Fatma Nur ZENGİN |
|
“Kahire: Ya seversin, ya nefret edersin!”* |
Kahire’deki Alman dostumun internete yüklediği yeni fotoğraf albümünün adı sadece bu kadar değil. Sevgili Lena, “Kahire: Ya seversin, ya nefret edersin. Ben ona âşığım!” diyor. Bu cümleler Kahire’yi bilmeyenlere Kahire’yi özetliyor. Mısır’dan ayrı, Mısır mektupları yazarken, yahut dünya mektupları yazarken, her gün Mısır’ı ne kadar özlediğimden bahsetmeyeceğim. Özlüyorsam, burada ne işim var değil mi? Bunu cevabını hemen vermeli: Uzaktan seviyorum ben Kahire’yi… Post-Kahire hayatımın Ankara’da devam ediyor olması çok şaşırtıcı benim için . Öylesine keşmekeş ve tozdan dumandan, böylesine düzenli bir yere. Tabiî, “Ankara hiç düzenli değil! “ diyenler de olacaktır. Ama Kahire’den sonra Ankara, bu fazla düzenliliğiyle bazen fazlasıyla sıkıcı geliyor insana, inanın. Sabahları matbaadan yeni çıkmış, dokunabildiğim ve çantama koyup her yerde okuyabildiğim gazetemi almanın, fırından yeni çıkmış sıcacık ekmekle taze kahvaltı etmenin keyfini o kadar özlemişim ki, her sabah Kahire’de olmamamın ne kadar isabetli olduğunu düşünüyorum. Adımımı attığım her yerde, taksiye her bindiğimde, insanların sorgulayan, beğenmeyen bakışlarının üzerimde dolaşmamasına o kadar alışmışım ki, her gün Kahire’ye gitmeme kaç dakika kaldığını hesaplayasım geliyor. Birlikte çalıştığım E-gençlik derneğinin ortağı, Türkiye koordinatörü olduğu ve bu yaz İstanbul’da sahnelenecek olan ”Alpha Omega” müzikalinin bestecisi ve de Yusuf İslâm’ın ağabeyi müzisyen David Gordon, bu haftaki Ankara ziyaretinde, bu şehrin ne kadar güzel olduğunu söyleyip durdu. Babası Kıbrıs Rum kesimli olan Gordon, manevî unsurlar dışında, kendisini Yunanistan’a gelmiş hissettiğini söyledi. Kahire-Ankara gelgitlerinin yanı sıra, manevî unsurlar ve de müzikalin muhtevası çerçevesinde yaptığımız konuşmalar ve tartışmalar sırasında, David Gordon, “İslâm harika bir din. Ama kesinlikle yeniden öğretilmesi gerekiyor” dediğinde, özellikle İslâmın içinde doğup, her zaman “Müslümanım” deyip, en temel unsurları hayatlarında uygulamayan kişileri düşününce, bunun oldukça doğru olduğunda hemfikir oluyor insan. Sonradan İslâmı tercih ederek hidayete eren kişilerin İslâmiyeti nasıl sahiplenip hayat tarzı haline getirdiklerini, aşırılığa yer vermeden, toplumda örnek insanlar olarak nasıl yaşadıklarını gördüğümde ise, “İslâm yeniden öğretilmeli, fakat sonradan Müslüman olanlara değil, içinde bulunup da kıymetini bilemeyenlere” diyorum. Aslında olay burada da biraz Mısır’a dokunuyor. Mısır’ın İslâmı yaşayışına ilişkin övgü ve yergilerime şimdi değinmeyeceğim. Bu konular için birkaç haftalık yazı dizisi bile gerekebilir. Belki sonrasında Ankara’ya da değiniriz. Kahire’nin, İslâmın, Ankara’nın, dinler arası diyaloğun bu denli iç içe olduğu şu “Türkiye’ye alışma” günlerimde, gözlerim bir yerde Nil’i, bir yerde Piramitleri ararken; ülkemde olmanın vermiş olduğu değişilmez mutluluk, dayanılmaz huzur beni sarıp sarmalayıp bırakmadı. Ne de olsa birinden birinin özlemine alışmalıydım. Özlemlere alışılıyorsa eğer, ben hakkımı Kahire’den yana kullandım. *Teşekkürler Lena! 27.10.2009 E-Posta: [email protected] |