Nurullah AKAY |
|
Misafir olduğumuzu unutmadan |
Hâlık-ı Kerim olan Rabbimizin biz insanlar üzerindeki en büyük nimetlerinden bir tanesi hayattır. Rabbim bizlere ayrıca “insâniyet” gibi büyük bir nimet ihsan etmiştir. Böylece hayat sahipleri içindeki önemli sınıf olan “insaniyet” sınıfına bizleri dahil etmekle, “En güzel yaratılan varlık” özelliğine sahip kılmıştır Yaratıcımız... Bu dünya misafirhanesinde insan olmak büyük bir mazhariyettir. Şöyle bir varlıklara göz atıp düşündüğümüzde, yaratılan her şeyin merkezinde insan olduğunu anlayabileceğiz. Yaratıcı, insanı, dünya hayatında bütün varlıklara üstün kıldığı gibi, onu kendine vekil de yapmıştır. Dünyayı idare etme kabiliyeti ve bütün yaratıklardan yararlanma istidadı insana verilmiş ve maddî-mânevî büyük özelliklere sahip kılınmıştır. Yaratıcının ölçülemez güç ve kudretine baktığımız zaman, çok aciz ve zayıf olan insanlar bile ortaya koydukları her eseri bir gaye için yapmakta iken, elbette Kâinat Yaratıcısı olan Rabbimiz bu dünyayı, insanları ve içindekilerini boşu boşuna yaratmamıştır. Gayesiz hiçbir varlığa rastlayabilmek mümkün değildir. Her şey gibi insanlar da boşu boşuna yaratılmamış ve insan yaratılışına büyük görevler tevdi edilmiştir. İnsanın bir kul olma şuuru ile görevlerini yapması, dünyevî işlerinin iyi gitmesi mânâsına da gelmektedir. Dünyadaki gidişâtın bozulmasının nedeni de insanların görevlerini hakkıyla yapmamasıdır şüphesiz. Dünyadaki hadiselerin iyi veya kötü olmasının tek sorumlusu, dünya hayatının faniliğini unutarak yaşayan insanlardan başkası değildir. Yaratılıştaki ritmin devam etmesi, yaratılanlardaki ahengin bozulmaması insanların kendi görevlerini tam yapmasına bağlı gibi görünmektedir. Eğer varlık âleminde bir düzensizlik, bir kargaşa göze çarpıyorsa bunun arkasında mutlaka beşerin bulaşık eli bulunmaktadır. Bu sebepledir ki kendisine bir çok mükemmel kabiliyet ve duygu verilen insan, başıboş bırakılmamış, iyilik ve kötülüklerinden sorumlu bir varlık haline getirilmiştir. Bütün varlıklar üzerinde tasarruf sahibi olmanın elbette ya müsbet veya menfi bir bedeli olacaktır. Bunun için kendisine sorumluluklar yükletilen insanoğlu imtihana tabi tutulmuştur. Artık biz insanların en büyük meselesi imtihanı kazanmak veya kaybetmektir. İmtihanı kazanan, aklıyla hayal edemeyeceği iyilik ve güzelliklerle mükâfatlandırılacağı gibi, imtihanı kaybeden de dehşetini dünya hayatında düşünemeyeceği bir azaba çarpılacaktır. Şüphesiz Kudret ve Azameti sonsuz olan Allah’ın hem mükâfatları çok büyük olacak, hem de cezalandırmaları. Bu sebepledir ki, imtihan meydanındaki biz insanların en küçük iyi amelleri kaydedildiği gibi en küçük günahları da yazılmaktadır. Bütün yaptıklarımız amel defterine kaydedilmekte, hiçbir hareketimiz O’nun kudretli ilminin gözünden kaçmamaktadır. Bizlere, bizi bizden daha iyi düşünen bir Resûl (asm) ve Kitap da göndererek itiraz edeceğimiz hiçbir nokta bırakılmamıştır. İnsanoğlu, amel defterinin açılacağı Haşir meydanında itiraz edecek hiçbir haklı gerekçeyi bulamayacaktır. O gün insanlar “Biz böyle olacağını bilmiyorduk” da diyemeyecekler. Çünkü peygamberler bütün bunları insanlara söylemiş, İlâhî kitaplarda, Allah’ın, insanların amellerine göre kendilerine ya mükafat veya ceza vereceği açıkça ifade edilmiştir. Şu imtihan dünyasında, misafir olduğunu unutan, Rabb-i Rahim’in peygamberlerini ve mesajlarını dinlemeyip nefis ve şeytanların hilelerine kanan insanlar elbette telafisi mümkün olmayan bir pişmanlık haleti içine gireceklerdir. O Mahşer gününde, gerçeklere burun kıvıranların burnu yerlerde sürünecek, kendilerini akıllı sananlar rezil ve rüsvay olacaklardır. Dünya hayatında yaşadıkları kibir ve enaniyetleri başlarına belâ olacaktır. Fani dünya hayatında büyüklenenler, alçalışın en korkuncunu yaşayacaklardır. Öte yandan Allah’ın kendilerine vermiş olduğu hayat ve insaniyet nimetini iyi kullanan ve bütün insanî hasletlerini Rabbini razı etmek için ortaya koyanlar ise büyük nimetlere nail kılınacaklardır. Aklı olan insan, Allah’a hakiki kul olmanın, Habibullah olan Hz. Muhammed’in (asm) yolunda giden bir ümmet ferdi olmanın ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamalıdır. Zira amel defterinin kapanacağı ölüm gününün her an gelmesi muhtemeldir... 27.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Yedi kat arz üzerine |
Ali Bey: “Yedi nevi ile yedi tarzda arzın yedi tabakasını tek tek izah eder misiniz?”
Kur’ân-ı Kerîm birçok âyetinde yer küremizi semâvâtın yedi tabakasına denk gösterir. Meselâ bir âyette: “Yedi kat gök ve yer ile bunlarda bulunanlar O’nu tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih ediyor olmasın! Lâkin siz onların tesbihlerini anlamazsınız”1 buyuran Cenab-ı Hak, bir diğer âyette bu denkliği daha belirginleştirir: “Yedi kat göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan, Allah’tır. Allah’ın Kâdir olduğunu ve Allah’ın ilminin her şeyi ihâta ettiğini bilmeniz için, Allah’ın emri bunlar arasına iner durur.”2 Semâvâtın yedi tabaka olarak yaratılmış olduğu âyetlerin zâhir mânâsıyla da sabittir. Semâvât gibi arz’ın da yedi tabaka ve yedi kat olup olamayacağını yukarıdaki âyetin gölgesinde ele alan Bedîüzzaman Hazretleri, nazarları şu dört madde üzerinde teksif eder: 1-Âyet açık bir beyanla “yedi kat arz” demiş değildir. Yukarıdaki âyette arzın da, yedi kat semâvât gibi “halk” edildiğini; yani mahlûkâta mesken yapıldığını; yani yedi kat semâvât ile yer küresi arasında “mahlûkiyet ve mahlûkâta meskeniyet cihetiyle” benzerlik bulunduğunun ifâde edildiğini söylemek mümkündür. Cenab-ı Hak açıktan, yer küreyi “yedi tabaka olarak halk ettim” demiyor. 2-Yer küre cüsse itibâriyle her ne kadar semâvâta nisbeten küçücük olsa da; hadsiz mahlûkâtın meşheri, sergisi, mazharı, mahşeri ve merkezi hükmünde olduğundan; kalbin cesede mukâbil gelmesi gibi, yer küre de koca ve hadsiz semâvâta karşı bir kalp ve mânevî bir merkez hükmünde mukâbil gelmektedir. Saîd Nursî Hazretleri burada pozitif değerler sunar. Meselâ; 1-Yeryüzünün yedi iklimi vardır. 2-Dünyanın Avrupa, Afrika, Okyanusya, İki Asya ve İki Amerika olmak üzere yedi kıtası vardır. 3- Yer kürenin iç çekirdek denilen iç merkezinden dış yüzeyine ve atmosferine kadar yedi tabakası bulunmaktadır. 4-Gezegenimizin hayat sahibi varlıklar için hayat kaynağı olmuş yetmiş tabaka basit ve cüz’î unsurları ve elementleri ihtivâ eden yedi külli kat dikkatten uzak tutulmamalıdır. 5-Dört unsur denilen su, hava, toprak ve ateşe, üç önemli hakîkat olan mâdenler, bitkiler ve hayvanların da ilâvesiyle meydana gelen yedi küllî unsur söz konusudur. 6-Cinlerin, ifritlerin ve sair muhtelif şuur ve hayat sahibi mahlûklardan her birinin meskeni olan yedi kat arz âlemleri ayrıca değerlendirilmelidir. 7-Küremizi bir çam çekirdeği olarak kabul ettiğimizde, bu çekirdekten hâsıl olan mânâ âlemi, misâl âlemi, berzâh âlemi ve ruhlar âlemi gibi küremizden temessül eden misâlî şecerelerden müteşekkil3 yedi diğer küreler de gözden kaçırılmamalıdır. 3-Hakîm-i Mutlak olan Cenab-ı Hak israf etmiyor, abes şeyler yaratmıyor. Hava unsurunun, su âleminin ve toprak tabakasının hadsiz hayat sahipleriyle şenlendirilmiş olması bize gösterir ki; yer küremizin iç çekirdeği denilen merkezinden, tâ meskenimiz olan zâhirî kabuğuna ve atmosfere kadar birbirine bitişik yedi tabakanın her birinin geniş meydanlarını, büyük âlemlerini ve gizli mağaralarını Cenab-ı Hak boş ve hâlî bırakmamıştır. En kesif ve yoğun yerlerde, meleklerin ve rûhânî hayat sahiplerinin intikâli ve seyri, balığın denizde ve kuşun havada seyri kadar kolay ve rahattır. Yer kürenin merkezindeki müthiş ateş onlara göre, bizlere nisbeten güneşin harâreti gibidir. Onlar nurdan olduklarından, nâr ve ateş onlara nûr gibi olmaktadır. 4-Şehâdet âleminde bir çekirdek hükmünde olan yer küre; mîsâl âleminde ve berzâh âleminde bir büyük ağaç gibi, yedi kat semâvâtla omuz omuza vuracak bir azamet göstermektedir. Keşif ehlinin, yer kürede ifritlere mahsus bir tabakayı bin senelik bir mesâfede görmeleri, şehâdet âleminde bulunan bu çekirdek küremizle ilgili değil; bu çekirdek küremizin mîsâl âlemindeki ifritlere mahsus dalları ve tabakaları ile ilgilidir. Mâdem yer kürenin böyle ehemmiyetsiz bir tabakasının, başka âlemlerde böyle azametli tezâhürleri vardır. Elbette yedi kat semâvâta denk, yedi tabaka yer küreden bahsetmek mümkündür. Âyet buna işâret etmektedir.4
Dipnotlar:
1- İsrâ Sûresi, 17/44 2- Talâk Sûresi, 65/12 3- Mektûbât, s. 83 4- Lem’alar, s. 68, 69, 70 27.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Yeni Asya bugünlere gelirken |
“Cebİmde ekmek param olsa mutlaka gazetemi alır evime götürürüm.” Bu ifadeler geçen gün telefonla görüştüğümüz Karabüklü değerli dostumuz Yusuf Tunç’a ait. Hanımı, Bursa’da okuyan kızına telefon ediyor: “Kızım mutlaka Cevşen’ini oku. Yeni Asya’yı da almayı ihmal etme.” 1990’lı yıllarda Yenibosna’daki ihtilafta maddeten ve manen büyük fedâkârlıklarda bulunan Yusuf Beyler gibi gayyur okuyucular sayesinde bugünlere geldi Yeni Asya. İnşaallah istikbale de böylesi fedakârlarla gidecek. Yeni Asya’yla niye bu kadar uğraşıldı, uğraşılıyor? Onca uğraşmalara rağmen nasıl ayakta kaldı? Bu soruların cevabını herkes kendi dünyasında bulabilir. Kusur gözüyle bakınca kusur bulmamak mümkün değil. Ama rıza ve memnuniyet gözüyle bakıldığında hataların dahi görülmediği bir gerçek. Tabiî hayalci olmamak lâzım. Kusur arayanlar insaf ve vicdanla baktıklarında kusurlar elbet dikkate alınır ve düzeltilir. Rıza ve memnuniyet gözüyle bakanlar da Polyannacılık oynamamalı. Hatalar, eksikler görülmeli; daha iyiye, daha mükemmele, daha güzele ulaşabilmek için gayret gösterilmeli. Bir defa Yeni Asya gibi Üstad Bediüzzaman’ın “medyadaki dili” olabilecek bir gazete bulunmalı ve onun daha güzel, daha mükemmel olabilmesi için yekvücut hâlinde çalışmalı. Yekvücut, tekyürek olduktan sonra elde edilemeyecek başarı olamaz. Üstad da hep bunun üzerinde durmaz mı? İhlâs Risalesi’nde (2. Düstur) ne güzel anlatır: “Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nevinden gıpta damarını tahrik etmemektir. Çünkü, nasıl bir insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacını yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.”1 Geşmişte acısıyla tatlısıyla bir kısım olaylar yaşadık, bugünlere geldik. Geçmişten gerekli dersleri alıp geleceğe ümitle, şevkle bakmamız, yönelmemiz gerekiyor. Ama şu soruyu kendi kendimize mutlaka soralım: “Yeni Asya bu noktada mı olmalı?” Buna, “Evet” dememiz mümkün değil. “Hayır” diyorsak mutlaka birşeyler yapmamız gerekir. Hem Üstadın “basındaki dili” diyeceğiz, hem de ona şayeste bir faaliyet içerisine girmeyeceğiz, bu mümkün değil. Çıkaranları ve okuyanlarıyla kolları sıvamanın zamanı gelmedi mi? Yeni projeler, yeni faaliyetlerle yeni bir Yeni Asya hedefimiz olmalı.
Dipnot:
1- Lem’alar, s. 222. 27.10.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Belgeler konuşuyor |
Adlî tıp raporuna göre de, bir cunta hareketiyle bağlantılı olduğu iddia edilen "İrtica eylem plânı" sahte bir kâğıt parçası değil, sahih ve essah bir belge olduğu ortaya çıktı. Bu da gösteriyor ki, bundan böyle artık zanlar, tahminler, şahsî ve indî kanaatlere değil, gerçek ve inandırıcı belgelere kulak verilecek. Doğruluğu tesbit edilen belgeye göre, ordu içinde yapılanma sürecine giren bir cunta, harekete geçmek için de dehşet veren, tüyler ürperten bazı eylem plânları hazırlamış. Kim bilir, bu kaçıncı cunta ve hazırlanan kaçıncı eylem planıdır bu? Allah, bu milleti darbecilerden ve ordumuzu da cuntacıların şerrinden, hile ve desiselerinden muhafaza eylesin. Son elli–altmış yılda ordu içindeki gayr–i hukukî ve gayr–î vicdanî yapılanmaların ilki kanlı 27 Mayıs Darbesini (1960) netice verdi. Bu darbe ile, kıyâmete kadar unutulmayacak günâhlar, zulümkârlıklar işlendi. Mazlûm Demokratlara yapılanları az bile gören bazı subaylar, üç–dört yıl sonra bu kez Albay Talat Aydemir'in etrafında kümelenerek bazı teşebbüslerde bulundu. Ordu, kendi içinde bir temizlik yaparak bunları idam, ihraç ve ağır hapis ile cezalandırdı. Ne var ki, ordu içinde cuntacılık damarı depreşmeye devam etti. "9 Mart Cuntası"nı diskalifiye eden "12 Mart Cuntası", meşrû hükûmete muhtıra verdi ve istifa edilmemesi halinde darbe yapacağını resmen ve alenen ilân etti. Cuntacılık sıtması 1980'de bir kez daha tekerrür etti. 12 Eylülcüler, yine seçimle işbaşına gelen hükümeti devirdi ve bir dizi siyasî yasaklarla demokrasinin gelişimine çok ağır bir darbe vurdu. Zaman içinde ortaya çıkan bilgi ve belgelere göre, yine ordu içinde daha başka cuntacı yapılanmalar da olmuştur. Hatta, çok ciddî bir çalışma ve o derece de tehlikeli boyutta bazı ihanet planları hazırlanmış, bunların devreye sokulmasına ramak kalmıştır. Yani, bu cuntalar birkaç kez olmak üzere "Orduyu kışlanın kapısına kadar getirmeyi başarmış", ancak nihaî maksadına nail olamadan geri adım atmak mecburiyetinde kalmıştır. Şimdi medya marifetiyle ortaya çıkan bu son "İrtica eylem plânı" belgesi açıkça gösteriyor ki, cuntacıların ruhuna işleyen şu "darbe sıtması" yeniden nüksetmeye başlamış, ancak hedefe varmada başarılı olamamıştır. Dileyelim ve duâ edelim ki, işlenen bu hukuk dışı planın ve plancıların üzerine ciddiyet gidilsin, kànunlar çerçevesinde bu işin hesabı sorulsun da, cuntacılık hastalığı bir daha dirilmemek üzere tarihin mezarlığına gömülüp gitsin.
Tarihin yorumu 27 Ekim 1913
Sofya'dan Eceabat'a (Zaferden sonra)
Resmî olsun, gayr–ı resmî olsun, M. Kemal'in kronolojik hayatına dair hemen bütün kaynaklarda, onun Sofya Ateşemiliterliğine 27 Ekim 1913'te atandığı ve buradaki askerî ateşe görevinin Ocak 1915 tarihinde sona erdiği belirtiliyor. 20 Ocak'ta Tekirdağ'daki (o zamanlar Tekfurdağı deniliyordu) 19. Fırka Komutanlığına tayin edilen M. Kemal'in fırkasıyla birlikte Gelibolu'nun Eceabat bölgesindeki ihtiyata sevk edilme tarihi ise, tamı tamına 23 Mart 1915'tir. Bu da, Çakakkale Zaferi'nin kazanıldığı 18 Mart'tan 5 (beş) gün sonrasına tekabül ediyor. Yani, iki kere iki dört eder kat'iyyetinde ifade edelim ki, M. Kemal'in Gelibolu Yarımadasına gelişi dahi, Çanakkale Deniz Zaferi'nin kazanılmasından sonradır. Üstelik, 18 Mart'ta yenilgiye uğrayarak Ege Denizi açıklarına çekilen düşman donanması ile Osmanlı kuvvetleri arasında 25 Nisan gününe kadar da bu bölgede hemen hiçbir vukuat yaşanmıyor. Dolayısıyla, Çanakkale Savaşlarının ikinci etabı olan Gelibolu Muharebeleri 25 Nisan 1915'te başlamış ve yıl sonuna kadar devam etmiştir. Son tahliye işlemlerinin olduğu tarih ise, 9 Ocak 1916'dır. Yaşanan tarihî gerçekler bu merkezde olmasına rağmen, ne yazık ki, bazı gerçekler saptırılarak veya ters–yüz edilerek bu millete yutturulmaya çalışılıyor. Yaklaşık seksen yıldır düzenenlenen Çanakkale Zaferi kutlamalarında, özellikle M. Kemal'in ismi en ön plana çıkartılarak yakın tarihimize düpedüz "yalan yanlış" şeyler söylettiriliyor. Bunca zamandır bu işgüzarlığı yapanlara doğru tarih ve tarihin vicdanı adına şunları söylemek ihtiyacını duymaktayız: 1) Beyler! Her yıldönümünde kutlama merasimleri yapılan Çanakkale Zaferi 18 Mart 1915'te kazanıldı mı? Kazanıldı. M. Kemal'in bölgeye gelişi de bu tarihten sonra mıdır? Evet. Peki, o halde nasıl oluyor da siz onu kazanılan zaferin en öncelikli komutanı olarak lanse etmeye çalışıyorsunuz? 2) Deniz zaferinin kazanılmasından yaklaşık bir ay, bir hafta sonra başlayan Gelibolu Muharebeleri esnasında M. Kemal'in rütbesi "Yarbay/Kaymakam" mıdır? Evet. Ayrıca, onun üstünde aynı cephede yüzlerce, hatta binlerce Albay, Tuğgeneral, Tümgeneral ve Orgeneral (Paşa) rütbeli Alman ve Osmanlı subayı var mıdır? Vardır. Peki, o halde nasıl oluyor da ona hepsinin üstünde bir mevki vermeye gayret ediyorsunuz? 3) Şayet, kahraman ordunun 18 Mart 1915'te kazanmış olduğu Çanakkale Zaferini ille de M. Kemal'e mal etmek istiyorsanız, o halde bu zafer tarihini değiştirmeniz ve kutlamaları daha ileriki bir tarihe almanız gerekmez mi? Haydi, elinizden geliyorsa bunu da yapın. Böylelikle, hiç olmazsa M. Kemal'i aynı tarihte hem Çanakkale'de, hem başka yerde gösterme garabetine düşmekten kurtulmuş olursunuz.
Bazı ek bilgiler * Çanakkale Zaferi gibi, Çanakkale Şehitlerini Anma Günü de resmen 18 Mart'tır. * M. Kemal, 25 Nisan 1915'te başlayan Gelibolu Muharebeleri esnasında, 3. Kolordu komutanı Mehmet Esat Paşanın emrinde bulunuyor. * M. Kemal, Kara Kuvvetlerine bağlı bir Osmanlı subayıdır. Yani Bahriyeli/Denizci değildir. 18 Mart ise, aynı zamanda bir Deniz Zaferidir. * 25 Nisan'ın "Anzak Günü" olarak ilân edilmesi ve Avusturalyalırar ile Yeni Zelandalıların her yıl gelerek Gelibolu'da törenle ölülerini yadetmesi, 1934'te verilen resmî izinle başladı. 27.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Ecnebiler kitap, Türkler okuyanın canına okuyor! |
373 bin kilometrekare toprağa sahip Japonya örneği en “çarpıcı” misâli ve ispatıdır. Bu kadar küçük toprak parçasında—o da adalardan meydana gelmiştir—123 milyonu aşkın nüfus besliyor. Üstelik, ilim ve teknolojide harika üretim yaparak! Kezâ Almanya, II. Dünya Harbinde yerle bir edildiği halde, iyi eğitilmiş ve hedefi çizilmiş yoğun nüfusuyla, dünyanın en güçlü ekonomilerinden birisi. Japonya ilerledi de, ilk emri “İkra!” (Oku!) diyen bir Kitab’ın sahibi Müslümanlar neden geri kaldı? 1-Okumadı! 2-Duyduğunu yanlış anladı! 3-Okul öncesi dönemden, üniversite eğitiminin sonrasına kadar kitap okuma stratejik bir konu olarak ele alınmıyor! 4-Çocuklar, anne babalarının elinde kitap görmüyor, televizyon kumandası, bilgisayar faresi görüyor! 5-Öğrenciler, öğretmenlerinin elinde kitap-kalem değil, sigara, kumar kâğıdı görüyor! Şu rakamlara bakar mısınız? 2009 yılı itibariyle Türkiye’de toplam 45 çocuk kütüphanesi, 14 yazma eser kütüphanesi ve 55 gezici kütüphane olmak üzere toplam 1152 kütüphane olmasına karşılık Almanya’da 10.531, İngiltere’de 4.620, İspanya’da 5.209 kütüphane var. Yapılan bir araştırma sonucu şöyle: “Ülkemizdeki kütüphanelerin 52’si çeşitli nedenlerle kapalı bulunmaktadır. Türkiye’deki kütüphanelerde 13 milyon kitap olmasına karşılık, Bulgaristan’da 46 milyon, Rusya’da 739 milyon, Almanya’daki kütüphanelerde 104 milyon kitap mevcut. Türkiye’de kütüphanelere kayıtlı üye sayısı 493 bin 500 iken, İran’da 7 milyon, Fransa’da 16 milyon, İngiltere’de 35 milyon kütüphane üyesi bulunuyor. “Almanya’da 7 bin 500 kişiye 1 kütüphane düşerken Türkiye’de 68 bin 500 kişiye 1 halk kütüphanesi düşmektedir. Almanya’da halk kütüphanelerinde çalışan kütüphaneci sayısı 8 bin 337, Fransa’da 7 bin 88, İngiltere’de 6 bin 978, İspanya’da 3 bin 794, Türkiye’de sadece 333 kişidir. “Türkiye kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde kalmış durumda. “Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca binde 1 kişi kitap okuyor. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7, bir Türk ise 10 yılda ancak 1 kitap okuyor.” (anka) Türkiye’de kitap, 1928’lerden sonra resmen yasaklandı! Kur’ân okumak, tefsir okumak yasak! Üç kişi bir araya gelip kitap okursa, “örgüt” kabul ediliyor ve karakola, nezarete, hapse atılıyor ve mahkemelerde süründürülüyordu! Japon kitap, Türk okuyanın canına okuyor! Keşke okumanın, keşke kitabın, keşke ilmin kölesi olsaydık! 27.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Fatma Nur ZENGİN |
|
“Kahire: Ya seversin, ya nefret edersin!”* |
Kahire’deki Alman dostumun internete yüklediği yeni fotoğraf albümünün adı sadece bu kadar değil. Sevgili Lena, “Kahire: Ya seversin, ya nefret edersin. Ben ona âşığım!” diyor. Bu cümleler Kahire’yi bilmeyenlere Kahire’yi özetliyor. Mısır’dan ayrı, Mısır mektupları yazarken, yahut dünya mektupları yazarken, her gün Mısır’ı ne kadar özlediğimden bahsetmeyeceğim. Özlüyorsam, burada ne işim var değil mi? Bunu cevabını hemen vermeli: Uzaktan seviyorum ben Kahire’yi… Post-Kahire hayatımın Ankara’da devam ediyor olması çok şaşırtıcı benim için . Öylesine keşmekeş ve tozdan dumandan, böylesine düzenli bir yere. Tabiî, “Ankara hiç düzenli değil! “ diyenler de olacaktır. Ama Kahire’den sonra Ankara, bu fazla düzenliliğiyle bazen fazlasıyla sıkıcı geliyor insana, inanın. Sabahları matbaadan yeni çıkmış, dokunabildiğim ve çantama koyup her yerde okuyabildiğim gazetemi almanın, fırından yeni çıkmış sıcacık ekmekle taze kahvaltı etmenin keyfini o kadar özlemişim ki, her sabah Kahire’de olmamamın ne kadar isabetli olduğunu düşünüyorum. Adımımı attığım her yerde, taksiye her bindiğimde, insanların sorgulayan, beğenmeyen bakışlarının üzerimde dolaşmamasına o kadar alışmışım ki, her gün Kahire’ye gitmeme kaç dakika kaldığını hesaplayasım geliyor. Birlikte çalıştığım E-gençlik derneğinin ortağı, Türkiye koordinatörü olduğu ve bu yaz İstanbul’da sahnelenecek olan ”Alpha Omega” müzikalinin bestecisi ve de Yusuf İslâm’ın ağabeyi müzisyen David Gordon, bu haftaki Ankara ziyaretinde, bu şehrin ne kadar güzel olduğunu söyleyip durdu. Babası Kıbrıs Rum kesimli olan Gordon, manevî unsurlar dışında, kendisini Yunanistan’a gelmiş hissettiğini söyledi. Kahire-Ankara gelgitlerinin yanı sıra, manevî unsurlar ve de müzikalin muhtevası çerçevesinde yaptığımız konuşmalar ve tartışmalar sırasında, David Gordon, “İslâm harika bir din. Ama kesinlikle yeniden öğretilmesi gerekiyor” dediğinde, özellikle İslâmın içinde doğup, her zaman “Müslümanım” deyip, en temel unsurları hayatlarında uygulamayan kişileri düşününce, bunun oldukça doğru olduğunda hemfikir oluyor insan. Sonradan İslâmı tercih ederek hidayete eren kişilerin İslâmiyeti nasıl sahiplenip hayat tarzı haline getirdiklerini, aşırılığa yer vermeden, toplumda örnek insanlar olarak nasıl yaşadıklarını gördüğümde ise, “İslâm yeniden öğretilmeli, fakat sonradan Müslüman olanlara değil, içinde bulunup da kıymetini bilemeyenlere” diyorum. Aslında olay burada da biraz Mısır’a dokunuyor. Mısır’ın İslâmı yaşayışına ilişkin övgü ve yergilerime şimdi değinmeyeceğim. Bu konular için birkaç haftalık yazı dizisi bile gerekebilir. Belki sonrasında Ankara’ya da değiniriz. Kahire’nin, İslâmın, Ankara’nın, dinler arası diyaloğun bu denli iç içe olduğu şu “Türkiye’ye alışma” günlerimde, gözlerim bir yerde Nil’i, bir yerde Piramitleri ararken; ülkemde olmanın vermiş olduğu değişilmez mutluluk, dayanılmaz huzur beni sarıp sarmalayıp bırakmadı. Ne de olsa birinden birinin özlemine alışmalıydım. Özlemlere alışılıyorsa eğer, ben hakkımı Kahire’den yana kullandım. *Teşekkürler Lena! 27.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KAPLAN |
|
Müjde... |
Hiç bir inançta Hiç bir anlayışta bir benzeri yok!.. Allah bizlere nasip kılmış bu büyük nimeti. Kıymetini öyle bilmek gerek. Aşk. Şevk. Heyecan… Ve: Lezzet içinde Huzuruna vararak. İdrakinde olarak! Manasına dalarak anlamalı. Zira: Yok başka bir şeyde bu lezzet! *** Varınca o makamlara, Akşam… Bir başka lezzettedir. Gece bir başka! Gün; bir başka, gece bir başka. “Her şeylerden daha tatlı” dedikleri; “Uyku…” “Uyku”nun tadı bile vız gelir oralara varınca! Uyku; Öyle tuhaf ve aciz bir tad olarak kalır ki cılızlığı dikkatlerden kaçmaz. İmsak Sabah Öğlen İkindi Akşam Yatsı... ve teheccüd vakitleri bir başka lezzete bürünür bu beldelerde. Halihazır hiçbir dünya lezzeti buralardaki ihlas ve ibâdetin lezzetine yetişemez. Manevî. Ve bir o kadar maddî lezzetlere; sofralara açarız gözlerimizi. Orada; Sahura açılmayan gözlere göz mü dermişim! *** Saygı ile karışıp harmanlanmış bir melek sofrası olur iftar saatleri buralarda insana. Allah’ım bu ne tarifi imkânsız bir huşû halidir. Su aynı su ancak kıymeti bir başka. Çünkü; Adı: Zemzem... Nimetler aynı nimet, ama ayarı en değerli mücevherlere bin basan… Mücevher ne ki? Daha doğrusu dünya malı ile nasıl ölçülebilinir ki oralardaki iftar sofralarının değeri? *** Hiçbir inançta. Hiçbir felsefede Ve: Hiçbir anlayışta bir benzeri yok, dememiz ondandır! Gerçekten de: Yüce Allah; Biz Müslümanlara nasip kılmış bu büyük hac ve umre nimetlerini. Kıymetini öyle bilmek gerek. *** Hicaz veya umrede huzura varmak.. Yaradan’a (cc); Verdiği bunca nimetler için birbirinden değerli vakitlerde dua ve niyazda bulunmak.… İnsan olmanın lezzeti de… İşte tam burada: Size bir sırlı müjde; İşte Peygamber Efendimizin (asm) müjdesi: “Kim birinin kalbini kırmadan, hakkını almadan, tevazu içinde haccını eksiksiz yaparak evine dönerse anasından yeni doğan çocuk gibi (günahsız) olarak dönmüş olur!” Kim istemez anasından yeni doğmuş çocuk gibi, tertemiz masum olarak evine dönmeyi? Bu nedenle; İmkânınız varsa hemen bu vazifeyi ifâ niyetine bürünün. Bir de teklif: Yakın çevrenizde hizmet veren vakıf elemanlarınızı; imanlı gençlerle iyi ilgilendikleri zaman hac veya umre ile mükâfatlandırın. Görün-bakın ne kadar çok şey değişiyor. Bu yıl hac sevdalısı olup o makamların yollarına düşenlerden duâlar bekliyoruz. Cümleten; insanlık âlemi olarak… Hepimiz. 27.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Hiç bir şey olmamış gibi davranılmasın! |
Genelkurmay Başkanının daha önce ‘kâğıt parçası’ dediği ‘belge’nin ‘orijinal ıslak imzalı nüshası’nın ortaya çıktığı ve Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılara ulaştırıldığı belli oldu. Biz yine de ihtiyatı elden bırakmayıp ‘iddiâ edildi’ diyelim. Kamuoyu, tartışmalara konu olan ‘belge’nin varlığından ilk defa 12 Haziran 2009 tarihli Taraf gazetesinin haberiyle haberdar olmuştu. Belgeyle çok önemli iddialar gündeme getirilmişti. Ama yine tekrarlayalım ki, fiilî darbelere maruz kalan Türkiye’de hemen herkes bu iddiâların mümkün olduğu kanaati taşıyordu. Genelkurmay Başkanı ‘orijinal nüsha ortada yok’ diyerek ‘belge’ iddiâlarını çok sert bir dille yalanlamıştı. Belge olsa da olmasa da bu iddiâların mümkün olduğu noktasındaki kanaat ise devam ediyordu. Aradan aylar geçti ve şimdiye kadar ‘yok’ denilen sözkonusu belgenin ‘var’lığı ortaya çıktı ya da yeniden iddiâ edildi. Neredeyse bütün gazetelerde yer alan haberlere bakılırsa bu defaki iddia daha delilli görünüyor. İhbar mektubunu yazan kişi, ‘belge’yi savcılara göndermekle kalmamış “Çağırırsanız bu konuda size de ifade veririm / konuşurum” demiş. Bu vahim iddiâ ikinci defa gündeme gelmiş olmasına rağmen Türkiye’yi idare edenler “hiç bir şey olmamış” gibi davranmaya devam ediyor. Böyle vahim iddialar karşısında nasıl susulur? Doğru ya da yalan, bu iddialar gündeme geldiğinde ‘yetkili’ olan herkesin konuşması, açıklama yapması gerekmez mi? Sadece iktidar kanadı değil, muhalefet partileri de vakit kaybetmeden bu iddiâlarla ilgili değerlendirmeler yapmak mecburiyetinde. Gazetelerde dile getirilen ‘iddialar’ı duyan, gören ve öğrenen vatandaş; Türkiye’yi idare edenlerin suskunluğu karşısında ne düşünür? Böyle önemli iddialar dile getirildiğinde ‘yer yerinden oynamıyorsa’ ne denir? İddiânın ilk defa dile getirilişinin üzerinden aylar geçtikten sonra “Durun hele, bir inceleyelim, bir bakalım” diyerek kimse kimseyi inandıramaz. Tam unutulmaya yüz tuttuğu sırada bu ciddî iddiâların yeniden gündeme getirilmesi ve bunun zamanlaması ayrıca tartışılabilir. Hesap içinde hesap ve plan içinde plan da olabilir. Fakat bu ‘ayrıntılar’ vatandaşı çok da meşgul etmiyor. Vatandaş, böyle ciddî iddialar karşısında daha atik, daha kararlı ve daha sonuç alıcı adımların atılmasını istiyor. Bu yazının hazırlandığı saate kadarki durum, Türkiye’yi idare edenlerin “Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” anlayışıyla hareket ettiğini gösteriyordu. Meselâ yarın ‘çok önemli’ bir açıklama, izah ve beyanda bulunulsa bile geç kalınmış oldu. Bazı durumlar var ki, “şuyuu/duyulması, vukuundan/gerçekleşmesinden daha vahimdir” denilir. Tam da o hâli yaşıyoruz. İnanın dile getirilen iddiaların değil gerçekleşmiş olması, düşünülmüş olması bile çok vahim. Ne yazık ki bu ve benzeri düşüncelerin sadece düşüncede kalmayıp ‘eylem’e dönüştüğüne de bütün Türkiye şahit olmuştur. Lütfen ‘hiç kimse’ hiç bir şey olmamış gibi davranmasın. Çünkü hiç birimiz böyle bir lükse sahip değiliz! 27.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Yanlış hesap Habur’dan döndü… |
Ankara’da “açılım”a resmen ara verildi. Daha üç gün öncesinde, sınırdaki “dönüşler”i “sevinç tablosu” diye niteleyen ve süreceğini söyleyen Başbakan Erdoğan’ın, “tarihî fırsatta iyi şeyler olacak” diyen Cumhurbaşkanı Gül’e birlikte evvela “itîdal” tavsiye edip sınırdaki “şamata”nın devamının “açılım”ı ciddî riske atacağı uyarısında bulunmaları, ardından “şov”lara son verilmesi, “aksi halde süreçte başa döneriz” uyarıları dikkate değer. Ankara’yı endişeye sevk eden, kamuoyunu infiâle sürükleyen, şüphesiz Kandil’teki terör örgütü kamplarından gelenlerin, terörist başının posterleri altında gösteri yapmaları, “terörden vazgeçtikleri”ne ve “pişman oldukları”na dair en ufak bir imâda bulunmamaları. Açık açık “önderliğin tâlimatıyla geldikleri”ni söylemeleri ve terör örgütüyle “pazarlık yapıldığı” havasını vermeleri… Gerçek şu ki terör örgütünün “teminatı”nın hiçbir bağlayıcılığının olmadığını, dahası terör örgütüyle müzâkerenin “terörü sonra erdirmeyeceğini” ve “anaların gözyaşlarını dindirmeyeceğini” bile bile hükûmetin “açılım süreci”ni sürdürmesi, süreci tıkadı. Hiçbir yasal zemini ve altyapısı hazırlanmadan, içinde ne olduğu bilinmeyen sloganlarla, altı doldurulmayan “millî birlik projesi” başlığıyla, “sağırlar diyalogu”na dönüşen, Erbil-Kandil-Washington ve İmralı kargaşasına boğulan “açılım”ın altyapısının hazırlamaması, süreci akıbetsiz hale getirdi…
“AÇILIM”IN ÇIKMAZA GİRECEĞİ BELLİ İDİ… Bu vaziyetiyle meselenin çıkmaza gireceği daha baştan belli idi. Ne var ki hükûmet, “açılım” kutusunun içinde ne olduğunu Meclis’e bir türlü açıklamadı. Millete izâh etmedi. Âdeta “ya tutarsa!” beklentisiyle devam etti. Kırk bin insanın katline yol açan, Türkiye’yi ve hatta bölge ülkelerini bölme ve parçalama hedefini güden, yabancı istihbarat servislerinin güdümünde ecnebilerin projelerini uygulayan terör örgütünün basit bir iki söylemle tasfiye edilmeyeceğini, terörün sonra ermeyeceğini hesaplayamadı. Tamamen dış dinamiklerin, küresel ifsad odaklarının etkisiyle, işgalci ülkelerin, “stratejik müttefik” ve “model ortak” olarak ilân edilen devletlerin plân ve projesiyle, destek ve himâyesiyle ayakta duran terör örgütüne, sözkonusu uluslararası mihrakların yardımı, finans kaynakları, siyasî desteği kesilmeden, terörün sonra ermeyeceğini hesaba katmadı. Diğer yandan Erdoğan’ın, Pakistan-İran dönüşü bir karar vereceklerini kaydedip “İllegal örgüt veya kişilerle müzâkere etmemiz söz konusu olamaz” demesi, aslında sürecin neden tıkandığının bir nevi ifâdesi. “Başbakan’ın en son Pakistan yolunda “Habur sınırında olup bitenlerin Avrupa’dan geleceği belirtilen 15 kişilik grubun dönüşü sırasında İstanbul’da da tekrarlanmasının yol açacağı sonuçları gözönüne alarak sürece ara verdiklerini” söylemesi, bunun ikrarı. “Bir tarafı yaparken, başka bir tarafı yıkma hakkımız olamaz” cümlesiyle daha ilk adımda meydana gelen tepkiyle geri adım atması, hükûmetin “açılım”a hazırlıksız olduğunun örtülü itirafı… Belli ki terör örgütü, “terörün durması” için İmralı ve Kandil’in muhatap alınmasını talep ediyor. Bu talebin anlamı, Öcalan’ın Ankara’ya ilettiği ve kamuoyuna açıkladığı içinde “federasyon” kelimesi olmayan lâkin “federasyon”dan öte “eyâlet sistemi”yle bölünme ve ayrılığa zemin hazırlayan “yol haritası”nın esas alınmasını şart koşmakta. Buna karşı, “böyle giderse silbaştan yaparız” diyen Başbakan’ın, “legal örgüt ve kişilerle görüşürüz” demesi, süregelen “açılım” sürecinde özellikle Ankara’nın haricî mahfilerin “terör örgütü”nü muhatap almaya baskısıyla karşı karşıya kaldığını ele vermekte…
SÜRECİ SEKTEYE UĞRATAN SEBEPLER… Gelinen noktada, süreç askıya alınmış ve sekteye uğramıştır. “Kürtlerin yegâne temsilcisi” olduğu havasıyla bütün bölgede ve Kürt siyasetinde belirleyici rol almayı hedefleyen PKK’nın oyununa gelinmiş; “muhatap alınması” çıkmazıyla duvara toslanmıştır… Ne var ki Ankara kulislerinde Genelkurmay Başkanı’yla gizlice görüştüğü belirtilen Başbakan, ara verdikleri bu süreci tekrar devam ettireceklerini tekrarlıyor. Bunun “devlet projesi” olduğunu yineliyor. “Açılım”ın hükûmetin ayağına dolaşmasını ve daha başlamadan “fiyasko”yla sonuçlanmasını, hâlâ bir tek “Habur’daki şov”a ve “karşılama usulü”ne bağlıyor. “Israrla kendilerine söylememize rağmen maalesef arzu edilmeyen durumlar ortaya çıktı. Bu karşılama, usul, Diyarbakır’daki süreç bundan sonra daha dikkatli olmamızı gerektiriyor” deyip, hâlâ “Eve dönüşler için dağ, Mahmur ve Avrupa diye üç zemin düşünüyoruz” diye konuşması, tıkanmayı “spekülasyon”lara ve “provokatörler”e indirgiyor. Bu durum, öncelikle siyasî iktidarın süreci sekteye uğratan sebepleri iyi tahlil edemediğini, doğru teşhiste bulunmadığını ortaya çıkarıyor. Oysa milletin desteği olmadan ve milletten mal olmayan hiçbir “proje” başarıya ulaşamaz, inkıtaya uğrar. Gerçek bir “açılım”ın olması için öncelikle silâhların susması, terör örgütünün silâh bırakması, saldırıların sona ermesi, teröristlerin ve elebaşlarının “pişmanlık” gösterip “teslim” olması ve toplumdaki tepkinin dinmesi, infiâlin sona ermesi gerekiyor… Kısacası, “açılım” sürecindeki yanlış hesap daha Bağdat’a varmadan Habur’dan dönmüştür… 27.10.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Mescid-i Aksa’da neler oluyor? |
Mescid-i Aksa’da zor günler yaşanıyor. Tapınak Enstitüsü adlı bir Yahudi grubun Mescid-i Aksa’nın bir bölümü olan Haremüşşerif’e girmeye kalkmasıyla, çatışmalar yeniden alevlendi. İsrail askerlerinin caminin içine sis bombası atmaya kadar varan saldırıları izleyen herkesi derinden sarstı. Bu çatışmanın sebebi; Yahudilerin Mescid-i Aksa’nın altında yaptıkları kazalara duyulan öfke. İsrail’in tüm yalanlamalarına rağmen, artık tüm dünya kamuoyu Yahudilerin arkeolojik kazı kisvesi altında Mescid-i Aksa’nın altını oyarak Hazreti Süleyman Tapınağı kalıntılarını aradığını biliyor. Peki neden böyle bir şey yapıyorlar? Yahudilerin inancına göre Mesih’in gelmesi için yerine getirmeleri gereken üç görev bulunmaktadır. Birincisi Vaat Edilmiş Topraklardaki Yahudi nüfusunu artırma ve bir Yahudi Devleti kurma. Yirminci yüzyılın başından itibaren uğraşılan bu hedefe 1948 yılında ulaştılar. İkincisi; Kudüs’ün ele geçirilmesi. Bunu da 1967 yılındaki Altı Gün Savaşı ile başardılar. Üçüncü ve son şart ise; bugün tek duvarı (Ağlama Duvarı) ayakta olan Süleyman Tapınağı’nı yeniden inşa etmek. Ancak bu tapınağın yerinde halen iki İslâm mabedi duruyor: Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra. İşte kazıların tüm amacı bir yandan tapınağa ilişkin kalıntıları bulurken, öbür yandan bu iki kutsal mabedi yıkmaktır. Bu amaçla 1967 yılından bu yana yüzden fazla saldırıda bulundular, birçok Müslüman ibadet halindeyken katledildi. Yapılan tüm bu saldırıların yanı sıra çeşitli bahanelerle ve çoğu zaman gizlice yürütülen kazılarla Mescid-i Aksa çökme tehlikesiyle karşı karşıya bırakıldı. 2007 yılı başında Türkiye’den görevlendirilen sekiz kişilik teknik heyet dört aylık incelemenin ardından hazırladığı raporda “Mağribî Rampası’ndaki arkeolojik kazı derhal durdurulmalıdır.” Sonucuna varılarak, aksi halde yapılara verilecek zararlar belirlendi. UNESCO teknik heyeti de aynı sonuçlara vardı. Ama İsrail asla dinlemiyor. Tünelleri inkâr ediyor, açık kazıları yalnızca arkeolojik amaçlı çalışmalar olarak savunuyor. Ama öbür taraftan altları kazılan yüzyıllık ağaçlar devriliyor. Filistinliler bunun farkında. Ancak ellerinden bir şey gelmiyor. İslâm âleminin bu konuda birlik halinde hareket etmesi gerek. Mescid-i Aksa’ya zarar verilmesinin önüne geçilmesi için İsrail üzerindeki tüm meşrû baskı yöntemleri kullanılmalıdır. Filistinliler ellerinden gelen tek şeyi yaparak; silahlara karşı taşla mücadele ettikleri Üçüncü İntifada’yı başlatmaya hazırlanıyorlar. Bunun yalnızca daha fazla masum kanı ve gözyaşına neden olacağı kuşkusuz. Ülkemizin bu konuda bölgede son zamanlarda daha da artan nüfuzunu kullanarak, Birleşmiş Milletler dahil tüm uluslar arası kuruluşları harekete geçirmesi gerek. Ayrıca İslâm Konferansı Örgütü yalnızca bu amaçla toplanmalı ve birlik içinde tepki gösterilmelidir. Mescid-i Aksa’nın yıkılmasının İslâm âlemi için büyük bir hezimet olmasının yanı sıra, bölgeyi tamamen kaosa sürükleyeceği de unutulmamalıdır. 27.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Silbaştan |
Döndük, dolaştık; ilk ortaya atıldığı tarihten dört buçuk ay sonra, Albay Dursun Çiçek imzalı belge bir kez daha gündemin ilk sırasına oturdu. Bu defaki geliş sebebi, aylarca “Sahte mi, gerçek mi?” tartışmalarına konu olan belgenin orijinalinin ortaya çıktığı ve altındaki “ıslak imza”nın Çiçek’e ait olduğunun Adlî Tıp raporuyla tesbit edildiği yönündeki haberler. Başından itibaren Albay Çiçek’in arkasında olduğu mesajı veren ve “kâğıt parçası” olarak nitelediği belgeyle ilgili son açıklamasında, “Üretip sızdıranların belirlenip yargı önüne çıkarılmasını bekliyoruz” diyen Genelkurmay, bu son gelişme üzerine yine sıkıntıya girdi. Konunun önce medyada yer almasından duyduğu rahatsızlığı dile getirmenin ötesinde bir tepki de veremedi. Askerî Savcılığın takipsizlik kararını müteakip Ergenekon hakimince Çiçek hakkında verilen tutuklama kararının 18 saat sonra kaldırılmasını takiben, konunun Çiçek üzerinden kendisine yöneltilen ve “asimetrik psikolojik harekât”ın bir parçası olarak nitelediği ithamlar yönüyle artık kapandığı kanaatine varan Genelkurmay, buna paralel olarak söz konusu suçlamaların hesabının sorulmasını talep etme “modu”na girmişti. Albay Çiçek’in Ergenekon savcılarını HSYK’ya şikâyet etmesi ve Genelkurmay’ın da belgeye ilişkin haberi yazan Taraf muhabiri hakkında suç duyurusunda bulunması, bunun yansımalarıydı. Şimdi bir kez daha başa dönülmüş oluyor. Yani, Erdoğan’ın dağdan iniş ve açılım için söylediği “silbaştan” durumu, belgede yaşanıyor. Gerçi son gelişmenin, bir muvazzaf subay tarafından, beraberinde ıslak imzalı orijinal belge ekli olarak Ergenekon savcılarına gönderilen bir ihbar mektubuyla gündeme gelmesinde ve işin zamanlamasında, cevap bekleyen yeni sorular var. Belgenin orijinalinin ortaya çıkması neden bu kadar zaman aldı? Taraf’ın konuyla ilgili ilk manşetinin atıldığı 12 Haziran’dan bu yana geçen ve çok kritik gelişmelerin de yaşandığı süreç ortadayken, bunca beklenmesinin “hikmet”i ne? Daha ötesinde, bu gelişmenin, asker içinde içten içe giderek büyüdüğü öne sürülen mücadelede yeni bir aşamayı ifade ettiği söylenebilir mi? Ve çok önemli bir nokta: Org. Başbuğ’un, bazı kritik konularda yaptığı kesin ve bağlayıcı açıklamaların bilâhare kendisini zora sokacak gelişmelere müncer olması nasıl değerlendirilmeli? Ergenekon operasyonlarında ele geçirilen mühimmatlar ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düştüğü yere giden gazetecinin askerî helikoptere alınmaması konularında yaptığı açıklamaların bilâhare “açıkta kalması” örnekleri gibi. Karargâhta ve yakın kurmayları içinde kasıtlı olarak Başbuğ’u yanlış bilgilendirenler mi var? Yoksa bunlar, çok derinlere kök salmış yapısal ve kurumsal kronik bir sorunun mu tezahürleri? Ya, ihbarcının, “ ‘Kâğıt parçası’ açıklamasını, belgelerin yok edildiğinden emin olduktan sonra yapan Başbuğ da işin içinde” iddiasına ne demeli? Peki, zamanlamanın, dağdan iniş sürecine mâlûm sebeplerle ara verilmesiyle ilgisi olabilir mi? Süreç içinde bunlar da aydınlanır mı, göreceğiz. Ama şu an için beklenen, Çiçek’in ve ayrıca diğer adı geçenlerin savcılığa celb edilip ifadelerinin alınması ve ondan sonra ortaya çıkacak sonuca göre, evvelki beyanlarında “Belge doğru çıkarsa gereğini yapar, demokrasi ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan personeli TSK’da barındırmam” taahhüdünde bulunmuş olan Genelkurmay Başkanının buna göre davranması. Gelinen nokta, Çiçek’le ilgili iddialar ilk gündeme geldiğinde herkesten önce davranıp öyle bir belgenin bulunmadığı “kanaat”ini izhar eden ve ardından Çiçek’e takipsizlik kararı veren Genelkurmay Askerî Savcılığının işleyişine ve daha genelde, parçası olduğu askerî yargı sistemine ilişkin tartışmaları bir defa daha canlandıracak. Ama önemli olan, bu tartışmalardan istifadeyle, AB kriterlerine uygun yapısal reformların bir an önce gündeme getirilip hayata geçirilmesi. 27.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Toka sancak, arya sancak |
Donanmamızda her sabah ve akşam “toka sancak, arya sancak” törenleri yapılır. Ticaret gemilerinde de bazı kaptanlar tören ile yapılmasa da bayrak çekme ve indirme merasimlerini hassasiyetle uygularlar. Bu yazımızda her gün en az iki kere yapılan bu tören nereden çıkmıştır? Toka, arya ne demektir? Sorularını cevaplamaya çalışalım. Toka, hani şu kemer tokası var ya, işte onun gibi bayrak çekme anlamına gelen bir kelimedir. Bayrak çekilir ve çengeli deliğine geçirilir, düşmesi engellenir, yani toka edilir. Toka görüldüğü gibi Türkçe kelimedir lâkin arya etmek, bayrağı indirmek anlamındadır ve büyük bir ihtimalle Latince kelimedir. Zaten günümüzde kullanılan denizcilik terimlerinin çoğu Latince kökenlidir. Donanmamızda her sabah güneş doğduktan sonra bir tören mangası eşliğinde bayrağımız toka edilir. Keza her akşam güneş batmadan önce yine tören mangası silâhları ile bayrağa selâm durarak arya ederler. Bu arada silistre çalınır. “Silistre” denizcilere özgü bir çeşit düdüktür. Kıdem durumuna göre uzun ve kısa süreli çalınır. Ayrıca yine donanmada gemi devresinden anons yapılmadan önce ikaz sesi olarak kısa süreli silistre çalınır. Silistre, gemi komutanlarının veya yüksek rütbeli subayların gemiye giriş ve çıkışlarında da çalınır. Bu usul yüzyıllardır gelenek halinde devam etmektedir ve yalnız Türk Donanmasına özgü bir uygulama değildir. Neredeyse bütün dünyada tabiî ki sadece askeri gemilerde titizlikle uygulanmaktadır. Bayraklar sadece bir ülkeyi sembolize etmez. Aynı zamanda denizcilikte bir haberleşme aracıdır. Günümüzde harf ve rakam sancakları olarak kullanılmaktadır. Örneğin “Bravo” (bahriyede “Burak” diye söylenir) sancağı tehlikeli yük taşındığını veya yakıt alımı yapıldığını gösterir. Quebec, (bahriyede Sarı) bayrak “karantina yani sağlık kontrolünü bekliyorum” anlamındadır. Keza “Hotel” (bahriyede Halat) kılavuz kaptan bulunduğunu sembolize eder. Bütün gemilerde ister savaş gemisi ister ticari gemi olsun bu bayrakları taşımak mecburidir. Bayramlarda gece tenvirat (donanmada gemilerin lambalarla aydınlatılması) gündüz ise sancaklar göndere (bayrak direkleri) çekilir. Gördüğünüz o rengârenk her bayrak ya bir harfi veya rakamı sembolize etmektedir. Yoksa anlamsız şekil ve renklerden ibaret değildir. Umarım bu yazıyı okuduktan sonra dünyada sadece savaş gemilerinde görülebilecek bu uygulamaların ne demek olduğunu anlamış oldunuz. İyi de bu toka, arya törenleri nereden çıkmıştır? Bu törenler sadece gemilerde yapılmaz, bütün askeri birliklerde hatta kamu ve özel kuruluşlarda da benzer şekilde yapılmaktadır. Bu işin aslı nedir? Diye bir soru aklınıza gelebilir. Çok önceki asırlarda nasıl yapıldığını bilemem, lakin son 300 yıldır bu uygulama İngilizlerden bütün dünya ülkelerine geçmiştir diyebilirim. Zira “United Kingdom” yani İngiltere Krallığı üzerinde güneşin batmadığı bir devlettir. Her İngiliz komutan veya yetkili amir, İngiliz bayrağının üzerine güneş batırmak istemez. Dikkat ettiyseniz törenler güneşin doğuşundan sonra ve batışından öncedir. Yani belirli saatlerde değil, güneşin doğuş ve batış saatleri ile âlâkalı bir şekilde yapılmaktadır. Ezanın 24 saat boyunca hiç kesilmediği ve devamlı olarak okunduğu bir dünyada yaşıyoruz. Biz Müslümanların “Dünyanın her yerinde kardeşlerimiz yaşıyor” anlamında övündüğü ve “şahadetleri dinin temeli” diye İstiklâl şairimizin nitelediği ezan, üzerinde hâlâ güneşin batmadığı İmparatorluk gibi gürül gürül okunmaktadır. Hızla çatırdayan ve bugün dağılmanın eşiğine gelen Britanya İmparatorluğu’nun aksine ezan, daha geniş coğrafyalara doğru yayılmakta ve kıyamete kadar da namaz emrini duyurmaya devam edecektir, inşaallah… Evet “şeair” adı verilen ve bir nevi “sembol” adını vereceğimiz ezan, bayrak gibi kavramlar yüzyıllardır önemini korumuş ve halen de korumaya devam etmektedir. İslâmın en güçlü kılıcı olan Türk milleti de ezanımızı ve hilâl ile süslü sancağımızı daima dünyanın bir ucundan diğer ucuna şerefle taşımaya devam edecektir. Savaş gemilerimizin grandi direklerinde (en yüksek direk) hâlâ Kur’ân-ı Kerim taşınmaktadır. Buna hiçbir güç engel olamamıştır. Şanlı bayrağımız gibi Kur’ân’ımızı da başımız üstünde taşıyarak İslâma hizmet etmek her askerin en büyük gururudur. Buna engel olmak isteyen bütün güçler hüsrana uğradığı gibi Allah’ın izniyle bundan sonra da uğramaya devam edecektir, vesselâm… 27.10.2009 E-Posta: [email protected] |