Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
İç dünyada, sükûnet İçİn |
İnsanî ilişkilerimizi iç içe geçmiş daireler tarzında tasavvur edersek, en önemli daire her zaman en küçük dairedir. Kendimiz, eşimiz, çocuklarımız, komşularımız, akrabalarımız, mahalle ve şehrimiz... İç dünyamız, duygu ve düşüncelerimiz, kalbimiz kendi âlemimizin merkezidir. Hani Nasreddin Hoca’ya “Dünyanın merkezi neresidir?” diye sorduklarında “Benim bulunduğum noktadır” demiş ya öyle... Hoca bu, “Yapma Hocam!” diyenlere de “İnanmazsanız ölçün, o zaman!” cevabını vermiş. Yapılışındaki san'at cihetiyle gerçekten de her insan kâinatın merkezi konumundadır. Çünkü, çiçeklerden güneşe kadar her şey onun için yapılmıştır. Yeryüzünde kendini ve kâinatı idrak edebilen muhteşem bir varlıktır insanoğlu.
Farkındalık
Beri yanda... Dağların bile çekindiği öyle bir emanet yüklenmiştir ki omuzlarına, San'atkârını düşünmediğinde, kendinin ve kâinatın var oluş sırrını da çözemez ve ben-merkezci olur. Sadece kendi fikirlerini ve çıkarlarını ön plâna alıp, muhatabını önemsemez ve problemler de bu noktada çıkmaya başlar. Kendiyle, ailesiyle, komşusuyla... problemler başlar. Bunu fark ettikçe, problemler de bir bir ortadan kalkar.. İnsanın ben merkezciliğini fark edebilmesi, mühim inkılâbların, değişimlerin başıdır. Hz. Yusuf’un (as) “Muhakkak nefis daima kötülüğe sevk eder, ancak Rabbim rahmet ederse, o başka” (Yusuf Sûresi, 53.) demesi her arzu ve hevesimize itimat edilmemesi gerektiğini bize ders vermiyor mu?
Ruh halimiz bedenimizi etkiler
Olmasını arzu ettiğimiz ve çok gayret sarf ettiğimiz bir işte başarısızlığa uğradığımızda üzülür, öfkelenir, söyleniriz... (Böyle anlarda herkesin tepkisi farklı olur. Kimi “La havle..” çeker, kimi tabak kırar, kimi kapıları çarpar...) Oysa ki, elimizden geleni yaptıktan sonra, neticeyi Allah’a bırakmak ne emin bir yoldur. Unutur, tam da nefsine zulmedenlerden oluruz! Doktor mide ağrısı şikâyetiyle kendisine gelen hastayı dinledikten sonra ona şöyle der: “Hastalığının sebebi yediklerin değil, seni yiyenler...” Gerçekten de ruh halimiz, bedenimizi de etkiler... İlk çağlardan bu yana ünlü düşünürler insanoğlunun bu çelişkisini gözlemlemişler. Sözgelimi Epiktetos: “Önemli olan olaylar değil, onları algılama şeklimizdir” demiş. Günümüz uzmanları da bu görüşü benimsemekte... Başaramadığımız zamanlarda öfkelenmek, kendi kendimizi yemek yerine “Elimden gelebilecek her şeyi yaptım. Bunda da bir hikmet var” diyebilmeye gayret etmemiz gerek. “Neticeyi halk etmek Allah’ın vazifesi, benim vazifem gayret” diyebiliyorsak Celâleddin Harzemşahvârî ne mutlu! “O takva sahipleri, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir.” (Al-i İmran Sûresi, 134.) Kaldı ki, aradan zaman geçtikten sonra üzüldüğümüze üzüldüğümüz nice hallerimiz vardır değil mi?
Aristo mantığı ve kuantum fiziği
Başarılı-başarısız, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... Kendimize her zaman sormayı alışkanlık hâline getirmemiz gerekiyor: Kime, neye göre? Olayları matematiksel anlamda 1 ve 0 mantığıyla değerlendiren bir düşünce şeklimiz vardır. Bir şey ya doğrudur, ya yanlıştır, ya siyahtır, ya beyazdır... Başka türlü düşünülemez. Günlük hayatımızdaki bu düşünce tarzını uzmanlar “Aristo mantığı” olarak nitelendiriyorlar. Bilimin gelişmesi atomaltı parçacıklarda “1-0” mantığının geçerli olmadığını gösterdi. Meselâ; atomaltı parçacıklardan foton ya dalga ya da parçacık halinde olmalıydı, üçüncü bir durum söz konusu olamazdı Aristo mantığına göre. Ama foton hem dalga, hem de parçacık gibi hareket ediyordu. Kuantum fiziğinde 1-0 kesinliği geçerli değildi. Bu kâinatı yorumlamada yeni bir bakış açısı kazandırdı ilim dünyasına. İki kere ikinin dört etmediği durumlar da vardı! ** Dememiz o ki, öfkelenip, üzüldüğümüz şey hakikatte sevinmemiz gereken bir olay olabilir. “Belki sevmediğiniz şey, hakkınızda hayırlıdır.” (Bakara Sûresi, 216.) 04.10.2009 E-Posta: [email protected] |