Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
İstanbul hikâyelerinden |
İstanbul “Ne seninle, ne sensiz” denilebilecek ilginç bir şehir. Metropol değil, artık megapol. Adeta küçük bir ülke. Güvenliği de bir o kadar zor. Kimi zaman yanınızdaki sokak köpeği ile trafik lambasının yeşil ışığını beklerken (!), ışık yanıverdiğinde arabalara yine de bir göz atmanız gerekebilir. Ne olur, ne olmaz! (Evet İstanbul’un sokak köpeklerinin çoğu trafik kuralları konusunda en az insanlar kadar temkinlidir! Sokak kedi ve köpekleriyle yaşanan maceralar ayrı bir yazı konusu olacak kadar da zengindir.) Omuzunuzdaki çantada taşımanız gerekenler mutlaka zarurî ihtiyaçlarınız olmalıdır. Olur da fazlası yer alırsa çantanızda bu durum tehlikelidir. Buna rağmen can güvenliğiniz için yine de tetiktesinizdir. Ne olur, ne olmaz! Kalabalık yolları tercih edersiniz, tenha sokaklar risklidir. Kalabalıkta da kontrollüsünüzdür. Ne olur ne olmaz! Medyanın da devamlı menfî olayları nazara vermesiyle artan tedirginliğiniz zaman zaman “İyice paranoyak mı oldum ne?” dedirtir size. O yüzden “Rabbim her şeyin Sahibi sensin. Her şeyimi Sana emanet ediyorum” cümlesi can simidiniz olur, sımsıkı sarılırsınız. Elinizden gelen bütün tedbirleri aldıktan sonra, ağırlıklarınızı “Âlemlerin Rabbi”ne emanet etmek ne güzel bir tevekküldür! Ne ferahlatıcıdır!
Tarıhten bır nükte! Keçecizade Fuat Paşa, Osmanlının zeki ve nüktedan Hariciye vekillerinden birisidir. Onun Avrupa’nın ünlü kralları ve elçileriyle hazırcevaplılığıyla yaşadığı maceraları tarihin sayfalarında tebessümle okuruz. İşte bunlardan birinde İngiliz Büyükelçisi, Fuat Paşa’ya İstanbul’da çoğu Osmanlı evinin dış cephesinde yer alan levhaların hangi sigorta şirketine ait olduğunu sorar. Malûm ya bugün bile İngilizlerin can ve mal güvenliği için tesis ettikleri sigorta şirketleri ve bankalar dünya çapında ünlüdür. Fuat Paşa onun anlayabileceği dille şöyle cevap verir: “Sayın Büyükelçi, gördüğünüz ‘Ya Hafiz!’ levhaları, Osmanlıların Sigorta şirketinin levhalarıdır!”
Ey kullarini gözeten Allah! “Ya Hafiz”in anlamı budur. Bu duâ son demlerini yaşadığımız hazan mevsiminde bütün bitkilerin, ağaçların, sineklerin, böceklerin hep birlikte yaptığı zikirdir de aynı zamanda! Hepsi gelecek bahara yeniden yeryüzünü şenlendirmek için tohumlarını, çekirdeklerini, yumurtacıklarını yani en kıymetli varlıklarını o güvenli, emniyetli her şeyi koruyan muhafaza eden güçlü ele teslim ederler “Ya Hafiz!” diyerek. Kışın fırtınalarından, soğuklarından emin olurlar böylece. Biz niye sineklerden, bitkilerden geri kalalım ki? “Beni, ailemi, evimi, komşularımı, vatanımı, milletimi, insanlık âlemini… kötülüklerden muhafaza et!” diye niye küllî, umumî bir duâ yapmayalım?
EnsarÎ teyze Bayramın son günü İstanbul’un bir ucunda yer alan aile büyüğümü ziyarete giderken yine bu mânâları geçirdim içimden. “Ya Hafiz!” diyerek çıktım evden yanımda küçük kızımla. Otobüsten inip de Eminönü’nün kalabalığına girmeye hazırlanırken aynı otobüste yolculuk yaptığımız tertemiz giyinmiş zayıf, ihtiyarlıktan beli bükülmüş yaşlı teyzenin telâşı dikkatimi çekiyor. Otobüsün muavinine telâşla bir şeyler anlatıyor. Anladığım kadarıyla yanlış bindiği otobüs, farklı bir yerde indirince değişen yollar onu çok tedirgin etmiş, yardım istiyor. Yanlarına yaklaşıyorum. “Ben de o semte gideceğim teyzeciğim, dilersen birlikte gidelim” diyorum. Koluma giriyor büyük bir memnuniyetle. Hem yürüyoruz, hem de konuşuyoruz. Dediklerini duymak için ben de eğiliyorum hafifçe. Kalbinde stent takılı olduğunu, otobüs farklı yere gidince çok tedirgin olduğunu anlatıyor doğu şivesiyle kesik kesik.. “Teyzeciğim bayram günü yanında biri olmadan iyi cesaret etmişsin” diyorum. “Benim cesaretim takvamdandır!” diyor. İçimden “Hıııı!” diye geçiriyorum. Anlatıyor… “Sabah erkenden evden çıktım, torunlarıma bile haber vermedim. Ceddimi ziyaret ettim. Şimdi evime dönüyorum” diyor. “Teyzeciğim senin ceddin kim? Sen nerelisin?” diyorum. “Ben Diyarbakırlıyım, ama Arap asıllıyım kızım. Ceddim Medineli” diyor. “Teyzeciğim sen Ensarisin. Ne kadar güzel!” diyorum. “He ya Ensariyim. Benim ceddim Eyüb Sultan Hazretleri. Her Bayram onu ziyaret ederim. Ama bu son. Bundan sonra yanımda mutlaka biriyle geleceğim. Çok korktum” diyor. Eminönü İskelesine geliyoruz. Onu dikkatle koltuğuna yerleştiriyorum. O kadar yorgun ki başını omuzuma yaslayıp bir müddet sessizce duruyor. “Teyzeciğim ben sana sıcak bir şeyler alayım, iç, iyice dinlen!” diyorum. “Biz dışardan hiçbir şey yemeyiz kızım! Temizliğe dikkat ederiz. İzin yok!” cevabını veriyor. Mahcub oluyorum. Geminin kantininden bir şeyler almak için mızıklanan kızıma “Sen de dışardan bir şey yeme! Bu sana teberrüğümdür. Paramı da haşladım gerçi” diyerek para uzatıyor. “Paranı haşladın mı teyze?” diye gülüyorum. O da gülüyor. “Biz Araplar bütün parayı bozdurunca ‘haşladık’ deriz. Sen de öğren” diyor. Hoş, keyifli bir deniz yolculuğu yapıyoruz. İskeleye inerken “Teyze seni evine ben götüreceğim, merak ederim” diyorum. “Kızım, evimin yolunu biliyorum. Hiç merak etme sen. Ama beni ziyarete mutlaka gel!” deyip telefon numarasını veriyor. Arkasından gidişini izliyorum. Bir taraftan da İstanbul’un silüetine bakıp konuşuyorum içimden: “Ne seninle, ne sensiz İstanbul! Ne kadar gizemlisin! Eşkiyaların çeşit çeşit, ama evliyaların da öyle!” 06.12.2009 E-Posta: [email protected] |