Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Güzel konuşmanın tehlikesi insanlara karşı kibirlenme ve kendisinde olmayan şeyle övünmektir. Cesaretin tehlikesi zulüm ve haddi aşmaktır. İyilikseverliğin tehlikesi başa kakmaktır. Güzelliğin tehlikesi böbürlenmektir.
Câmiü's-Sağîr, No: 5 |
27.10.2009 |
En büyük kıta Asya neden geri kaldı?
Altıncı Kelime
Müslümanların hayat-ı içtimâiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. “Onların aralarındaki işleri, istişâre iledir” (Şûrâ Sûresi, 42: 38.) âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor. Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyâtı ve fünûnun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır. Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşâfı ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehâmet ve şefkat-i imâniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip Garp medeniyet-i sefihânesindeki seyyiâtı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder: Yani: İman bunu iktizâ ediyor ki, tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek; ve zâlimlere tezellül etmemek. Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi, Allah’tan başka kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah’ı tanımayan, herşeye, herkese nispetine göre bir rubûbiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet, hürriyet-i şer’iye Cenâb-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsânıdır ve imanın bir hassasıdır. Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ, hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, Hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin... Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkîsi nasıl o şûrâ ile olabilir? Elcevap: Nûrun Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâs’ında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesânüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesânüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesânüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuât-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyâcâtı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz, ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insâniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimâiyesi de yine imanın hakâikinden gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar.
Hutbe-i Şâmiye, s. 65
LÜGATÇE:
hayat-ı içtimâiye-i İslâmiye: Müslümanların sosyal hayatı. meşveret-i şer’iye: Dîne uygun olarak yapılan meşveret. şûrâ: istişare, birbirine danışma. telâhuk-u efkâr: Fikirlerin birbirine eklenmesi, bilgi birikimi. terakkiyât: Terakkîler, ilerlemeler. fünûn: Fenler, bilimler. keşşâf: Keşfedici, ortaya çıkarıcı. miftah: Anahtar. şehâmet: Kahramanlık, yiğitlik. tevellüd: Doğma. hürriyet-i şer’iye: Şeriatın tarif ettiği hürriyet. âdâb-ı şer’iye: Dinin kaideleri, edepleri. medeniyet-i sefihâne: Zevk ve eğlenceye sevk edici medeniyet. tezlil: Zillet altında bırakma. rubûbiyet: Allah’ın terbiye ve idare ediciliği. yeis: Ümitsizlik. levm: Çekiştirmek. itâb: Azarlamak. |
27.10.2009 |
Barla’ya seyahat 17Ekim 2009 günü Afyonkarahisar İlme Hizmet Vakfı Konferans Salonu’nda ‘uhuvvet’ (kardeşlik) konulu bir sohbeti huşu ve huzur ile dinleyip istifade etmiştik. Kardeşliğin gerektirdiği ölçüler, samimiyetler, ihlâslardan bahisler edilmişti. Risâle-i Nurlardan ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî ve talebelerinden çarpıcı örneklerle İslâm kardeşliği, Müslümanların arasında olması gereken samimiyet âyetlerle, hadislerle anlatıldı. Herkes konferansın sonunda hatibi tebrik edip, duygularına tercüman olduğunu ifade ettiler. Konferans proğramının sonunda İsmail kardeşimizden bir teklif geldi. Bu teklif konferanstan duyduğum mutluluğa, huzura yenilerini ekledi ve heyecanlandırdı. Bir gün sonra yani 18 Ekim 2009 Pazar günü Barla’ya seyahat yapılacaktı. Konferansta anlatılan hatıraların, olayların, fedakârlıkların ve kahramanlıkların yaşandığı yerleri gidip yerinde görecektik. Ertesi gün sabah namazından sonra, güneşin kızıllıkları, mor ufuklardaki rengârenk bulutlara yansımaya başlamasıyla dört arkadaşla yola çıktık. Hepimizin mutluluğu yüzümüzden okunuyordu. Yüzlerce hatıralara, hizmetlere, zorluklara, kahramanlıklara, sıdk ve sadakatlara şahitlik yapmış bir abide belde Barla’yı; orada yaşanmış sevgileri, kalp çırpıntılarını, gönüllerdeki yerini, ruhlarda bıraktığı fırtınaları bir lahzada kavramak, anlamak ya da anlatmak çok kolay değil... Bizler işte o nurlu mekânlara doğru niyet edip, yola koyulduk duâlar, tefekkürler ederek... Yol üzerinde, Şuhut, Karaadilli kasabasındaki “Düdü Restoran” sahibi Hacı Hüseyin Amcaya uğramadan, çayını içmeden geçmek olmazdı. Bizi görünce çok sevindi. İkramlar yaparak misafirperverliğini gösterdi. Yaşlı insanların ibretler, dersler, tecrübeler dolu keyifli sohbetlerini dinlemek insanların ufkunu açar, yol gösterir. O geçmiş zamanlara daldı, ekmek arası köfteyi bir kuruşa sattığı yılları anlattı. Şimdi bereketin kalktığının sebepleri arasında ekmeklerin çöpe atılmasının olduğunu söyledi. Bir yığın hatırayı anlatıverdi kısa zamanda. On yıl önce vefat eden eşine üzüldüğünü ifade ettikten sonra; şöyle bir durakladı, bakışları dondu, gözleri buharlandı. Arkasından kendini toparlayarak; fani dünyada her şeyin boş olduğunu söyledi. Onu duygu atmosferinden çıkarmak için Hacca gittiğinde, Kâbe’yi ziyaret esnasında Hacerü’l-Esved’i nasıl öptüğünü sordum. Arkadaşlar bilmedikleri için merak ettiler. Hüseyin Amca da anlatıverdi. Hacerü’l-Esved’in içi oyuk olduğu için her öpen dişiyle de bir parça kopardığını sandığı için o da öpme esnasında öptükten sonra kendi tâbiriyle kemirmeye çalışmış, yanındaki din görevlisi İbrahim Güncü’ye ‘Hocam olmadı’ demiş. Hoca da ‘Ne olmadı?’ deyince, ‘Koparamadım’ demesi üzerine orada duruma vakıf olanların tamamı gülüşmüşler. Eski hatıraya bizler de tekrar güldük. Hacı Hüseyin Amcadan müsaade aldık, helâlleştik, vedalaştık yolumuza revan olduk. Geçtiğimiz Mayıs ayında aynı yolu takip ederek gitmiştik Barla’ya. Yolun kenarlarından gözün uzanabildiği kadar tarlalar, ovalar, dağlar, tepeler yeşilliklerle kaplı, renk renk, desen desen çiçeklerle bezenmişti. Sonsuz manzaralarla bu yerlerin, bu göklerin, kâinatın, mevcudatın ve mahlûkatın Sahibini tarif ediyordu, bütün ihtişamıyla ağaçlar, kuşlar ve güzellikler Cenâb-ı Hakkın yeryüzündeki isimlerinin tecellisi olduğunu lisa-ı hâliyle gösteriyordu. O cezp edici manzaraya baktıkça otobüsteki yol arkadaşım sık sık dışarıdaki gördüklerini bana anlatıyor, “ne mükemmel manzara” deyip bizleri de tefekküre sevk ediyordu. Aradan beş ay gibi bir zaman geçmişti. O yeşillikler, renkler, çiçekler, güzellikler şimdi solmuş, yerini bozkırlara, kurumuş otlara, solgun yapraklara bırakmış. Her tarafta sonbahar, işaretlerle kendisini gösteriyordu. Yaşlanmış bir ömrü hatırlatan güz mevsimine başka bir tefekkür penceresinden bakmaya çalıştık arkadaşlarla. Büyümüş, olgunlaşmış, tatlanmış meyveler, tohumlar, çekirdekler ve envai çeşit mahlukatın rızıklarının olgunlaştığı, çok bulunduğu mevsim olan sonbaharı; kışa hazırlanan canlılara Rezzak-ı Kerim’in bir ikramı, ihsanı, lütfu, bereketi olarak görmek, düşünmek, anlamak gerektiğini konuşarak Senirkent bağlarına, bahçelerine ulaştık... Senirkent’de 13 Mayıs 2009 tarihinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşan ve seksen küsûr sene imana ve Kur’ân’a hizmet eden Üstadın talebelerinden, medar-ı iftiharımız, ulu çınar Ali İhsan Tola ağabeyin kabrini ziyaret edip, Kur’ân okuduk. Onun şefkatli sohbetleri, tavsiyelerinin hatıraları bir bir geçti gözümüzün önünden. Biz onu ziyaret ettiğimiz anda dışarıdaki minik çocukların seslerini duyardık bazen: “Ali İhsan Dede, bahçedeki duttan yiyebilir miyiz?” Her zamanki tebessümlü haliyle onlara verilen cevap: “Bismillah, diyerek yiyebilirsiniz...” O mübarek ve muhteşem zatın göçüp gitmesi ile evinin çevresinde ve kabrinde sonbaharın hüzünleri iyiden iyiye hissediliyordu. Oraya veda edip ayrıldık. Barla’ya doğru yol alırken Kayaboğazı denilen çok soğuk suyun aktığı yerden içtiğimiz suyla serinledik. Bir tarafta Çamdağı’nın haşmetli ve azametli duruşu, bir tarafta da etrafındaki güzelliklerle engin ve sakin Eğirdir gölünün manzaralarını, uçuşan kuşlarını, bulutları seyrederek Barla’ya ulaştık. Hepimizi bir heyecan kaplamıştı. Barla’ya ilk defa giden İsmail kardeş hepimizden daha fazla meraklı ve heyecanlıydı. Ona bir çırpıda her şeyi anlatmak çok zordu. Üstadın etrafında pervane gibi hizmet eden, ömürlerini iman ve Kur’ân hizmetine vakfetmiş, fedakârlıkları ve kahramanlıkları ile destanlaşmış sıddıkları, mübarekleri anlatıvermek o kadar kolay değildi. Kabir ziyaretine çıktığımızda, çamların, sedir ağaçların altında vazifelerini yapmanın huzuru içersinde kazandıkları sevaplarla, duâlarla yatıyorlardı... Sekiz sene Üstadına hiç gücendirmeden, sıdk ile sadakat ile hizmet eden Sıddık Süleyman’ın kabri ve öteki kabirlere Kur’ân okuduk ve dualar ederek ayrıldık. Cennet bahsinin yazıldığı, muhteşem “Cennet Bahçesi”ne girdik. Orası envai çeşit ağaçların, bitkilerin, çiçeklerin bulunduğu tefekkür mekânı. Karşı yamaçlardaki yekpare kayalıklardan meydana gelmiş yüksek, ıssız, sessiz, kuş uçmaz kervan geçmez sıra dağlar 1926’da Üstadın oralara niçin gönderilip her şeyden mahrum edildiğinin açık şahitleri olarak duruyordu. İçinde bulunduğumuz “Cennet Bahçesi” de gönümüzdeki rahatlıkları, güzellikleri, inkişafları anlatır gibiydi. Bir köşeye oturarak 13. Rica’yı okuduk... Üstadın evine vardığımızda heyecanımız zirveye çıkmıştı. Ulu Çınarın altında coşkun akan çeşmeden su içerek yukarısı müsait olmadığı için “Mus Mescidi”ne öğle namazımızı edâ etmeye gittik. Orası Üstadımızın tamir ettirerek ezanı aslî şekliyle okuttuğu, iki-üç talebesi ile cemaat olup namaz kıldıkları küçük bir mescit. “1934 baharında, kaza kaymakamı ve nahiye müdürü eliyle bu mübarek mabet kapatılmış, kapısına resmi mühür vurulmuştur. Ve daha sonra 1934 Ağustos’unda Üstad Hazretleri hükümetin emriyle Barla’dan alınarak, Isparta vilayet merkezine getirilip iskân ettirilmiştir. Isparta merkezinde sekiz ay kadar kalan Bediüzzaman Hazretleri, tamamen sebepsiz ve hiçten bahaneler uydurularak 1935 Nisan’ında, 120 talebesiyle beraber tevkif ettirilerek, Eskişehir hapishanesine sevk ettirilmiştir. “Hz. Üstad Bediüzzaman–büyük ihtimalle-Eskişehir hapsinde iken, bir sene önce mescidi resmen kapatan kalpleri küsuf tutmuş resmî adamlar, bu defa mescidi kökten yıkmışlar, taşlarını götürüp köy okulunun binasına sarfetmişlerdir. İşte, şimdi–Allah’a şükür—70 sene sonra ‘Hatırat-ı Hz. Üstad’ olan mübarek mabet, yeniden inşâ edilerek eski haline getirilmiştir.” Bu belgedeki yazı o ceberut dönemde inançlarla, imanla, Kur’ân’la, İslâmla nasıl uğraşıldığını, Allah demenin suç olduğunu gösteriyor. Büyük kafaların gaflet içinde nelerle uğraştığının fotoğrafıdır. Memleketin huzuru, refahı, kalkınması, ilerlemesi için yorulması gereken boş kafalar, dağ başında üç kişinin bir araya gelip namaz kılmalarına karşı bütün gücüyle savaş açmışlar... Üstadın evinde pırlanta gibi diz dize oturmuş idealist, enerji dolu gençlerle sohbet edip, ders dinledik ve istemediğimiz ayrılık vakti gelip çattı! Orada gönlümüz, ruhumuz, aklımız takılıp kaldı. Ayaklarımız Üstadın evinden yavaş adımlarla ayrıldı... Yeni Asya Sosyal Tesislerinden Isparta’ya doğru ilerlemeye başladık. Çocukluğunda Üstadın elini öperek şeker alan “Barlalı Süleyman Amca”dan aldığımız elmaları yiyerek yolumuza devam ettik. Isparta’da Üstadın kaldığı eve girdik. Orasını ilk defa gören İsmail kardeş tüm dikkatini heyecanını ve merakını Üstadın kullanmış olduğu eşyalara teksif etmiş, hayran hayran bakıyordu. Orada dünyanın güzelliklerini, zenginliklerini elinin tersiyle atarak manevi zenginliklere kanat açan, Peygamberimizin (asm) yolunda, izinde, dâvâsında yürüyerek gönüllerde taht kurmuş, sevgisi eserleri ile kalplere işlemiş, perçinlenmiş, dünyayı kuşatmış bir Üstadı tarif eden az sayıda eşyalar, malzemeler ve eserler vardı. Dünyayı saran, şefkatiyle kucaklayan iman Kur’ân hizmetinin bir tohum gibi fışkırdığı mübarek, bereketli toprakları gezdik, gördük, tefekkür ettik, duâlar, niyazlar ettik. İkindi namazını kıldığımızda Isparta’dan, taşı toprağı mübarek, nurlu beldelerden, “Yıldız Saray”larına değişilmeyecek kıymetteki menzillerden ayrılık vakti gelip çatmıştı. Dağlara, taşlara, ağaçlara, kuşlara, esen rüzgârlara ve savrulan yapraklara veda ederken ayrılığın hasreti, sonbaharın hüznü çöktü içimize... |
MUZAFFER KARAHİSAR 27.10.2009 |