk etti bu vatanı; Mısır'a gitti de, vefatına yakın bir tarihte ancak geri dönebildi. Peki, Türkiye'deki bu zulüm ve istibtad, Erdoğan'ın tâbiriyle "öksüz, köksüz, dilsiz, ruhsuz" devir ne kadar devam etti. İşte o karanlık devir, tâ ki Bediüzzaman Said Nursî'nin telif ettiği Risâle–i Nur hakikati meydân–ı zuhûra çıkıncaya kadar, üstelik koyulaşarak devam etti. Dolayısıyla, Said Nursî, Cenâb–ı Hakk'ın sevk û inayetiyle bu vatan ahâlisini mânen dilsiz, ruhsuz, yetim ve öksüz kalmaktan kurtardı. O zât, yeni bir imân hareketini, dinî yeni bir ihyâ hareketini başlattı. Dinde tecdîd vazifesini ifâ etti. Bediüzzaman, iki hayatını iki eline alarak dünyaya meydan okudu. Türkiye'de Hilâfetin yasaklandığı, medreselerin kapatıldığı, Kur'ân okumanın, ezan–ı Muhammedî okumanın yasaklandığı, şeair derecesinde bir sünnet–i Peygamberî (asm) olan sarıkla dolaşmanın cürüm addedildiği bir devirde ortya çıktı ve bu vatanda imânî bir çığır açtı. İşte, onun açmış olduğu bu çığır sayesinde yeniden Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Saidler yetişti, yüz binlerce insan imân nuruyla yeniden tanıştı, hatta Yunus, Mevlânâ, Hacı Bayram gibi, mâzide medâr–ı iftiharımız olan binlerce mâneviyat büyüğü, yeniden itibar görmeye başladı. İşte, bütün bu hizmetleri ifâ eden bir Bediüzzaman'ı tutup ayrıca Pir Sultan'ın, Nazım Hikmet'in, Ahmet Kaya'nın, Sabahat Akkiraz'ın, Cem Karaca'nın, Tatyos Efendi'nin de içinde olduğu aynı paketin içine sığıştırmak, hatta onlar kadar olsun sahiplenmemek, yani aslında hepsi için geçerli olan "seversiniz sevmezsiniz...." gibi ihtirazî kayıtları sırf "Bitlisli Said–i Nursî" için düştükten sona, bir de onun hakkında sadece "noksan kalır" tarzında bir yorumda bulunmak, işin özünü bilmeyen insanlarımızı şu tarz bir ikilemde bırakmıştır: Türiye'de Said Nursî olsa da olur, olmasa da olur. Nasılsa dilsiz, ruhsuz, mâneviyatsız kalmıyoruz ya. Varsın birazcık noksan kalsın. Ne olacak ki... Said Nursî hakkında sarf edilen sözlerin, onun hakkını verecek şekilde sarf edildiğine kanî değiliz. Keşke, o zâtın hakkını verecek şekilde ondan söz edilseydi. Hiç olmazsa Yunus, Mevlânâ, Hacı Bayram ayarında... Fakat—niyetler ne olursa olsun, gelişmelerin yine de hayra inkılâp ettiğini söylemek mümkün. * * * Son söz: Said Nursî hakkında Necip Fazıl'ın yaptığı ile onun talebesi Erdoğan'ın söyledikleri, tıpatıp aynı şeyler değildir. Birebir aynı mânâya gelmezler. Ancak, aralarında bir benzerlik, bir paralellik olduğu da şüphe götürmez bir gerçektir: İkisi de Said Nursî'yi olduğu gibi nazara vermemek, hakkını teslim ederek ondan söz etmemek noktasında paralellik arzetmişler. 13.10.2009 E-Posta: [email protected] |