Basından Seçmeler |
NAMAZ
BİR lise öğrencisi, kız arkadaşıyla birlikte tren yolunda yürürken geçirdiği kaza sonucu ölmüş. Ölen, bir köy çocuğu herhalde. Cenazesini köye götürmüşler. Çocuğun okuduğu okulun müdürü de cenazeye gitmiş. Müdür, din öğretmenliği de yapan bir İmam Hatip mezunu. Caminin imamı bir nezaket göstermiş, “öğrencinizin namazını kıldırmak ister misiniz hocam” demiş. Müdürün kendisi “ben kıldırayım” diye teklif etmiş de olabilir, öyleyse benim için daha da makbul. Neticede müdür, öğrencisinin namazını kıldırmış. Bu haber beni çok etkiledi. Müdürün öğrencisinin cenazesine gitmesi, onun namazını kıldırması, onunla kendi itikadınca vedalaşması, onu son yolculuğunda yalnız bırakmadığı gibi o yolculuğun eşiğinde o çocuğun elini son kez “manevi bir dünyada” tutması çok insani geldi bana. Öğretmenler, öğrencilerini böyle sevmeli diye düşündüm. Son ana kadar yanlarında olmalı. Aslında, öğrenciler öğretmenlerini yolcu eder ama bu sefer tersi olmuş, bir kaza, bir talihsizlik “sırayı” bozmuş. Ve, öğretmen, genç öğrencisi için “helallik” istemiş. Bu davranışın, o çocuğun ailesine de bir nebze olsun bir teselli vermekte çok faydalı olduğunu düşündüm, sanki çocukları başka bir âlemde yalnız kalmayacakmış, öğretmeni orada da ona yol gösterecekmiş gibi hissetmişlerdir diye geçti aklımdan. Peki, sonra ne olmuş? Öğrencisini “yalnız bırakmayan” öğretmeni kutlamışlar mı? Hayır. Kaymakam, o müdür hakkında soruşturma açmış. Gayet de tuhaf bir nedeni var kaymakamın, “müdür mesai saatlerinde” kıldırmış namazı. Cenaze namazını “mesai saatlerine” göre ayarlayan bir din mi var yeryüzünde, cenazeyi mesai saatine nasıl denk getireceksiniz? Tabii “mesai saatleri” bir kılıf, asıl namaz kıldırmasına kızmış belli ki kaymakam. Bir “öğretmen” nasıl namaz kıldırır, diye düşünmüş herhalde. Bırakın kıldırsın, ne zararı var bunun, tam aksine böyle davranışlar insanların içini rahatlatır, onlara en acılı zamanlarında bile bir huzur verir. Bizim devletin bu “din korkusu” hastalık düzeyinde, toplumun bir kesimi de bu korkuyu paylaşıyor. (...) Ben, bu ülkenin “diniyle” barışması gerektiğine inanıyorum, burası, halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülke, bunu inkâr etmeye çalışmanın kimseye bir faydası olmaz. Kürtlerin varlığını reddet, Müslümanların varlığını reddet, sonunda bu devlet “gerçeklerden” kopuk yaşayan bir şizofrene dönecek. (...) Devlet, insanların “kim” olacağına, “nasıl yaşayacağına” karar veremez, devlet birilerinin başkalarına baskı yapmasına, “sen şu olacaksın” demesine ya da “sen böyle yaşayacaksın” demesine engel olur. Devletin varlık nedeni budur. Bizim devlet ise tam tersini yapıp kendi “varlık” nedenini ortadan kaldırıyor. Bırakın insanlar istedikleri gibi yaşasınlar. Bırakın bir öğretmen istiyorsa öğrencisinin namazını kıldırsın. Bu, “dinî” olmaktan da öte “insani” bir davranış, insanca bir sıcaklık var bu davranışta. Öğrencisini “yolcu” etmiş öğretmeni. Etmesin mi? Bu insanca davranıştan, bu sıcaklıktan neden korkuyorsunuz? Ahmet Altan / Taraf, 3.10.2009 |
04.10.2009 |
Askerî cennet ve çocuk cesetleri…
CEYLAN... Ceylan’ın ölümü. Son zamanlarda Türkiye’nin başına bundan daha kötüsü gelmedi. Vicdanlar sızlamıyorsa, sızlamayacaksa, gerçekten yapacak bir şey yok demektir. Lice’de Hambaz mezrasında hayvanları otlatırken, karnına isabet eden patlayıcı nedeniyle hayatını kaybetti. Ceylan 14 yaşındaydı. “Askeri cennet”, birçok insan gibi ona da cehennem oldu. Mayınların arasında oynayan çocuklar, mayınların arasında hayvan otlatan çocuk çobanlar, roketle ölen, öldürülen siviller… Bu ülkenin sessiz sedasız yaşanan gerçeğidir bu. İlk defa olmuyor. Birkaç yıl önce hayvan otlatırken taranarak öldürülen çocuğun hikayesi hala sıcak… “Terörist” olduğu iddiasıyla evinin önünde katledilen, üstelik çok yakından onlarca kurşunla canı alınan küçük erkek çocuğununki de öyle… Bu olaylarda ölüm iki kere gelir. İlki bomba, roket, mayın ya da kurşunla… İkincisi sessizlik, körlük, tepkisizlikle… Bu ikincisi sadece orada kalmıyor, öfkeye dönüşüyor. Sonra öfke tavır haline geliyor. En nihayet bir siyaset olup çıkıyor. Dışlanmış, itilmiş, örselenmiş kimliklerin temelini oluşturmaya başlıyor. Ceylan’ın akrabalarının basına yansıyan feryatlarını okurken dikkatimi çeken şu oldu: “Karın bölgesine isabet etmiş, kardeşimin parçalarını ağaçların tepesinden topladık. Ceset başında ağlayarak ağıt yaktık. Altı saat savcı ve doktorun gelmesini bekledik. Sonunda savcı can güvenlikleri olmadığı için cesedin Abalı Karakolu’na getirilmesini istedi. Biz ceset parçalarını battaniyeye sararak karakola götürdük…” İşte işin bu kısmı ölümden de beter… Bunlar aklıma başka sözleri düşürdü. Leyla Akbaş, Diyarbakır hapishanesi eski mahkûmlarından, yıllarca işkence tedavisi görmüş, şöyle diyordu bir programda: “Cezaevi sorumlularının işi buydu, peki önünde dayak yediğimiz savcılar, hakimler, işkencede sökülmüş tırnaklarıma bakıp, bunları devleti kötülemek için senin yapmadığın ne malum, diyen doktorlar, onlar ne olacak?” Tam 25 yıl sonra… O anı tekrar yaşayarak… Hesap sorulmasını isteyerek… Örneğin Dink davasında bir sanık avukatı, “Ermeni ölüsü” sözleriyle aynı işkenceyi, tahkiri, baskıyı yapıp, aynı öfkeyi doğurmuyor muydu? Örneğin, Diyarbakır cezaevinde bir Kürt’e Kürt olduğu için dışkı yedirilirken, copla taciz adilirken, içi aynı öfkeyle dolmuyor muydu? Ölen sadece insanlar, çocuklar, vicdanlar değil… Ölen akıldır… Bir televizyon çalışması için kendisine uzatılan mikrofona şunları söylüyordu Ümit Kardaş: “1980 yılının temmuz ayında Diyarbakır sıkıyönetim savcılığına atandım. Konsey üyeleri Diyarbakır orduevine geldiler, askeri hâkim ve savcıları topladılar ve şöyle dediler; yani bu konu önemli, vatanın geleceği, selameti, bekası söz konusu onun için buna başka bir gözlükle yani hukuk dışı bir gözlükle bakacaksınız, bu hâkimlere ve savcılara verilen en önemli mesajdı zaten. Netice itibariyle, orada yapılan bu işkence ve kötü muameleler adeta bir meşruiyet kazanmış durumda idi. Yani hukukçuların görmediği, göz ardı ettiği bir durum haline gelmişti…” Kötü tohumlar… Savcı, doktor önüne, bir askeri karakola, parçalanmış halde battaniyeyle ailesinin getirdiği çocuk cesetleri… Kötü tohumlar ekiyoruz… Ali Bayramoğlu Yeni Şafak, 3.10.2009 |
04.10.2009 |
Mustafa Necati Bursalı
BİR haftadır içim sıkılıyordu... Kendi kendime diyordum ki, “Olacak tabii, hastasın!” Fakat hayır; bu başka türlü bir sıkıntıydı. Sonra öğrendim ki, arkadaşım Mustafa Necati Bursalı vefat etmiş. Şuurlu bir Müslüman’dı. Hayatının bütününü İslamiyet’e vakfetmişti. Şiirlerini ve yazılarını hep bu yönde yazdı. Belalara düştü başlar, Aktı gözden kanlı yaşlar, Düşman oldu arkadaşlar, Nefs elinden, hırs elinden... Boy verdi felaket ve şer, Aciz kaldı bunca beşer, Nice başlar yere düşer, Nefs elinden, hırs elinden... Evine yakın bir yerde gazino vardı. Oradan müzik sesleri yükselirdi. Bu sesler onu rahatsız eder, canı sıkılırdı, “Zikrime mani oluyor” derdi. Hikmet-i ilahi, o gazino yandı. Dedi ki: “Orası beni çok rahatsız ediyordu amma beddua da etmemiştim. Allah’ın hikmeti işte; yandı gitti...” Hastalıklarla iç içe yaşadı. Çok zayıfladı. Altmıştan fazla kitap yazdı. Kitaplarının bütünü Allah, peygamber aşkıyla doludur. Gerçekten o, âşık bir insandı. Senelerce aynı camide imam hatiplik yapmış ve emekli olmuştu. Mustafa Necati Bursalı’ya şöyle bir soru yöneltmişler: “Hastalıkla iç içe bir ömür, size ne öğretti?” Cevabı şöyle olmuş: “Hayatımızın bir başkasının elinde olduğunu... Çok kere ‘benim gözüm, benim kulağım, benim gönlüm, benim elim’ deyip duruyoruz. Hâlbuki gözümüzün nurunu Cenâb-ı Hak söndürecek olsa, bize kim bir göz bağışlayabilir? İşte hastalıklar, insanda olan afiyet nimetinin daima hatırlanmasını sağlıyor ve kulu Hâlik’ına daha çok bağlıyor. Hiçbir eksiği olmayan, her nimete mazhar olan kimseler çok defa hüsranın yaylasına çadır kurup mezarlarda geçecek günleri unutuveriyorlar. Hâlbuki insan sabaha çıktığında akşama ereceğini bilemez. Hattâ bir dakika sonra başına ne gelecek, onu bile tahmin edemez. İki Cihanın Saadet Güneşi Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, Abdullah b. Ömer’e şöyle dedi: “Sabaha çıktığın vakit akşama çıkacağını düşünme, akşama çıktığın vakit de sabahlayacağını hatırına getirme. Hayatından ölümün ve sıhhatinden hastalığın için zaman ayır. Ya Abdullah! Yarın adının ne olacağını bilemezsin!” Evet, günümüzdeki bütün kavgalar, gürültüler ölümün unutulmasından, hesap gününün hesaba alınmamasından ileri gelmektedir. Şunu da ifade edeyim ki, hastalıklar ölüm sebebi değildir. Ancak eceli gelenler ölür. Benim başımda ölümümü bekleyen nice sağlam insanlar senelerce önce ebediyete kanat açtı. Hayatı yaratan Allah Teâlâ olduğu gibi, ölümü yaratan da yine O’dur. O halde ne gam!..” Gazetede çıkan haberler, “Mustafa Necati Bursalı Hakk’a yürüdü diyor. Ben şahidim ki, o, bütün hayatı boyunca Hak’la hakikatle beraberdi. Bir alim öldükten sonra onu kabrinde ziyaret etmek mi iyi, yoksa yaşıyorken imkan varsa gidip görmek mi iyi? Yaşıyorken görmek daha iyi... Kişi, muhterem bir alimi ziyaret eder, onda hafif hafif değişiklikler başlar. Ruh, o ziyaretten payını alır, rahat eder. Bazen düşünüyorum; yerin altı yerin üstünden çok daha zengin... Dünya hayatından ahiret hayatına geçti, maddi âlemden ruhanî âleme geçti. İnşallah onun makamı cennettir. Vefatı beni çok üzdü. Sonra birdenbire kendime sordum: Bu güzel alim cennete gidecek diye mi ben üzülüyorum? İrademi aşan bir ıstırapla gözümden yaşlar dökülse de, aklım ve kalbim diyor ki: “Çok şükür arkadaşım yaşlılığın verdiği sıkıntılardan, hayatın zorluklarından kurtuldu. Allah onu huzuruna aldı. Hayatı veren de alan da Allah’tır. Allah’ın verdiklerine de aldıklarına da razıyız.... Hekimoğlu İsmail Zaman, 3.10.2009 |
04.10.2009 |