Basından Seçmeler |
Çİfte standardIn gölgesİnde YAŞ toplantIsI
Yüksek Askeri Şûra, 28 Şubat dönemindeki ihraçlara muhatap personel ile bugünlerdeki Ergenekon suçlamasına muhatap personele karşı gösterdiği çifte standart bir tutumun gölgesi altında toplandı. Geçmişte, ihraç işlemine maruz kalanların eğer bir suçu olsa idi hiçbir tereddüt gösterilmez, derhal yasal işlem yapılırdı. O dönemde bizzat bendeniz, bir kolorduda kıdemli askerî savcı olarak görevli idim. Dönemin kolordu komutanı, kolorduda 400-500 kadar şüpheli/sakıncalı personel bulunduğunu, bunlar hakkında usulen soruşturma emri vereceğini, iddianame yazmamı, bu iddianamelerin Askerî Şûra dosyalarına belge olarak konulacağını belirtmişti. Suç unsuru yok ise iddianame yazamayacağımı belirtince, soruşturma açmaktan vazgeçmişti. Ancak benim sicilime, “kendi ideolojik görüşüne mensup olanlara ayrıcalıklı davranır, bunların davalarına bakmaz” şeklinde bir kayıt düşmüş. Bu sicil, benim ihraç gerekçem yapılmıştı. Yani, 28 Şubat döneminde ihraç edilenlerin suçu olmasa bile yargıya sevkini isteyen bir tutum mevcuttu. Ama çoğu personel, hiçbir cezai takibat gerektirecek suçu bulunamadığından, “yasa dışı faaliyetlere karışanlar” kılıfı ile ihraç edildi. Günümüzde tam tersi bir süreç yaşanıyor. Ortalık haklarında yasa dışı eylemlere karıştığına dair iddianameler düzenlenen personelden geçilmiyor. Yüksek Askerî Şûra dosyalarına konulacak ve verilecek kararlara gerekçe teşkil edecek çok vahim iddialar ve bu iddiaların dayanağı olan belgeler mevcut. Ancak, YAŞ’a sevk bir yana, “hükmen sabit olmadıkça kişi suçlu sayılamaz” şeklindeki masumluk ve suçsuzluk karinesi ve hukuk devleti ilkesi öne sürülüyor ve cadı avı yapılmayacak şeklinde güvenceler veriliyor. Yasalardaki açığa alınmayı gerektiren, hatta ihracı gerektiren hükümler işletilmiyor. 28 Şubat’ta kişilerin aleyhine olarak hukuka, hatta yasalara riayet edilmezken, bugün kişilerin lehine bir tutum ile yasal kurallar dikkate alınmıyor. Ortada tam bir çifte standart söz konusu... HUKUKSUZLUĞUN ADI: 28 ŞUBAT 28 Şubat sürecinde ihraç edilen personelin ihraçlarını sağlayacak yasal kılıf, ideolojik bir grup olan BÇG mensubu personel tarafından oluşturulmuştur. Ölçü hukuk değil, BÇG’nin ideolojik şablonudur. Bu modele uymayan personelin sicil amirlerinin gerçek kanaate dayalı olarak verdikleri yüksek sicillerinin değiştirilmesi için amirlerine baskılar yapılmıştır. Bunlara takdirname verilmesi önlenmiş, yüksek sicili değiştirmeyen ya da takdirname veren amirler de “irticayı himaye ediyor” suçlamasına maruz kalmışlardır. Çoğu amirler de, böyle bir suçlamaya maruz kalma korkusu altında başarılı olduğu halde, ihracı istenen personelin önceki yüksek sicillerini değiştirmek, takdirname vermemek, yeni sicillerini düşük vermek zorunda kalmışlardır. Bu personelin şahsi dosyaları incelendiği takdirde, daha önce çok sayıda takdirname aldıkları, disiplin düzeyleri ve başarılarının bu takdirnamelerde ve düzenlenen sicillerde açıkça yansıdığı, ancak 28 Şubat süreci ile birlikte sicillerinin düştüğü ve takdirname verilmediği bariz bir şekilde görülecektir. Dönemin Genelkurmay Adli Müşaviri’nin tekemmül ettirdiği ve önlerine koyduğu dosyaları imzalamışlardır sadece. Bir toplantıda incelenmesi mümkün olmayan yüzlerce dosya işlem görmüştür. Şûraya iştirak eden başbakan, cumhurbaşkanı, millî savunma bakanı da dosyaların incelenmediğini bilmektedirler. Bu kararların altına imza atan asker üyeler de vicdanlarına sorarlarsa, gerçeğin tam da böyle olduğunu hatırlayacaklardır. Kısaca 28 Şubat dönemi, hukukun ayaklar altına alındığı bir dönemdir. Nitekim, Prof. Dr. Tabip Kd. Albay Mustafa Kahramanyol’un TSK’den ihracının basına yansıyan içyüzü, bu konuda somut bir örnek teşkil etmektedir. Şûra üyesi iki general, Sayın Kahramanyol’un eski eşine, diğer üyeleri ihraç kararını onaylamaya ikna edecek gerçek dışı isnatlar içeren mektuplar yazdırmak suretiyle ihracını sağlamışlardır. Ama Kahramanyol, bu kararın yasal sonuçlarından etkilenmeye devam etmektedir. 28 Şubat döneminde pervasızca kırıp dökerek hukuku hiçe sayıp, binlerce insanın ezilip geçilmesine karşılık; bugünlerde “suçluluğu hükmen sabit olmayanlara, suçlu muamelesi yapılamaz” türünden hukuk ilkeleri ile sahip çıkılması açık bir çifte standart değil midir? Oysa, bugün suçluluklarına dair, bağımsız ve tarafsız yargı kurumları tarafından kuvvetli deliller, suç aletleri, dokümanlar, suç unsuru eylemler isnadı içeren iddianameler yazılan personel söz konusu... Elbette suçlulukları hükmen sabit değil... Onların da masumluk karinesinden yararlanmaları gereklidir. Aksini de savunmuyoruz. Ama bu ülkede böylesine bir suçlamaya maruz kalmadığı halde, yargısız, sorgusuz, savunmasız binlerce kişi, birilerinin kafasında suçlu kabul edilerek ihraç edildi. Bu işlemin yasal sonuçlarını yaşamaya devam ediyor bu insanlar... Bir tarafta yargılanmayan; haklarında sabit bir hüküm bulunmayan, buna karşılık adeta yargılanmış ve hüküm giymiş gibi yasal sonuçlara katlanmaya devam eden insanlar; öte yanda ise koruma altına alınan, alınmaya çalışılan personel... Öncekiler bu ordunun üvey evlatları mı idi? Devletin üvey vatandaşları mı idi? Bu insanlar kendilerine kulak verecek bir merci bulamadılar bu ülkede. İlahi adalete sığındılar, ahları, bedduaları yeri göğü kuşattı... MASUMİYET KARİNESİYLE TANIŞANLARIN VİCDAN BORCU Devlet kurumlarının hukukla sınırlanmasını ve hürriyetlerin korunmasını sağlayacak başlıca teminat müesseselerinden birisi “yargı denetimi”dir. Yargı denetimi, yapılan işlem ve eylemlerin hukuka uygunluğunun tespiti ile herkesin hukuk kuralları çerçevesinde muamele görmesini, hukuka aykırılıkların ortadan kaldırılmasını sağlayan, çağdaş hukuk devletinin en temel unsurudur. Hukuk devleti ilkesini ihlal eden sebeplerden birisi de, tarafsız yargı tarafından işlem ve eylemlerinin hukuka uygunluğu denetlenemeyen kurulların mevcudiyetidir. “Gizli” ve “yargı denetimi dışı” bir idari işlem ne derece hukuka, yasaya uygun olabilir ki? Bir kurula, yargı denetimi dışında ve gizli kararlar alma yetkisi vermek, ta başlangıçta, o kurula “sen hukuk ile bağlı değilsin” demek değil midir? Böyle bir yetki, keyfiliğe yol açmaz mı? Her şeyden öte, böyle bir yetki ve bu yetkiye sahip bir kurul hukuk devleti ile nasıl bağdaştırılabilir? Bugünlerde hukuku akıllarına getirenlere, geçmişlerinde yaşattıkları hukuk dışı uygulamaları hatırlatıyoruz... Hiç kimsenin “hükmen sabit olmadıkça” suçlu sayılamayacağı bir ülkede(!), haklarında hiçbir hüküm bulunmadığı halde suçlu sayılmanın yol açtığı yasal sonuçlara katlanan, cadı avına maruz kalmış olan insanlar bulunduğunu hatırlatıyoruz. Eğer masumluk karinesi açıklamalarında samimi iseler, onları bir açılım yapmaya, YAŞ ihraçlarındaki haksızlıkların telafisine, hiç değilse süregiden etkilerini ortadan kaldırmaya davet ediyoruz. TBMM İnsan Hakları Komisyonu ile ortaklaşa bir alt komisyon oluşturarak, tüm ihraç dosyalarını incelemelidirler. Bu komisyon ihraç edilen ilgili personeli de dinleyerek hazırlayacağı raporunu TBMM’ye ve YAŞ’a sunmalıdır. Eğer ülkemizde hukukun üstünlüğü inşa edilecekse, geçmişte yargı denetimi dışı uygulamaların kırıp döktüğü insanların hukuku telafi edilmelidir. Bu, “masumiyet karinesi” noktasına gelenlerin bir vicdan borcudur.
Yusuf Çağlayan (Emekli Askerî Hakim) Zaman, 5.12.2009 |
06.12.2009 |
Yüksek yargı, yüksek tanzim
BİLİYORUZ, görüyoruz ve yaşıyoruz, biri TSK, diğeri de yargı olmak üzere iki resmi kurum her türlü toplumsal dönüşüme karşı direniyor. Değişmez statüko dayatıyorlar. Daha doğrusu, bu direniş onların “üst” ve “yüksek” kademesine odaklanıyor. Eh, andıçlarla, Ergenekonlarla, ıslak imzalarla, “Kafes”lerle gerçek artık körlerin bile gözüne girdiğinden, bugün cihet-i askeriyi kenara bırakıp sırf o yüksek yargıya değineceğim. ««« DANIŞTAY’ın inanılmaz bir ideolojik bir kararla ve de sıkı durun, “eşitlik” (!) adına meslek lisesi öğrencilerine üniversite kapısını kapatmasından sonra İsmet Berkan Salı günkü “Radikal”de, “Bu Danıştay Tanzimat Fermanı’nı Bile İptal Ederdi” başlığını kullanmıştı. Evet, ederdi! Ez kaza eğer 1839 yılında da mevcut olsaydı, Mustafa Reşit Paşa’nın dahi gözünün yaşına bakmaz ve İmparatorluk tebaası arasında asgari eşitlik sağladığı için Türk - Osmanlı modernleşmesinde kilometre taşı oluşturan hatt-ı hümayunu da çöpe atardı. Ve şüphe yok ki bu kararını da bir önceki “devlet ideolojisi”ni korumak adına alırdı. Din veya laiklik önemli değil, belirleyici noktayı statükonun değişmezliği oluştururdu. ««« BU devlet fetişisti hukuk anlayışının kökeni modern zamanlarda Hegel’e uzanır. Uç noktadaki teorisyeni ise işi bir ara Nazilerle flörte vardırmış Carl Schmidt’tir. Formülü de “mutlak yasal olan şey yalnız mutlak devlettir” şeklinde özetlenebilir. Buyrun bakalım, peki de hangi devlet, hangi devlet ideolojisi ve hangi mutlaklık? ««« MESELÂ, hafızamızdan silinmedi ve hiç silinmeyecek, “andıç” arifesi komutanların brifingine katılan ve generalleri ayakta alkışlayan o “yüksek yargıçlar”ımızın devleti mi? Veya, mürekkebi kurumadı ve zaten de hazret hiç kurutmuyor, faşist kelimesi dahi çok yumuşak kalır, “Kürt bakkala gitme” ve “hepsini asacağız” diye anıran Nazi dergide şu an bile kalemşörlük sürdüren o eski Anayasa Mahkemesi Başkanımızın devlet ideolojisi mi? Yoksa, gazete kupürleri eskimedi ve hiç eskimeyecek, aynı kupürlerden iddianame yazarak iktidar partisini kapatmaya kalkışan o Yargıtay Başsavcımızın laiklik mutlaklığı mı? Çok uzayabilecek bu örnekler yüksek yargının Schmidtvâri yoruma yakın durduğunun ve üzerine vazife olmamasına rağmen toplumu da “tanzim etmeye” kalkıştığının delilleridir. ««« OYSA kabul, daha önce de belirttiğim gibi, doğası icabı o toplum dinamiklerini daima geriden izleyen hukuk mekanizmalarının hep belirli bir statükoyu sahiplenmesi normaldir. Kaldı ki demokrasilerin kuvvetler ayrılığı ilkesi yargı bağımsızlığını öngördüğünden, adaletin yasayı yürütmeden farklı biçimde yorumlaması da normaldir. Hepsine amennâ! Ancak sırf demokrasilerde değil her yerde, bizatihi adalet en önce tarafsızlık demektir! Ve tarafsızlık da, azami ölçüde her türlü ideolojilerden arınmış olmak demektir. Halbuki eleştirildiği an “bağımsızlık”tan (!) dem vuruyor ama, yukarıdaki ceberutluk ideolojileriyle bütünleşmiş bir yüksek yargının tarafsızlığına kim inanır? Kim inanıyor? Nitekim de, bütün adli başvurular bittikten sonra gidilen Strasbourg’daki uluslararası mahkemede Türkiye’nin en çok mahkûm edilen ülke olması tabii ki bir tesadüf oluşturmuyor. Yüksek yargı hem tarafsız davranmadığı, hem de evrensel geçerliliği bitmiş bir statüko ekseninde karar verdiği içindir ki o kararlar aynı evrensel hukuk kurallarından geri dönüyor. Üstelik “juristokrasi” denilen ve otoriter ruh yansıtan bu inat toplum dinamikleriyle kesinkes zıtlaştığından yürütme, yani iktidar, diğer bir otoritarizm arayışına giriyor. Kanunun marjındaki “kanuniyet” sınırları zorluyor ve tehlike daha çok derinleşiyor. O halde yüksek yargı kamu vicdanına yerleşen Tanzimat Fermanı’nı bile iptal edeceği hükmünden arınmak istiyorsa, savcılığına soyunduğu toplumu değil kendini tanzim etmelidir.
Hadi Uluengin, Hürriyet, 5.12.2009 |
06.12.2009 |
Yargı bölündü!
Yarsav’I defalarca politik davranıyor diye eleştirdim. Hatta böyle giderse yargı camiasında bölünmeye yol açacağından endişelendiğimi de yazmıştım. (Milliyet, 14 Ocak 2009) Nasıl endişelenmezdim ki? YARSAV, Danıştay’a dava açabiliyor ve 11 üyesi YARSAV mensubu olan Dava Daireleri Kurulu bu davaya bakıyor ve YARSAV’ın talebi yönünde karar veriyordu! Bu tuhaf karar Anayasa Mahkemesi’nden dönecekti. Böyle bir dernek toparlayıcı olamazdı tabii. Şimdi yine yargı mensupları “Demokrat Yargı” kısa adıyla yeni bir dernek kuruyorlar. Tam adı, “Demokrasi ve Özgürlükler için Hâkimler ve Savcılar Birliği” olacak. Değişimi, demokratikleşmeyi savunan bir dernek... Ankara Tunalıhilmi’de binalarını kiraladılar; tüzükleri imza aşamasında. Yılbaşından önce resmen kurulmuş olacak. Kurucular arasında master ve doktora yapmış, akademik eserler vermiş hâkimler ve savcılar var. Tartışmalı bir konu gündeme geldiğinde artık iki ‘yargı derneği’nden farklı açıklamalar duyacağız!
AMA HANGİ YARGI?! Politik sivrilikleriyle tanınan yargı mensuplarını ismen saymama gerek yok, her gün konuşuyorlar, ‘keskin’ kararlarıyla sansasyonlar yaratıyorlar. Tuhaf şeyler de oluyor. Ankara’da bir Sulh Ceza Mahkemesi karar veriyor; falanca baz istasyonlarında yapılan bütün telefon görüşmelerinin dinlenmesine!.. TİB itiraz ediyor: Baz istasyonu dediğiniz şey kişi değildir, bir mekanizmadır. Bir baz istasyonu üzerinden saatte yüzlerce kişi konuşur. Belirttiğiniz baz istasyonlarında konuşan binlerce kişiyi dinleyemeyiz! Kaldı ki, kararınız kanuna aykırı! Kanuna göre telefonu dinlenecek kişinin adını ve numarasını yazmanız lazım. Yazmamışsınız! TİB’in itirazına bakan mahkemenin kararı: İtirazın reddine! Meçhul binlerce kişinin dinlenmesine! Ve şimdi aynı tuhaf kararı veren hâkim, TİB’de ‘tedbiren’ kanuna uygunluk araştırması yapıyor... Ergenekon soruşturmasını destekleyen ve yerin dibine batıran hukukçular var; bu konuda HSYK bile bölündü! Adalet Bakanlığı’nın soruşturma istediği hâkim ve savcıları biliyorsunuz... Son olarak gazete manşetlerinde Erzincan ve Erzurum savcıları arasındaki mücadeleyi izliyoruz...
ADALETE GÜVEN? İlgilinin siyasi kişiliğine veya konunun siyasi niteliğine göre, yargı organlarının ve HSYK’nın ‘farklı’ kararlarından örnekler verebilirim. Hangisi haklı? Hangi tarafta isek o haklı! İşte vahamet burada! Bir Ergenekon sanığının “falanca mahkeme bizden” sözü münferit bir olay değildir; “bizden” ve “sizden” hâkimler, savcılar!.. Bu görüntü yargıya “tarafsız hakem” olarak güven duyulmasını zorlaştırıyor; gerilimler büsbütün artıyor. Bütün köklü kültürel ve siyasi değişim süreçlerinde yaşanan büyük bir sorundur bu. Fransız yargısı yüzyıl bu çalkantıları yaşamış, ancak Dreyfüs Davası şoku ile “tarafsız hakem” olduğu güvenini topluma verebilmiştir. Yargıda çekişen görüşlerden birini tasfiye ederek veya cingözlükle kavramlar icat ederek adalete güven sağlanamaz. Tek çıkış yolu, hukuki kavramları, evrensel anlamlarıyla benimseyerek uygulamaktır. Cumhuriyet, laiklik, demokrasi, özgürlük, eşitlik, mülkiyet gibi kavramları yargı evrensel anlamlarıyla uyguladığında kimsenin kimseye diyeceği kalmaz. Hâkim ve savcılarımızın büyük çoğunluğuna güveniyorum ve yargıda politize kesimin adalete zarar verdiği gerçeğini de dikkatlerine sunuyorum.
Taha Akyol, Milliyet, 5.12.2009 |
06.12.2009 |