Yasemin YAŞAR |
|
Hırs ve azim |
İnsanda binlerce hissiyât mevcuttur. Bu hisler, kullanım ölçüsü ve niyete göre âlî bir ahlâk veya süflî ahlâkı netice verir. Mecraları değiştirilen hisler, terbiye edilebilen hisler, hiç dirilmemesi gereken ve dirildiği zaman öldürülmesi gereken hisler, şeytan ve nefsin desiselerine mahal olan hisler gibi türlü türlü his imtihanları vardır. Risâle-i Nur satırlarında 9. Mektub’da, Hücumat-ı Sitte Risâlesi’nde bu hislerin nasıl terbiye edileceğinin, mecralarının nasıl değiştirileceğinin, insanın zayıf damarları hükmünde olan hislerin şeytan tarafından nasıl kullanıldığının örnekleri verilir. Bu imtihanda, temel düşünce bu hislerin sadece fani dünyaya sarf edilmek için verilmediğini anlamaktır. Bu hislerden birisi de hırstır. Hırs gibi süflî ahlâka menşe olan hissin nasıl âlî ahlâka dönüşebileceği dersleri verilir. Öncelikle aralarında çok ince bir fark olan azim ve hırs kavramlarını biraz açıklamak gerekecektir. Azim, ısrarla istemek, niyet, sabır, irade ve aceleci olmamak anlamlarını içerir. Genelde hayırlı ve faydalı işleri gerçekleştirmek veya zarar verecek şeylere karşı mukavemeti korumak konusunda gösterilen kararlılıktır. Azimli insanın bir amacı vardır. Ve bu amacı doğrultusunda acele etmeden, sabırla ve kanaatle engelleri aşmak ve ne olursa olsun devam etmek anlamındadır. Azmin altında yatan âlî his kanaattir. Hırs ise, bir şeyi mutlaka elde etmek ve bu uğurda aşırı derecede çalışıp, yorulmak ve temelinde eneye dayanan bir anlayışla, her şeyi kendi yapabileceği anlayışındadır. Mânen gözü kör, kulağı sağır eden bu düşüncenin altında yatan his ise, tama’dır, yani açgözlülük. Tama’ ise, dünya lezzetlerini, haram helâl demeden arama hissidir. Hırslı olan insanlar, nefsinin isteklerini mutlaklaştıran yani olmazsa olmaz hâle getiren insandır. Bu yüzden her türlü sefahetin, maddî ve manevî mahrumiyetlerin sebebidir. Çünkü hırs düşüncesinin altında ciddî bir itikadî kayma söz konusudur. Hırslı insan dünyaya aşk derecesinde bağlıdır. Peygamber Efendimiz (asm), “Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır” buyurmuştur. Hiç ölmeyecekmiş gibi bir arzu, ölümü düşünmemek, makam-mevki sevgisi hırslı insanların özellikleridir. Hırslı insan kanaatsiz olduğu için hep mutsuzdur. Bu da kişiliğini zedeler. Öfke, kin ve kıskançlık gibi mânevî hastalıkların doğmasına sebep olur. Azimli insan da çok çalışır, ama düşüncelerinin diplerinde helâl düşüncesi ve kanaat vardır. Hırslı insan da çok çalışır, ama ölümüne, hatta en mukaddes şeylerini dahi rüşvet vermeye hazır bir psikolojide çalışır. Azimli insan neticeyi elde edemediği zaman, öyle çok da üzülmez. Çünkü dünya-ahiret dengesini kurmuştur. “Ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz.” (Mesnevî-i Nûriye.) Hırslı insan, istediği neticeye ulaşamadığı için şikâyet eder. Öfke ve sinir nöbetlerine girer. Bu hâl onun çalışma enerjisini tüketir. Böylelikle bir süre sonra, çalışmayı da bırakır. İfrat hâl, tefrite dönüşür. Bu da, “Hırs sebeb-i hasarettir” hadis-i şerifindeki ihtarın tahakkukudur. Azimli insan başkalarını düşünür ve diğergamdır. Hırslı insan ise, nefisperesttir ve nefsi için her şeyi feda eder. Hırsın temelinde yatan psikoloji ise, kişinin hem Yaratıcısına hem de kendine olan güven kaybıdır. Çünkü âyine-i Samed olan imanın mahallî olan kalp, rızıkla meşgul olup, hırslandığı ölçüde, nefis güçlenir ve insanı paniğe sevk eder. Çok şeyler istemek kulluğu unutturur. Her şeye boyun eğme gibi bir neticeyi doğurur. Bu ise, insanın izzet ve şerefine yakışmayan ve inancını zedeleyen bir durumdur. İnsana hem dünya, hem ahireti kazandırmaya vesile olan bu hisler, nefsin ve dünyanın hesabına kullanımı neticesinde insan hem dünyasını, hem de ahiretini kaybeder. Mevcut bulunan bu hisleri öldürmenin, yok etmenin mümkün olmadığı aşikârdır. O halde yapılması gereken, bu hislerin mecralarını değiştirmek, hafiflerini dünya işlerinde, hakikîlerini ahiret işlerini kazanmada kullanmak gerekir. Bu da insanı, kâmil bir noktaya taşıyacak ve âlî bir ahlâkı netice verecektir. 06.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Günahlardan korunmanın en tesirli çaresi; azimetle amel |
Din elbette kolaylıktır. Din-i İslâm’da mü’mini zora sokacak, onu meşakkate götürecek hiç bir emir ve yasak elbette yok. Onun gücünü, takatini aşacak, onun götüremeyeceği hiç bir ibadet, hiç bir kural da yok... Dolayısıyla mü’min, rahatça dinini yaşama hakkına sahiptir. Herhangi bir zorluğa, meşakkate girmeden kulluk vazifelerini yerine getirebilir. Hatta bu noktada, dinin kolay yönlerini tercih mânâsındaki ruhsatla amel etme hakkına da sahiptir. Lâkin bütün bunları gözönünde bulundurarak, dinin hep kolay yönlerini tercih hakkını, yani ruhsatla amel etmeyi alışkanlık hâline getiren mü’minlerin—bu tarz bir dinî yaşantı geçerli bir tarz olmakla beraber,—bazı haram ve günahlarla da komşu olduklarını, her an, her zaman bir iltibasın olabileceğini akıldan uzak tutmamaları gerekir. Ruhsatla amelin dinî çerçevenin, helâl dairesinin son sınırı olduğunu; haramlara, günahlara komşu olması hasebiyle nefis ve hevânın tahriklerini, ülfet ve gafletin çoğu zaman galebe çalıp hükmünü icra ettiğini hesaba kattığımızda, ruhsatla veya fetva ile amelin, tehlikelerden hâlî olmadığını görürüz. Nitekim günümüzde ruhsatla amel eden, fetvalarla dinî yaşantılarını sürdüren bir çok ehl-i dinin, zaman zaman bazı zorlama ve tekellüflü te’vil ve yorumlarla hiç çekinmeden haramlara da girdiklerini esefle müşahade ediyoruz. “İnandıkları gibi yaşayamayanlar; yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar” kaidesince, bazı ehl-i dinin yaşamakta olduğu zevk, his ve hevâyı esas alan yaşantılarına, dinden bazı fetvâ ve ruhsatları âlet ettiklerini görüyoruz maalesef. Günah-ı kebîre olduğu net ve kesin olan faizi “nema” veya “kredi” diye adlandırarak şu veya bu ihtiyaç için bazı ehl-i dinin kullanıyor olmasını; lüks ve şatafatlı bir yaşantı biçimini, her yönüyle israfa dayanan bir hayat tarzını meşrûlaştırmak için zorlama te’villerle dinden fetva arayışlarına giren bazı muhafazakâr kesimin varlığını; dinin kesin emri olmasına rağmen, bazı uydurma fetvaların sevkiyle bazı sözde dindarların hiç çekinmeden başörtülerini çıkarmalarını ve bununla beraber diğer giyim-kuşamlarında da artık dindeki tesettür biçimini nazara almadıklarını görünce, ruhsat veya fetvayı esas alan dinî yaşantıların bu fitne asrında beraberinde bazı tehlikeleri de gündeme getirdiğini görüyoruz. Kabul etmek durumundayız ki, ehl-i din olarak dünyevîleşme ve modernizm, bazı duyarlılıklarımızı ve hassasiyetlerimizi aşındırdı ve aşındırmaya devam ediyor. Ülfetle çoğu zaman bu tehlikeyi sezebilme istidatlarımız da köreldi. Bunun sonucu olarak dinî yaşantılarımızda sık sık hep işin kolay yönlerini tercih durumuna geldik. Ve sonuçta haramlarla, günahlarla neredeyse iç içe, yan yana olduğumuzu fark edemez olduk. Bu mânada Efendimizin (asm) “Haram apaçık bellidir, helâl da apaçık bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli olanlar vardır. Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini korumuş olur” hadis-i şerifindeki teşhis ve tespiti çok iyi değerlendirip, o yönde bir dinî yaşantının gayreti içine girmekte fayda var bu zamanda. Şüpheli şeylerin çoğaldığı bu dehşetli asırda bundan başka da bir çare yok gibi. Haramların, günahların dört tarafımızdan bizi ablukaya aldığı şu fitne asrında, taklidî bir inançla, yarım-yamalak bir dinî yaşantıyla kendimizi muhafaza etmek kolay mı dersiniz? Tahkikî ve güçlü bir imana sahip olmadan, takvâ ve azimeti bırakıp, hep işin kolay yönünü tercih ederek, hep ruhsat ve zorlama fetvalarla amel ederek, bu asrın dehşetli şerlerinden, günahlarından korunabilmek mümkün mü acaba? Bir çok sahada olduğu gibi, bu konuda da Nur talebelerinin dinî yaşantılarıyla, takva ve azimete dayanan amelleriyle nümûne-i imtisal olup, sair ehl-i dine nokta-i istinad olmaları bu zamanda önemli bir zarurettir. Çünkü Bediüzzaman ve saff-ı evvel olan talebeleri dinî yaşantılarında hep azimet ve takvayı esas aldılar ve bu noktada avâm-ı ehl-i dine nümune ve istinat noktası oldular. İsterseniz konu ile alâkalı olarak Bediüzzaman’dan iki iktibas yapalım: “Risâletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil sûretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azîmet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zarûretle, hadisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.” (Kastamonu Lâhikası, s. 53) “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. (...) Risale-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 110) 06.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Mânevî boşluk ve hak din |
Sonsuza dek yokluk karanlıklarında “hiç” olabilirdik. Ama, varlık âleminin aydınlık sahnesine çıkarıldık. Bitki veya su olarak varlık âlemine merhaba diyebilirdik! Hayvan olarak da hayatı tadabilirdik! Oysa, “ahsen-i takvîm” denen “en mükemmel, en uygun, en güzel bir sûrette ve tam kıvamında”, sayısız duygu, duyu, his ve enerji boyutlarıyla donatılarak dünyaya gönderildik... Kâinatın bir minyatürü olduğumuza göre, maddî-manevî, nebatî-hayvanî, melekî-şeytanî, madenî ve bütün enerji boyutlarını taşımaktayız. Olumlu duygularımızı sonsuz derecede geliştirip yükseltebilme; olumsuzlarını da sonsuz derekelere alçaltabilme potansiyeline sahip kılındık. Hangi cephemizi işletirsek, geliştirirsek öyle bir varlık oluruz. Ya ot gibi, ya hayvan gibi, ya da ‘insan’ gibi. Ruh ve duygularımızı imân esaslarıyla besler, Kur’ân’ın hakikatleriyle süsleyip tekâmül ettirip olgunlaştırırsak, “gerçek insan” olur ve melekleri dahi geçecek bir kıvama gelebiliriz. Bu da öncelikle kişiliğimizi, şahsiyetimizi yaratılış çerçevesinde iman ile oluşturmaya ve sosyalleşmeye bağlıdır. İşte din-inanç/imân, hak din, hayatı yaratılış programı çerçevesinde yaşamanın özünü ihtiva eden; hem dünya, hem de sonsuz hayatın huzûr ve mutluluğunu yakalamanın adıdır. Din, hayatın bütün safhalarını kaplayan, insanın her dakikasına bir düzen getiren; ona meşrû dairede sayısız alternatif güzellikler sunan İlâhî hakikatler manzûmesidir. İnsan denen ‘küçük kâinat’ı ve kâinat denen ‘büyük insan’ı kim yaratmış ise; ikisi arasındaki alış veriş, münâsebet ve dengeyi sağlayacak programı, yani dini de o gönderecektir. İnsanı onlarca duygu, duyu, yüzlerce his, organ, binlerce lâtifeyle kim dizayn edip donatmışsa; hayat düzeni program ve kataloğunu da o gönderecektir. O programın adı da dindir. İnsanlığın ilk ve en eski müessesesi olan din, psiko-sosyolojik bir olgu, en büyük bir ihtiyaç olarak da kendisini gösterir. Bâtıl/yanlış, sapık da olsa, insanların bir takım şeylere taparcasına bağlanması ve onları yüceltmesi; inanmanın ve tapınmanın fıtrî bir ihtiyaç olduğunu gösterir. İnsan; ömrü, aklı, ilmi kısa olduğundan ve yaratılışı, duyguları icabı taraflı, hissî davrandığından bütün ihtiyaçlarını detaylarıyla göremez, yerine getiremez, sosyal hayatta adaleti sağlayamaz. Vicdân ve ilim de, asla dinin yerini tutamaz. Zirâ, felsefe ve ilim, insanın kafasında dolaşan binlerce soruyu cevaplandıramaz, problem yumaklarını çözemez. Öte yandan rûh, gayb/metafizik yönümüz de vardır. Gizemli âlemlerle irtibatlıyız. Ve merak saikasıyla şuûrlu olarak da bu bağı kurmak isteriz. Ölümün sırrını çözmeyi arzuluyoruz. Sonsuzluğa aşığız. İçimizden asla söküp atamadığımız bu arzu ve isteklerimizi ancak din karşılar. Din/imân esasları, insanı ruhlar âleminden alarak, anne rahmi, bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık, kabir, haşir ve ebede kadar ona arkadaşlık eder; her safhada ihtiyaçlarını, arzularını, taleplerini karşılar. Sosyal bir olgu olan din, aynı zamanda, ferdi sosyalleştirir, âile, grup/cemaat ve toplumla kaynaştırır. Eğer insan, yaratılıştan gelen bu fıtrî/tabiî ihtiyaçları karşılanmazsa, sapık ideolojiler, çarpık felsefî akımların hücumuna maruz kalacaktır. Başta ateist pozitivizm ve materyalizm olmak üzere müfsit “izm”lerden ve masonluktan müteşekkil deccalizm insanı dalâlet vadilerinde koşturarak perişan edecektir. Bu müfsit/yıkıcı cereyanlar bir kasırga, bir tâun gibi insanlığı sarıyor, felâket ve helâkete atıyor. Bugün de bunalım geçiren Batı toplumu ve gelişmiş ülkeler mânevî ihtiyaçlarını akıl, ilim ve gerçeklerle ilgisi olmayan okültizmin (bilinmezlik, gizlilik, sırlar) alanı kabala, tarot, spiritüalizm, kehanet, falcılık, ruh çağırma, büyücülük, numeroloji gibi bâtıl inanışlarda aramaktadır. Ülkemize de sıçrayan satanizm/şeytanizm ise, bu “izm”lerin şimdilik son versiyonudur. Ve gittikçe yeryüzüne dağılan bu müfsit akımların müthiş bulaşıcı hastalığına karşı tedâvi; Batının çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş bâtıl formülleri değil; beşerin fıtrî dini olan İslâmın ter ü taze îman esaslarıdır. 06.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
İstanbul hikâyelerinden |
İstanbul “Ne seninle, ne sensiz” denilebilecek ilginç bir şehir. Metropol değil, artık megapol. Adeta küçük bir ülke. Güvenliği de bir o kadar zor. Kimi zaman yanınızdaki sokak köpeği ile trafik lambasının yeşil ışığını beklerken (!), ışık yanıverdiğinde arabalara yine de bir göz atmanız gerekebilir. Ne olur, ne olmaz! (Evet İstanbul’un sokak köpeklerinin çoğu trafik kuralları konusunda en az insanlar kadar temkinlidir! Sokak kedi ve köpekleriyle yaşanan maceralar ayrı bir yazı konusu olacak kadar da zengindir.) Omuzunuzdaki çantada taşımanız gerekenler mutlaka zarurî ihtiyaçlarınız olmalıdır. Olur da fazlası yer alırsa çantanızda bu durum tehlikelidir. Buna rağmen can güvenliğiniz için yine de tetiktesinizdir. Ne olur, ne olmaz! Kalabalık yolları tercih edersiniz, tenha sokaklar risklidir. Kalabalıkta da kontrollüsünüzdür. Ne olur ne olmaz! Medyanın da devamlı menfî olayları nazara vermesiyle artan tedirginliğiniz zaman zaman “İyice paranoyak mı oldum ne?” dedirtir size. O yüzden “Rabbim her şeyin Sahibi sensin. Her şeyimi Sana emanet ediyorum” cümlesi can simidiniz olur, sımsıkı sarılırsınız. Elinizden gelen bütün tedbirleri aldıktan sonra, ağırlıklarınızı “Âlemlerin Rabbi”ne emanet etmek ne güzel bir tevekküldür! Ne ferahlatıcıdır!
Tarıhten bır nükte! Keçecizade Fuat Paşa, Osmanlının zeki ve nüktedan Hariciye vekillerinden birisidir. Onun Avrupa’nın ünlü kralları ve elçileriyle hazırcevaplılığıyla yaşadığı maceraları tarihin sayfalarında tebessümle okuruz. İşte bunlardan birinde İngiliz Büyükelçisi, Fuat Paşa’ya İstanbul’da çoğu Osmanlı evinin dış cephesinde yer alan levhaların hangi sigorta şirketine ait olduğunu sorar. Malûm ya bugün bile İngilizlerin can ve mal güvenliği için tesis ettikleri sigorta şirketleri ve bankalar dünya çapında ünlüdür. Fuat Paşa onun anlayabileceği dille şöyle cevap verir: “Sayın Büyükelçi, gördüğünüz ‘Ya Hafiz!’ levhaları, Osmanlıların Sigorta şirketinin levhalarıdır!”
Ey kullarini gözeten Allah! “Ya Hafiz”in anlamı budur. Bu duâ son demlerini yaşadığımız hazan mevsiminde bütün bitkilerin, ağaçların, sineklerin, böceklerin hep birlikte yaptığı zikirdir de aynı zamanda! Hepsi gelecek bahara yeniden yeryüzünü şenlendirmek için tohumlarını, çekirdeklerini, yumurtacıklarını yani en kıymetli varlıklarını o güvenli, emniyetli her şeyi koruyan muhafaza eden güçlü ele teslim ederler “Ya Hafiz!” diyerek. Kışın fırtınalarından, soğuklarından emin olurlar böylece. Biz niye sineklerden, bitkilerden geri kalalım ki? “Beni, ailemi, evimi, komşularımı, vatanımı, milletimi, insanlık âlemini… kötülüklerden muhafaza et!” diye niye küllî, umumî bir duâ yapmayalım?
EnsarÎ teyze Bayramın son günü İstanbul’un bir ucunda yer alan aile büyüğümü ziyarete giderken yine bu mânâları geçirdim içimden. “Ya Hafiz!” diyerek çıktım evden yanımda küçük kızımla. Otobüsten inip de Eminönü’nün kalabalığına girmeye hazırlanırken aynı otobüste yolculuk yaptığımız tertemiz giyinmiş zayıf, ihtiyarlıktan beli bükülmüş yaşlı teyzenin telâşı dikkatimi çekiyor. Otobüsün muavinine telâşla bir şeyler anlatıyor. Anladığım kadarıyla yanlış bindiği otobüs, farklı bir yerde indirince değişen yollar onu çok tedirgin etmiş, yardım istiyor. Yanlarına yaklaşıyorum. “Ben de o semte gideceğim teyzeciğim, dilersen birlikte gidelim” diyorum. Koluma giriyor büyük bir memnuniyetle. Hem yürüyoruz, hem de konuşuyoruz. Dediklerini duymak için ben de eğiliyorum hafifçe. Kalbinde stent takılı olduğunu, otobüs farklı yere gidince çok tedirgin olduğunu anlatıyor doğu şivesiyle kesik kesik.. “Teyzeciğim bayram günü yanında biri olmadan iyi cesaret etmişsin” diyorum. “Benim cesaretim takvamdandır!” diyor. İçimden “Hıııı!” diye geçiriyorum. Anlatıyor… “Sabah erkenden evden çıktım, torunlarıma bile haber vermedim. Ceddimi ziyaret ettim. Şimdi evime dönüyorum” diyor. “Teyzeciğim senin ceddin kim? Sen nerelisin?” diyorum. “Ben Diyarbakırlıyım, ama Arap asıllıyım kızım. Ceddim Medineli” diyor. “Teyzeciğim sen Ensarisin. Ne kadar güzel!” diyorum. “He ya Ensariyim. Benim ceddim Eyüb Sultan Hazretleri. Her Bayram onu ziyaret ederim. Ama bu son. Bundan sonra yanımda mutlaka biriyle geleceğim. Çok korktum” diyor. Eminönü İskelesine geliyoruz. Onu dikkatle koltuğuna yerleştiriyorum. O kadar yorgun ki başını omuzuma yaslayıp bir müddet sessizce duruyor. “Teyzeciğim ben sana sıcak bir şeyler alayım, iç, iyice dinlen!” diyorum. “Biz dışardan hiçbir şey yemeyiz kızım! Temizliğe dikkat ederiz. İzin yok!” cevabını veriyor. Mahcub oluyorum. Geminin kantininden bir şeyler almak için mızıklanan kızıma “Sen de dışardan bir şey yeme! Bu sana teberrüğümdür. Paramı da haşladım gerçi” diyerek para uzatıyor. “Paranı haşladın mı teyze?” diye gülüyorum. O da gülüyor. “Biz Araplar bütün parayı bozdurunca ‘haşladık’ deriz. Sen de öğren” diyor. Hoş, keyifli bir deniz yolculuğu yapıyoruz. İskeleye inerken “Teyze seni evine ben götüreceğim, merak ederim” diyorum. “Kızım, evimin yolunu biliyorum. Hiç merak etme sen. Ama beni ziyarete mutlaka gel!” deyip telefon numarasını veriyor. Arkasından gidişini izliyorum. Bir taraftan da İstanbul’un silüetine bakıp konuşuyorum içimden: “Ne seninle, ne sensiz İstanbul! Ne kadar gizemlisin! Eşkiyaların çeşit çeşit, ama evliyaların da öyle!” 06.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hikmet gözüyle musîbetler |
Murat bey: “Yeryüzünde neden bu kadar çok acı ve kötülük var? Nur Risâlelerinde bu sorunun hikmeti işleniyor mu?”
Nur Risâlelerine göre kâinâtta gerçek mânâda çirkinlik ve kötülük yoktur. “O her şeyi en güzel şekilde yarattı”1 âyeti her bir çirkin görünen şeyde de birçok güzelliğin gizli olduğunu haykırır. En çirkin görünen şeylerde, en kötü bilinen olaylarda bile hakîkî bir güzellik ciheti vardır. Kâinâtta her şey ya hüsn-ü bizzattır, yani ya bizzat güzeldir. Ya da hüsn-ü bilgayrdır, yani ya da neticeleri itibariyle güzeldir. Çirkinlik ve kötülük gibi gözüken ve insanların hoşuna gitmeyen eşya ve olaylar perdesi arkasında parlak güzellikler ve büyük intizamlar saklıdır. Meselâ bahar mevsiminde korku veren fırtınalı yağmur ve sevilmeyen çamurlu toprak perdesi altında sonsuz derece güzel çiçek ve muntazam bitkilerin tebessümleri saklanmıştır. Meselâ güz mevsiminin haşin ve korku verici tahribâtı, yıkımı ve hazin ayrılık perdeleri arkasında, mevsimlik hayat vazifesi biten nazlı çiçeklerin dostları olan hayvancıkları Allah’ın Celâl tecellîlerinden olan kış hadiselerinin tazyikinden ve zararından korumak için saklamak; soğuk kış perdesi altında da tâze ve güzel bir bahara zemin hazırlamak gibi güzellikler vardır. Meselâ, fırtına, vebâ, deprem gibi ürperti verici ve çâresizlik getiren olayların perdeleri altında pek çok mânevî çiçekler açmaktadır. Söz gelişi bir çok yer altı kaynağı, depremlerin hareketiyle yer üstüne çıkmakta, insanoğlunu mutlu etmektedir. Yerin içi depremlerle ve volkanik fışkırmalarla nefes almakta, sakinleşmekte, böylece daha korkunç fâcialar önlenmektedir. Üstündekilerle birlikte saatte yüz sekiz bin kilometre hızla, korkunç bir hızla dönen yerkürenin içi ve merkezi de her an kaynayan ve kükreyen iki yüz bin derecelik bir ateşle fokur fokur hareketli olmasına rağmen; biz yer kabuğunda, koca ömrümüzde, ancak toplam seksen-yüz saniye bile sürmeyen küçük sarsıntılardan veya bazen korku da verebilen birkaç depremden başka sarsıntı hissetmiyoruz. Oysa dünyanın sahip olduğu baş döndürücü dönüş hızına ve karnında taşıdığı göz karartıcı alev yumaklarına ve volkanik patlamalara rağmen yüz senede duyduğumuz yüz saniyelik sarsıntı, sâkinliğine oranla elbette milyonda bir bile değildir. Yani evimizi kurduğumuz, hayatımızı yaşadığımız dünyada gece gözümüze uyku giriyorsa, gündüz işimize rahat gidebiliyorsak, çok büyük bir sükûnet hâkim olduğunu görmek zorundayız. Yoksa bu hıza ve bu dev patlamalara göre her gün kıyâmetin kopması gerekecekti! Kaldı ki, bu sarsıntıların yer altı zenginliklerini yer üstüne çıkarma gibi, arsız, hırsız, soysuz ve zâlim insanları uyarma gibi çok hayatî fonksiyonlar icrâ ettiğini de gözden kaçırmamalıyız. Öyleyse, dünyayı birer kemer gibi dağlar ile kuşatan ve dağları birer sakinleştirici hazineli direkler kılan Allah’a bu sonsuz iyilikleri için ne kadar şükretsek azdır! Kezâ, meselâ tohumlar görünüşte çirkin görünen bir takım hareketlerin tahrikiyle sünbüllenip güzelleşirler. Bütün inkılâplar, değişimler ve dönüşümler birer mânevî yağmurdur. Sancılıdır, acılıdır, ağrılıdır. Fakat perde arkası güzeldir. Kezâ meselâ otların ve bitkilerin dikenleri görünüşte zarar vericidir. Fakat o dikenler onların savunma silâhlarıdırlar. Kezâ meselâ, atmaca kuşunun masum serçelere saldırmaları görünüşte rahmete ve şefkate uygun düşmez. Fakat bu saldırı serçe kuşunun uçma tekniğini ve kendini savunma yeteneğini geliştirir. Kezâ meselâ, kış mevsiminde kar ve fırtına çok soğuk ve tatsız görülür. Fakat o soğukluk ve tatsızlık perdesi altında toprağın beslenmesi gibi, tohumların çimlenmesi gibi, yeryüzünün mikroplarının kırılması gibi çok sıcak ve şeker gibi neticeler vardır.2 Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre, ne kadar iyilik, güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya Cenâb-ı Allah’ın rahmet hazinesinden geliyor ve husûsî ihsan ve ikrâmının meyveleridir. Musîbetler, şerler, çirkinlikler ve kötülükler ise, âdetullah denilen, Allah’ın tabiatta hâkim kıldığı kânunların uygulanışının çok neticelerinden tek tük küçük ve çapsız çıktılarından ibârettir. Kânunların uygulanışı büyük iyilikler ve hadsiz hayırlar gereğidir. Fakat böyle umûmî kanunlar, küçük çapta da olsa zararlı bazı neticeleri de berâberinde getirebilmektedir. Bu, eşyanın tabiatı gereğidir. Fakat Cenâb-ı Allah—hâşâ—zâlim değildir. Elem ve acı verici küçük oranlı neticelerden zarar görenlere Cenâb-ı Allah husûsî merhametiyle ve şefkatiyle imdat etmekte, kayıplarını gerek âcil bir nimet, kerem ve ihsan ile, gerekse hadsiz ve ebedî âhiret servetiyle telâfî etmektedir. Netice olarak her zaman ve her yerde, musîbete düşen, belâya uğrayan, acı ve ıztıraplara gark olan, zarar gören ve ağlayıp inleyen her canlının ve inancı olsun-olmasın her insanın imdat çağrılarına, feryatlarına ve ağlamalarına herkesten önce yetişen, imdat eden, acısını hafifleten, derdine derman yetiştiren, hastalığına ilâç yaratan ve acısına karşılık mânevî lütuflar yağdıran Cenâb-ı Allah’tan başkası değildir.3 Konuyla ilgili şüphesiz çok sayıda âyet ve hadis vardır. Biz bir hadis-i kudsî ile teyid edelim: Allah Teâlâ buyurdu ki: “Mü’min kullarımdan birine bir belâ ve hastalık verdiğimde Bana hamd eder ve verdiğim belâ ve hastalığa isyan etmeyip sabır gösterirse, yatağından kalktığında annesinden doğduğu günkü gibi günahlardan temizlenmiş olarak kalkar. Allah hafaza meleklerine şöyle buyurur: ‘Ben bu kulumu yatağa esir ettim. Ve ona belâ verdim. O halde ondan önce sıhhatteyken kendisine yazmış olduğunuz sevapları yazmaya devam edin.’”4,
Dipnotlar:
1- Secde Sûresi: 7: 2- Sözler, Y. A. Neşr., Germany, 1993, s. 210, 211 : 3- Şuâlar, s. 33, 34 : 4- Câmiü’s Sağîr, 3/1274. 06.12.2009 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Biz durunca, hayat durmuyor |
8 yaşındaki kızımla, evimizin yakınındaki bir parkta sonbahar gezintisi yapıyoruz. Sonbahar, bir insan gibi konuşuyor insanla. Bu etkiden olacak ki, ilk cümleler kızımdan geldi. “Baba, tıpkı ilkbahar gibi değil mi? Her şey çok güzel. Rengârenk.” Gerçekten de, sonbaharla konuşmadan uğurlamamalı onu. Öyle derin mesajları, öyle farklı ve özel kompozisyonları var ki, ancak yaşanır cinsten. Sarının bu derece renk cümbüşü ancak bu mevsimin ürünüdür. İnsanın ayrı bir penceresi açılıyor bu hüzün mevsiminde. Yani Yaratıcının, insanın nazarını celbetmek için öyle san'atları var ki. Akıl bunlardan kaçamıyor. Onun için kâinat, büyük bir kitap gibi okutuyor kendini. Lütfen, alın çocuklarınızı ve yakınınızda bulunan bir parkta, bir sonbahar penceresinden izleyin hayatı. Göreceksiniz herkes farklı şeyler bulacak düşünmek için. Kızımın, “Baba, hayvanat bahçesindeki hayvanları izler gibi izliyoruz parktaki ağaçları. Hem de hayvanlar renk değişimine uğramıyorlar. Burası daha canlı…” demesi, tefekkürün güzelliğini gösteriyordu.
*** Evet, hepimiz bir şekilde bir yerlerden başlayıp, bir yerlere uğrayarak, bir yerlere doğru hızlıca geçip gidiyoruz hayattan. Çok hızlı yaşanıyor her şey. Zaman, akıl ermez derecede ürkütücü ve hızlı geçiyor. Ne olduğunu, nasıl olduğunu kimse anlamıyor. Çok hızlı giden bir araçtan geride kalanlara bakakalmak gibi geçen zaman. Bir süreçtir geçip gidiyor. Kimi memnun bu gidişten, kimi ise gayr-i memnun. Ama her şey olacağına varıyor. İnsan, şöyle bir yakın zamanına baktığında, nice kahramanların, nice güçlülerin, nice makam, mevki ve imkân sahiplerinin her şeylerini bırakarak göçüp gittiklerini görüyor. Gelen, gidiyor. Olan da olmayan da; açlığı bilmeyen de, tokluğu bilmeyen de gidiyor. Kural böyle. Kural Koyucunun rızası aranmalı o vakit. Ama acı olan şu ki, kimse yaşadığı gün içinde anlamıyor bu gidişi. Ne zaman ki, yatağa düşer, nefes daralır ve gidiş ciddîce kendisini hissettirir o zaman anlamaya çalışıyor insan, tabiî o da geç oluyor. Yaprağın dalından kopması, içinden geçip gittiğimiz sonbahar gibi. Hayat, tıpkı yaşanan mevsimler gibi. Kendini vazgeçilmez gibi kabul edenler, her şeyden vazgeçip gidiyorlar. Komşumuz esnaf beyefendinin, çoğu zaman dükkânına gelişini izlerdim. Dükkâna geldiğinde, elemanlarına karşı yüksek bir ses tonu kullanır ve kendisi geldiğinin hissedilmesini sağlardı. Kendisi olmasa bütün işlerin duracağı inancı vardı. Biraz da alışkanlık. Hani patron deniyor ya. Öyle bir şey. Patron geldi, patron gitti.. falan falan. Derken, kendisinin kullandığı araçta, bir kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumdu. Yine ne acı ki, hastane ve defin işleri sürdürülürken, dükkânda işler devam etti, düşünün ki, ‘Taziyemiz var, kapalıyız’ notu bile yer almadı. Tabiî patron da ebedî âlem işlerine devam etti. Hayat bu, yine, dur-durak yok. Anlaşılan biz durunca, hayat durmuyor. O zaman kendimizi hayata göre değil, hayatı kendimize göre ayarlamalıyız. Herkesin kıyameti, kendi hayatının ölümüdür. Bazı günler evden, bazı günler iş yerinden, dostlardan, akrabalarımızdan ayrılırken, bir daha hiç dünya gözüyle görüşmeyeceğiz duygusunu taşıyarak ayrılmalıyız. Ki buna hazırlıklı olalım. Gelecekte mutlaka olacak olanı, bazen olmuş gibi değerlendirmeliyiz. Değil mi ki olacak, o zaman olmuş gibi yaşamalı, ölmeden evvel ölmeli. Yarın bizim için yok ise, bugün neler yapmalıyız, düşünmeliyiz? Beş yıl sonrası için çokça düşündüğümüzde, yarın yoksa, beş yıl sonrası ne demektir? Çok ötelere gidiyoruz çoğu kez. Oysa yakını yaşamalı insan. Dün gitmiş, yarın yoksa; gün, bugündür. O da içinde olunan ‘an’dır. Evet, düşüncede zaman zaman istemesek de ötelere gideriz, bu belki de planlama için anlamlıdır. Ama önemli olan hayatı yaşarken, gerçeklerden kopmamalı insan. Ömür yürüyüşü, yakışmalı insana. İnsanca, kulca… Yaratan’a lâyık bir kul olarak, kahramanlar gibi geçti gitti desinler… İnsan, bu hayat sahnesinden bir ‘aziz’ olarak çekilmeli. Yakışan budur. İşte bunu desin insanlar. Bu, zaten bir sonuçtur. 06.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Dertleri de dağıtalım |
Dünya ülkeleri ‘küresel ekonomik kriz’i en az zararla geride bırakmanın hesabını yaparken, bu işin çok da kolay olmayacağı anlaşılıyor. Bazı ‘kriz kâhinleri’ ikinci bir krizin kapıda olduğunu bile söylüyorlar. Bir krizden çıkmadan, ikinci bir krize yakalanma ihtimali en başta fakir ülkeleri düşündüyor. Türkiye, pek çok ülkeye göre daha iyi durumdayken, içten içe bünyeyi kemiren bir hastalığın da farkına varmak mecburiyetinde. Bu hastalık ‘domuz gribi’nden daha öldürücü olduğu halde nedense pek de dikkate alınmıyor. Türkiye’nin temellerini kemiren bu hastalık; ‘gelir dağılımındaki adaletsizlik’ten başkası değil. Türkiye Kamu-Sen Araştırma Geliştirme Merkezinin hazırladığı ‘’Gelir Dağılımının İyileştirilmesi Sorunu ve Politikalar’’ konulu rapora göre Türkiye, OECD ülkeleri arasında gelir dağılımının en bozuk olduğu üçüncü ülke durumundaymış. (AA, 4 Aralık 2009) Rapora göre, Türkiye’de halen en düşük gelire sahip 14 milyon kişi, toplam gelirin yalnızca yüzde 6,1’ini alıyor. Buna karşılık en yüksek gelirli 14 milyon kişi ise toplam gelirin yüzde 44,4’üne sahip. Bu tablo Türkiye’de en düşük gelirli grup ile en yüksek gelirli grup arasında yaklaşık 7,3 kat fark bulunduğu ortaya koyarken, uluslararası bilim çevrelerine göre, bu farkın 8 kat olması durumunda ülkede sosyal patlamalar yaşanabilir. Türkiye’deki yoksulluk aranı da çok yüksek. Danimarka’da nüfusun yalnızca yüzde 2,1’i, Norveç’te yüzde 2,9’u, İsveç’te yüzde 3,2’si, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 5,6’sı, Almanya’da yüzde 10,4’ü Yeni Zelanda’da 13,6’sının yoksulluk sınırının altında olduğu açıklanırken, bu rakamın Türkiye’de yüzde 17,11 olması dikkat çekiyor. Bu tabloyu savunmak mümkün mü? Savunmak mümkün olmadığı gibi, vaktimizi ‘suçlu’ aramakla da geçiremeyiz. Bu tablo sadece bir kişinin ya da bir hükumetin değil; hepimizin sorumlu olduğu bir tablodur. Yapılması gereken şey, bu tablonun Türkiye’ye yakışmadığını kabul edip; yakışan tabloya ulaşmak için gayret göstermek olmalıdır. “Tasada ve kıvançta bir olmayı” gerçekleştirebilsek, pek çok sıkıntıyı da geride bırakabiliriz. Aslında Türkiye maddî anlamda da kendisine yetebilecek imkânlara sahip. Tarım, hayvancılık ve sanayi alanında atılabilecek bazı adımlarla bu hedefe ulaşılabilir. Küçük adımlar atmayı düşünmediğimiz için, koşmayı da başaramıyoruz. Gelir dağılımındaki adaletsizlik konusu önümüzdeki yılların en birinci gündem maddesi olmak durumunda. Türkiye’yi idare etmeye talip olanlar bu konuda yapmayı düşündükleri projeleri millete anlatıp ve çarelerni sıralamak mecburiyetindedir. Bu yönde yeni adımlar atmadan hamasetle, “Biz her şeyi yararız” diyerek bir yere varmamız mümkün değil. Fert fert hepimizin ve ülke olarak da Türkiye’nin çok dertleri var. Bu dertleri paylaşmayı başarabilirsek, gelir dağılımındaki adaletsizliği de sona erdirebiliriz. Fikirleri dağıtmak yerine, dertleri dağıtmayı düşünelim... 06.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Asıl ismi silinmesi gereken yer |
Anayasa’nın geçici 15. maddesinin kaldırılması ve 12 Eylül’ü gerçekleştiren Kenan Evren ile hayattaki diğer darbecilerin yargılanması için yolun açılması hakkındaki öneriler gündeme geldiğinde, “Halka sorsunlar. Eğer halk ‘evet’ der, geçici 15. maddeyi kaldırırsa, o zaman hiç yargılamaya da gerek yok, ben intihar ederim!” diyerek garip bir cevap veren Evren’in isminin verildiği caddeler, okullar bir bir isimlerini değiştiriyor. Son olarak, Marmaris’de, belediye meclisince Kenan Evren Bulvarı’nın adının Cumhuriyet Bulvarı olarak değiştirilmesine (AKP’li 4 meclis üyesinin “hayır” oyuna karşılık CHP’li 11 meclis üyesinin “evet” oyuyla) karar verildi. Evren’e buna üzülmediğini söylerken, “Oraya ismimi ben koymadım ki... Yarın başkası gelir, yine değiştirir” diyerek gülmüş! Evren’in sadece isminin bulvarlardan caddelerden değiştirilmesi yetmez, o dönemin tamamen silinmesi için 12 Eylül ihtilalinin ürünü olan anayasa değişmeli. İşte o zaman esas ismi silinmiş olur.
ESAS BEKÇİ KİM? Siyaset bayramda yaşanın “sessizlikten” sonra tekrar hareketlendi. Başbakan bir köşe yazarının “siyasetçiler az konuşunca ülke rahatlıyor” cümlesine sert cevap verdi, ama partilerin grup toplantılarında söylenen sözlerden sonra da yazarın bu cümlesi adeta haklı çıktı. Bayramın hemen ertesinde hem iktidarın hem de ana muhalefet partisinin grup toplantıları vardı. Gruplarında konuşan Erdoğan ve Baykal arasında bekçi polemiği yaşandı. Önce Başbakan konuştu. Onur Öymen’in Dersim’le ilgili sözlerinden sonra Baykal’ın “şaşkınlık içinde ne yapacağını bilmez bir hale” düştüğünü söyledi. Peşinden de Baykal’ın “60 yıl öncesinden medet umma, Alevilerden sana hayır yok, başka kapıya...” sözüne atıf yaparak, “Sayın Baykal, sen o kapının bekçisi misin?” diye sordu. Hemen ardından konuşan Baykal cevabını verdi. “O kapıyı sahipsiz mi sandın. (...) O kapının bekçisiyiz...” Sadece bu polemiği bile dikkate alırsak bayramının o huzur dolu dört gününün hemen ertesi gününde nasıl siyasetin eski halini aldığını gördük. Siyasette üslupsuzlukta durmak yok yola devam… Polemikten sonra ortaya çıkan “bekçi kim?” sorusu da zihinlerde kaldı.
NEFESİ KESKİN HOCALAR… Bayram öncesinde Danıştay’ın “yürütmeyi durdurma” kararı sorulduğunda “Bayramdan sonra ne ben kalırım ne Danıştay kalır” cevabına bir anlam verilemeyen Bülent Arınç’ın bayramdan sonra ne söyleyeceği merakla bekleniyordu. Arınç, “O sözler gelişigüzel söylendi, bir anlamı yok” diyerek cevap verdi. “Yeter artık sizden kurtulmanın başka yolu yok’ der gibi bir şey söyledik…” diyerek gazetecileri kastettiğini söylerken de başka bir ilginç cümle söylemiş oldu. Arınç’ın, Tunceli Milletvekili Kamer Genç ile başı dertte. Geçtiğimiz hafta Genç, Meclis genel kurulunda öyle bir söz söyledi ki, Arınç, hayli sinirlendi. “Sana anlayacağın dilden cevap vereceğim de Genel Kurul’da değil” dedi. Arınç’ı sinirlendiren söz şuydu: “Sayın Başbakan Yardımcısı, zaman zaman konuşmalarında ağlıyor. Şimdi, ben üzülüyorum tabiîS bir Türkiye Cumhuriyeti devletinin hem vatandaşı hem milletvekili olarak. Yani bir Hükûmet mensubu acaba niye ağlıyor? Bir yeri mi ağrıyor veya bir hastalığı mı var? Üzülüyorum hakikaten…” Buna cevap veren Arınç ise, “Ben sizin bu kadar terbiye dışı ve ahlâk dışı işler yaptığınızı çok merak ediyordum ama bunun sebebini buldum, sizde gözyaşı yok” dedi. Genç konuşmaya devam etti: “Elbette ki acılı olaylara ağlanır, ama Hükûmetin belli bir makamına gelen insan ağlamaz, ağlarsa gizli yerlerde ağlar. Ha, bizim orada nefesi keskin hocalar var, böyle işte, okumayla-mokumayla gayriihtiyarî ağlamaları giderecek dualar falan yapıyor dedim, yani bir yardımcı olayım diye, onun için söyledim.” Bu konuşmalardan sonra Genç’in üfürükçü hocalarla tanışıklığı ortaya çıkarken, Arınç bu sözlere –şimdilik- cevap vermedi ama bu sözü ortada bırakmayacağı da muhakkak. Bakalım “üfürükçü hoca polemiği” nereye varacak… 06.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Birinci Avrupa” ile “İkinci Avrupa” ayrışıyor |
İsviçre’deki “minare yasağı”, sadece Batı’nın çirkin yüzünü deşifre etmekle kalmamakta, Bediüzzaman’ın târifiyle “iki Avrupa” gerçeğini bir defa daha ortaya çıkarmakta. “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir” ikazıyla başlayan Bediüzzaman’a göre, “Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye (insanlığın sosyal ve medenî hayatına) nâfi (faydalı) san’atları (sanayii) ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünûnları (fenleri, ilimleri) tâkip eden ‘ birinci Avrupa.” Diğeri, “felsefe-i tabiiyenin (inkârcı, maddeci, tabiat felsefesinin) zulmetiyle (karanlığıyla) medeniyetin seyyiâtını (kötülüklerini, çirkinliklerini) mehâsin (iyilikler ve güzellikler) zannederek beşeri (insanlığı) sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ‘ikinci Avrupa.” (Lem’alar, 167-172) Doğrusu “başörtüsü yasağına onay”la “camilerde minare yasağı”, bu “iki Avrupa”yı âdeta ayrıştırmakta. Avrupa’nın “inanç ve din özgürlüğü” sicilini lekeleyen yasaklı referanduma Avrupa’dan yükselen tepkiler, “iki Avrupa”nın ana umdelerini belirlemekte. İnsanlığı kasıp kavuran inançsızlık, ahlâkî aşınma, mimsiz medeniyetin fantezileriyle azan sefâhet ve artan sefâlet felâketine karşı Müslümanlarla Hristiyanların işbirliğini istemeyen tahribatçı mihrakların komplosuna gelinmekte. Ve bizzat Avrupalıların ikrarıyla, “doğru İslâmiyeti” tanımayan Avrupa’yı oyuna getirmekte…
MİNARE YASAĞI VE “İKİ AVRUPA” GERÇEĞİ Öncelikle İsviçre Dışişleri Bakanı Micheline Calmy-Rey’in, hükûmetin yasaktan büyük kaygı duyduğunu ve farklı kültür ve dinlerin bir arada yaşamasına konulan sınırlamaların İsviçre’nin güvenliğini de tehlikeye attığını söylemesi, bunun ilk ifâdesi. İsviçreli Müslümanların toplumla iyi kaynaştıklarını nazara veren bakanın, “referandum”un provokasyon riskinin aşırılığı alevlendirdiğine dikkat çekmesi, oldukça anlamlı. Keza 56 üyeli Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşikilâtı’nın Atina’da yapılan dışişleri bakanları toplantısında, yasağın AGİT’in kuruluş esaslarından olan din özgürlüğü ile bağdaşmadığının belirtilmesi ve düzeltilmediği takdirde “Avrupa’da kültürel soğuk savaşı başlatacağı” uyarısı, Avrupa’nın yanlışı itirafının ilk işâreti... Almanya Kuzey-Ren Vestfalya eyâleti Uyum Bakanı Armin Laschet’in, göç toplumunda dinler ve kültürler arası diyalogun ve temel hakların başında gelen din özgürlüğünün halk oylamasına götürülemeyeceğini kaydetmesi, Avrupa’da yankılanan sağduyulu seslerden. Yine Yeşiller Partisi Eş Başkanı Claudia Roth’un, “Bu oylamayla din özgürlüğü ayaklar altında alınıyor” eleştirisi, aynı partinin Federal Meclis Üyesi Jerzy Montag’un, “din özgürlüğüne müdahale” açıklaması, hukuka ve insan haklarına saygılı Avrupa’nın feverânı. BM İnsan Hakları Yüksek Temsilcisi Navi Pillay’ın, “yabancı düşmanlığını kışkırtan derinden bölücü bir kampanya” dediği referandumu kınayıp, yasağın “ayrımcılık” ve “uluslararası hukukla çeliştiği” tesbiti, bunun te’yidi. Keza Vatikan’ın minare inşaatı yasağını “aymazlık” olarak niteleyip “endişe verici” ikazından Alman Katolikleri Merkez Komitesi Başkanı Alois Glück’in, “insanların bir arada yaşamasına zarar veren bir havanın oluşturulduğu” yorumuna; Almanya Kültürlerarası Konseyi Başkanı Jürgen Micksch’in oylamayı “felâket” olarak tanımlayıp “Müslümanlara karşı bir ırkçılık” değerlendirmesine kadar Avrupa’dan iletilen itirazlar,“adâlet ve hakkaniyete hizmet eden ‘birinci Avrupa’”nın açık alâmetleri… Özetle Danimarka Halk Partisi’nin Başkanı Pia Kjeaergaard’un yasağı savunmasına mukabil, İsviçre Federal Meclisi ve Eyaletler Meclisi’nin, yasağın BM İnsan Hakları Beyannâmesi ile din özgürlüğünü koruyan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesine ve insanlara din, dil ve ırklarından dolayı ayrımcılık yapılamayacağını teminat altına alan 14. maddesine aykırı bulması, “iki Avrupa” gerçeğine âdeta ayna tutmakta… AVRUPA’NIN ŞAŞIRTILMASI Görünen o ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine şikâyeti durumunda İsviçre “Avrupa prensipleri”ni ihlâl etmekten suçlu bulunacak. Yıllarca sürebilecek davadan itibarı zedelenecek. Gerçek şu ki AİHS’nde güvence altına alınan, vatandaşların dinlerini öğrenmeleri ve yaşamaları yasası çiğnenmekte. 17. maddesinde, “devletin, hiçbir suretle topluluğa veya vatandaşlara sözleşmede tanınan hak ve özgürlükleri yok edemeyeceği veya sınırlandırmayacağı” hükmü hiçe sayılmakta. Neticede her ne kadar AB üyesi olmazsa da Avrupa’nın bir parçası olan İsviçre’nin bu tavrı, AB kriterlerinin başında gelen, “tüm bireylerin, herhangi bir ayırım yapılmaksızın dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî görüş ve felsefî inanç veya dinine bakılmaksızın tüm insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlandırılması; düşünce, vicdan, din ve ibâdet özgürlüklerinin sağlanması” perspektifiyle tam tezat teşkil etmekte… Bediüzzaman’ın tesbitiyle, Avrupa’yı “sefâhet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa!” haline getirmek isteyen, “Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehâsı ile ruh-u beşere (insanlığa) cehennemî hâleti hediye eden” dinden ve mâneviyattan bîbehre bozguncu küresel fesad şebekeleri İsviçre’yi ve Avrupa kamuoyunu şaşırtmakta… Avrupa’yı, “ikinci bozuk Avrupa” yapmaya uğraşan; İlâhî esaslardan uzaklaştırarak ahlâken çökertip, madden ve mânen perişan ederek “çürük ve esassız esaslar”la ifna etmeye uğraşan ifsad odakları, Avrupa’yı bu derekeye düşürmekte… 06.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
El Kaide’nin eylem felsefesi |
Yeri geldikçe bu sütunlardan İslam adına terör suçu işleyenlerin İslamiyet’e gayrimüslimlerden daha büyük zarar verdiklerini dile getiriyoruz. Biz genel olarak İslamiyet’in imajına verdiği zarardan dem vuruyorken, esas itibariyle can kaybı anlamında da durumun böyle olduğunu görmek bizi şaşırtmadı. ABD’nin Terörle Mücadele Merkezi’nde yapılan bir araştırmayı Alman Der Spiegel dergisi geniş olarak haberleştirdi. Biz de araştırma sonuçlarını bu kaynaktan duyduk. Buna göre El Kaide ve onun taşeronu olan terör örgütlerinin üstlendiği ve 2004-2008 yılları arasında gerçekleşen 313 saldırıda toplam 3010 kişi hayatını kaybetmiş. Bu saldırılara 2004’teki Madrid ve 2005’teki Londra metro saldırıları da dahil. Buna rağmen El Kaide’nin üstlendiği bu saldırılarda ölenlerin sadece 371’i, yani yüzde 12’sini batılılar oluşturuyor. Yani gayrimüslimler... Araştırma raporunu kaleme alan üç kişiden ikisi Müslüman. Scott Hefstein, Nasır Abdullah ve Muhammed el Ubeydi raporu hazırlarken sadece El Kaide’nin üstlendiği saldırıları dikkate almışlar. Rapor özellikle saldırılarda ölenleri “batılı ve batılı olmayan” diye ikiye ayırmış. Burada “batılı her kişi aynı zamanda gayrimüslimdir” gibi bir genellemenin yanısıra, “batılı olmayan da muhakkak Müslümandır” gibi bir anlayış benimsenmiş. Halbuki batılılar arasında Müslümanlar olabileceği gibi, El Kaide’nin sözgelimi Irak’ta öldürdüğü insanlar arasında Yezidi ve Hıristiyanlar olduğu ve hatta El Kaide’nin güya “kafir” olarak nitelediği Şiilerin de çoğunlukta olduğu göz önünde bulundurulmamış. Elbette raporu hazırlayanlar Sünni ve Şii kurbanlar arasında bir ayrım gözetmemiş ki doğru olan da budur. Aynı şekilde rapordan çıkartılan bir başka sonuç da, “El Kaide’nin Batılı düşmanlarına darbe vurma ihtimali düşük olduğu için Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde saldırılar düzenleyerek gündemde kalmaya çalıştığı” şeklinde. Bir başka ilginç sonuç da, El Kaide’nin ilk ortaya çıktığı günlerden bugüne eylem felsefesinde ciddi bir değişiklik olduğunu gösteriyor. Buna göre, araştırmacılar 1995-2003 arasında elde edilen verilerle kendi araştırmalarının sonuçları karşılaştırıldığında El Kaide’nin artık saldırılarında “ayrım gözetmediğini” belirtiyor. Evet “cihat” uğruna belirlenen hedeflerde El Kaide “ayrım gözetmiyor”. Şüphesiz İslam adına terörist faaliyetlerde bulunan El Kaide’nin felsefesi sakattır. Ancak bu araştırma raporunu hazırlayanların bakış açısı da çok sağlıklı değil bize göre. Zira İslamiyet’in öngördüğü gerçek anlayışta savaş durumunda olunsa bile insanlar ancak “masum ve masum olmayan” şeklinde kategorize edilebilir. Zira İslam’a göre “haksız yere adam öldürmek” ve “masumlara zarar vermek” büyük ve affedilmez birer cinayettir. Dolayısıyla El Kaide denilen bu örgütün saldırılarında ölen insanların yüzde yüzü batılı yani gayrimüslim bile olsa, bu onların dâvâlarını haklı çıkarmazdı. Ancak yine de, El Kaide’nin saldırılarında öldürülen Müslüman sayısının, gayrimüslimlere oranla sekiz kat fazla olması ibretlik bir neticedir. Her bir gayrimüslime bedel, sekiz Müslüman’ın canına kıyılmış... Üstelik öldürülen bu insanların tamamı neredeyse masumdur. İşte en büyük cinayet de bu noktada vuku bulmaktadır. Masumların haksız yere öldürülmesi... Bundan 3 yıl önce tam da Saddam Hüseyin idam edilirken, ziyaret ettiğimiz Irak’ta, El Kaide ve ona bağlı örgütlerin Iraklı Müslümanların çocuklarını kaçırıp fidye istemelerine şahit olmuştuk. Bu şekilde kaçırılıp fidye ile kurtarılan bir küçük kız çocuğu ve babasıyla da röportaj yapmıştık. Eğer parayı vermeseler o masum Müslüman kız çocuğu El Kaideciler tarafından öldürülecekti. Aynı şekilde Şii kökenli “mücahitlerin” insanları isim ve doğum yerlerine bakarak infaz ettikleri anlatılmış hatta bununla ilgili çeşitli video görüntüleri izlemiştik. O zaman bu kişilerden isimleri Ömer yahut Bekir olanlar derhal infaz ediliyordu... Bu ve bunun gibi binlerce kanı donduran hikaye dinledik... “Cihat” adı altında işlenen cinayetler ne yazık ki “cihat” gibi farz ve kutsal bir görevin ne kadar yanlış anlaşıldığının göstergesidir. Bunda elbette batılı şer odaklarının da parmağı olduğu aşikar ve bilinen bir şey... Ancak esas problem Müslümanların dinlerini bilmemeleri ve cehaletleri sebebiyle bu tuzaklara düşmeleridir. Netice itibariyle en büyük cihat olan “nefisle cihadı” anlamamış ve yapmamış insanların ellerine silah vererek yahut bellerine patlayıcı bağlayarak cihat meydanlarına göndermenin İslamiyet’e fayda getirmeyeceği yaşanılan bu tür acı tecrübelerle anlaşılmakta... Ancak şüphesiz esas olan, bu hakikatlerin binlerce masum cana kıyılmadan önce anlaşılabilmesidir... 06.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Hizmette motivasyon |
Üstadın lâhika mektuplarını okuduğumuzda, baştan sona hizmet gündemli mesajların verildiğini; bilhassa sadakat, sebat ve şevki mutlak gibi esaslara tahşidat yapılarak Nur talebelerinin münhasıran hizmete odaklı bir motivasyon atmosferinde çalışmaya devam etmeleri gereğinin vurgulandığını görürüz. Bu dersleri sürekli tazeleyen hizmet erbabının dünyasında yeis, ümitsizlik, yılgınlık, bezginlik, yorgunluk, atalet, tevakkuf gibi ârızalar olmaz. En olumsuz ve sıkıntılı gibi görünen şartlarda bile “Benim vazifem hizmettir, neticenin takdiri Allah’a aittir” prensibini esas alarak yola devam eder. Zahirde şer gibi gözüken hallere de kader cihetiyle bakar, “Kader fetva verdiğine göre mutlaka altında benim şimdilik göremediğim ince sır ve hikmetler vardır” diyerek, onlara takılmaz. Dahası, “Beni sıkan bu hadisede, nefsimin itiraf etmek istemediği gizli kusurlarımla bu duruma müstehak hale gelmemin de payı var mutlaka” der ve o kusurlarının izalesi için gayret eder. Yani, o sıkıntıdan dolayı başkalarını suçlayıp sorumlu tutmak yerine, kendi nefsine yönelik samimî bir özeleştiri yaparak yine kazançlı çıkar. Çünkü o hali, o kusurlardan arınma fırsatı olarak değerlendirmek suretiyle, zorlu bir imtihanı daha yüzünün akıyla vermenin huzurunu yaşar. Bu çabasında ona ışık tutup yol gösteren çok önemli bir düstur da, Üstadın “Dünya ücret değil, hizmet yeridir” sözüyle ifade ettiği hakikattir. Onun için, dünyada rahat aramak, hele “ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) sahil-i selâmete götürmekle vazifeli bir sefine-i Rabbaniyenin hademeleri” olarak tavzif edilmiş hizmet erbabının kesinlikle uzak durması gereken bir gaflet halidir. “Zindan-ı atalete düşüş” sebeplerimizin tahlil edildiği bahsin sonunda, fıtraten heyecanlı ve hareketli bir yaratılışa sahip kılınan insanın, gerçek bir rahatlığı tembellik ve rehavette değil, ancak çalışma, gayret ve mücadelede bulabileceği gerçeğine dikkat çekilmesi de bunun bir ifadesi. Keza, manilerin şiddetlenmesi halinde gayret ve hamiyeti daha fazla arttırma ve engelleri bu yolla bertaraf etme tavsiyesinde bulunulması da. Gerçek şu ki, imtihan meydanı olan dünyanın cevrü cefası, gamı, tasası ve sıkıntısı hiç bitmez. Eğer hizmet etmek için onların bitmesini beklersek, çok büyük bir yanılgıya düşmüş oluruz. Onun için, yapmamız gereken, biri bitip biri başlayan, hattâ bazan hepsi birden üzerimize çullanan o zorluk ve sıkıntıları, kaderin bizi değişik açılardan imtihan etmek ve “Altın mı, bakır mı?” diye mihenge vurmak için önümüze çıkardığı, aşmamız gereken çıtalar olarak görüp, onları geçmeyi de hizmetin gereği saymak olmalı. Nitekim Peygamber Efendimiz (a.s.m.) başta olmak üzere bütün Peygamberlere ve onların izinden yürüyen hak yolcularına baktığımızda, hayatlarının hep meşakkat ve zorluklarla geçtiğini, ama bunlardan hiç şikâyet etmeden vazifelerini en iyi şekilde ifaya odaklandıklarını görürüz. Üstadın ve beraberindeki saff-ı evvel Nur talebelerinin hayatları da aynı şekilde. Üstelik bizim karşı karşıya olup da şikâyet ettiğimiz sıkıntılar, onların muhatap olduğu ve muazzam imanlarının verdiği güç ve enerjiyle aştıkları şartlarla kıyas dahi kabul etmeyecek kadar basit ve sıradan. Bunu daha iyi anlayıp hissedebilmek için, ağır sürgün şartlarında yazılan Kastamonu ve Emirdağ lâhikalarını, özellikle de Denizli ve Afyon hapislerinde kaleme alınıp Şuâlar’da neşredilen cezaevi mektuplarını bu gözle tekrar okuyalım. Göreceğiz ki, o mektuplardaki şevk mesajları, bizi, son dönemde revaç buldurulmaya çalışılan kapitalist mantık ürünü ve yapay kişisel gelişim şablonlarına ve motivasyon formüllerine asla ihtiyaç bırakmayacak muhteva ve derinlikte, kesintisiz bir manevî enerji kaynağına ulaştırıyor. O kaynakla irtibatımızı sürekli kılabilir ve yine o kaynağın verdiği müfritane irtibat düsturuyla, sorunları “haklı şûrâ” zemininde meşveretle çözebilirsek, ne sıkıntı kalır, ne de tevakkuf olur... 06.12.2009 E-Posta: [email protected] |