Mehmet KARA |
|
Müjdelenen açılım |
Rusya Dışişleri Bakanlığı, Rusya Müftülüğü, Moskova Belediyesi ve İslâm Konferansı Teşkilâtı ile birlikte düzenlediği “Rusya ile İslâm Dünyası: İstikrar İçin Ortaklık” adlı konferansı Bediüzzaman’ın müjdelerini ortaya koyması açısından son derece önemliydi. Gelişmeler Bediüzzaman’ı haklı çıkarırken, Rusya’nın dinsiz kalamayacağını göstermesi bakımından da dikkat çekiyor. Binden fazla kişinin katıldığı ve Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur Ağabeyin de hazır bulunduğu konferansta ortaya konulan düşünceler, Bediüzzaman’ın yıllar önce söylediklerini müjdeliyordu. Moskova Belediye Başkanı Yuri Lujkov’ın Moskova’da bulunan “Merkez Camii”nin arsasının verilişini anlatırken söylediği, “Bu bölgenin camiye verilmesine ön ayak oldum. İnsanların sokakta ibadetlerini yerine getirdiğine şahit oldum. Bu araziyi camiye kazandırdık. Ben de cihad yaptım” sözü ile Liberal Demokrat Parti Başkanı Vladimir Jirinovski konuşmasına besmele ile başlaması “dinsiz” kalınamayacağını göstermesi açısından çok önemliydi. Gelişmeler, Rusya Başbakanı Vladimir Putin, “İslam barış dinidir” ve “Biz İslâm ve Müslüman dendiğinde Kur’ân’ı anlamak zorundayız ve ben böyle anlıyorum” sözleriyle İslâm dinine olan sıcak yaklaşımını açıkça göstermişti. Gerek devlet başkanı, gerekse başbakan düzeyinde Rus yetkililerin Müslümanların dinî bayramlarındaki açıklama ve ziyaretleri Bediüzzaman’ın müjdesini haklı çıkarıyor. Bediüzzaman, komünizmin en hararetli olduğu dönemde bu müjdeyi şöyle vermişti: “İki dehşetli Harb-i Umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha (barış, uzlaşma) veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’ân’a kılıç çekemez…” (Emirdağ Lâhikası, yeni tanzim s. 606) Müjdenin “müsalâha” kısmı gerçekleşti. Sıra ikinci kısmı olan İslâm’a tâbi olmalarında. İnşaallah bu da olacaktır. * * * Rusya’daki bu gelişmeler Haziran ayında yaptığım bir röportajı hatırlattı. Rusya’nın Dağıstan Cumhuriyeti’nde dinî toplantı yapıldığı belirtilen bir eve düzenlenen operasyonda aralarında Dr. Ali İhsan Erdemir adında bir Türk vatandaşının da bulunduğu 17 kişi gözaltına alınmış, sonrasında mahkeme hatadan dönerek gözaltındakileri serbest bırakmıştı. Erdemir, Türkiye’ye geldiğinde kendisi ile röportaj yapmış, röportaj gazetemizde 8-9 Haziran 2009 tarihinde yayınlanmıştı. 1991 yılından beridir değişik tarihlerde Rusya ve Türkî cumhuriyetlere gidip gelen Erdemir, gittiği bölgelerdeki Risâle-i Nur hizmetlerini anlatmıştı, Bediüzzaman’ın işâret ettiği müjdeleri bizlere aktarmıştı. Erdemir röportajında şöyle demişti: “Şu anda gördüğümüz kadarıyla Rus milleti bir arayış içinde. Onun için Risâle-i Nur’u bulur bulmaz hemen sarılıyorlar. İslâmîyeti bulduklarında da çok titiz biçimde yaşıyorlar. Oradaki insanlar hakikatlere gerçekten susamışlar. Risâle-i Nur öyle izah ve ispat ediyor ki, kim okursa okusun itiraz etmiyor. Rusya’da bunu gördük. İslâmiyet çığ gibi genişliyor. Camiler tıklım tıklım doluyor. Bir zamanlar beğenmedikleri Müslümanlar şimdi orada numune oluyorlar. İnsanların bu zamanda Bediüzzaman’ın dediği gibi maddî cihada değil, mânevî cihada ihtiyacı var.” Erdemir Rusya hizmetleri deyince Bediüzzaman akıllara geldiğini söylemiş ve “Çünkü, Rusya’ya ilk giden Risâle-i Nur Talebesi Bediüzzaman’dır. Kader-i İlâhî Bediüzzaman’ı sevk etmiş, 1915 yılında Ruslara esir düşmüş. Orada 2.5 sene Kosturma’da esir kalmıştır” demişti. 23. Söz’ü okuyan bir Rus’ın “Rusların hâlet-i ruhiyesini bilmeyen bir insan bu kitabı yazamaz. Bu zât Rusları biliyor” dediğini aktarmıştı. Ve demişti ki, “Şu anda İslâmiyetin en hızlı geliştiği ülke Rusya’dır. Çünkü insanlar İslâm’a çok susamış. Diğer taraftan orada çok Müslüman vardır. Müslümanlar yeniden dinlerine sarılınca diğer insanlara da numune oluyorlar.” Son gelişmelere bakıldığında da bu susamışlığın ortaya çıktığını görüyoruz. Erdemir röportajda daha birçok müjdeler vermişti. (http://www.yeniasya.com.tr/2009/06/08/lahika/default.htm) internet adresimizde bu röportajın tamamını okuyabilirsiniz. * * * Rusya gibi birçok ülke Bediüzzaman’ın görüşlerinin “değer ve kıymetini” çok iyi anladı, anlıyor. Bütün bu güzel gelişmelere bakıldığında, “açılım” yapma iddiasında olanların da bu “kıymeti ve değeri” anlayıp bu açılımlarda onun fikirlerini dikkate almalarının gerekliliğini ortaya koyuyor. 04.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
‘Din’den bu kadar da korkulmaz ki! |
Cahilliğin insanlığı felâketlere sürüklediğine tarih şahittir. Aynı şekilde, insanın bilmediği ve yetişemediği şeylere ‘düşman’ olması da sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Bu problemleri aşmak için de atılması gereken ilk adım; insanlara doğruların anlayacakları şekilde anlatılmasıdır. Samsun’da yaşanan bir hadise, bu girişi yapma ihtiyacı hissettirdi. Belki duymuşsunuzdur, ama duymayanların olabileceğini düşünerek sözkonusu ‘hadise’yi kısa bir hatırlatalım: Samsun’da bir şekilde tren altında kalıp vefat eden bir öğrencinin cenaze namazı, okuduğu okulun müdürü tarafından kıldırılmış ve bu ‘hadise’ soruşturmaya konu olmuş. Okul müdürünün ‘mesai saatleri’nde ve ‘görevli imam-hatip olduğu halde cenaze namazı kıldırması’ suç addedilmiş. Kaymakamlık şimdi bunu araştıracakmış. Bu soruşturma sonrasında okul müdürünü ‘suçlu’ ilân ederlerse şaşmamak lâzım... Haberin ayrıntılarına bakıldığında, okul müdürünün namaz kıldırması talebinin; öğrencilerin arkadaşlarından geldiği anlaşılıyor. (Taraf, 3 Ekim 2009) Görevli imam-hatip de her halde daha uygun olur düşüncesiyle bu görevi müdüre bırakmıştır. Nihayetinde namaz kıldıran müdür de imam hatip lisesi mezunu olduğu için işin ehli sayılır ve zaten namazı da kıldırabildiğine göre bunun neresine itiraz edilir de soruşturma açılır? Belki klasik bir tepkidir, ama haberi ilk duyduğumuzda “Namaz kılana soruşturma açan irade, kumar oynayana, alkollü içki içene, hatta göreve ‘sarhoş’ olarak gelene de soruşturma açar mıydı?” diye düşündük. Elbette sorulduğunda “Açılır!” derler, fakat uygulama öyle midir? Açılıyor olsa bile, cenaze namazı kıldırmak ile, saydığımız çirkinlikler birbiriyle kıyaslanır mı? Garip karşılamakla birlikte, bir okul müdürünün cenaze namazı kıldırmasının soruşturma konusu olması bizi şaşırtmadı. Sebebine gelince, hemen her gün böyle garipliklere şahit oluyoruz. “Bu anlayışın temelinde ‘din’den korku var” desek birileri alınır mı? Nitekim, ‘hadise’yi değerlendiren Ahmet Altan şöyle demiş: “Bizim devletin bu ‘din korkusu’ hastalık düzeyinde, toplumun bir kesimi de bu korkuyu paylaşıyor. (...) Ben, bu ülkenin ‘diniyle’ barışması gerektiğine inanıyorum. Burası, halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülke, bunu inkâr etmeye çalışmanın kimseye faydası olmaz.” (Taraf, 3 Ekim 2009) Hakikat bu değil mi? Halkın büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede, bir okul müdürünün öğrencisinin cenaze namazını kıldırması ‘olay’ oluyor. Peki, bundan kim ne fayda sağlıyor? Bu ve benzer soruşturmalar millet ile devletin barışmasına engel olmaz mı? Türkiye’nin bu kısır tartışmaları geride bırakması lâzım. Millet barışmak için ileri doğru adım attıkça, “Türkiye’yi idare edenler”in en azından bir kısmı “geri” adım atıyor. Böyle soruşturmalar bunun delili olmaz mı? O halde “vak’a”yı kabul edip, ‘İslâm’ın korkulacak bir din olmadığını başta Türkiye’yi idare edenler olmak üzere bütün dünyaya görtermek gerekiyor. Çok gayret gerekiyor vesselâm... 04.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Ağalık nasıl aşılır? |
Genelkurmay Başkanının bayramdaki Güneydoğu gezisinde verdiği mesajlar içinde en çok ses getirenlerden biri, “Halk terör ve siyaset ağalarından muztarip; onlardan kurtulmak gerekiyor” şeklindeki ifadeleriydi. Bu mesajı kendi üzerlerine alan siyaset ve aşiret kesimleri Başbuğ’a tepki gösterdi. Devletin “teröre karşı” senelerdir destekleyip işbirliği yaptığı aşiret ve ağalar hatırlatıldı. “Üniformalı ağalar”a dikkat çekenler oldu. Ancak bu tepki ve eleştirilerde, meselenin esasına giren pek olmadı. Bilindiği gibi, bölgenin sosyal, kültürel ve ekonomik geri kalmışlığında, “feodal düzen” olarak da ifade edilen aşiret ve ağalık sisteminin rolüne öteden beri dikkat çekilir; ama bu yapının, sosyal dokuda yeni sıkıntılara meydan vermeden ne şekilde aşılabileceği konusu muallâkta bırakılır. Bölge insanının, yaratılıştan gelip tarihin akışı içinde şekillenen özelliklerini dikkate almadan önerilen “devrimci” reçeteler hem sonuç getirmez, hem de yeni problemlere sebebiyet verir. Nitekim ya baskı ve dayatma veya çıkar odaklı gayri samimî uzlaşma yöntemleriyle uygulamaya konulan formüller, ağalık sisteminin olsa olsa farklı aktörlerle, ama daha da kronik halde derinleşerek devamından başka bir netice vermedi. Hak değil, kuvvet esasına dayanan ve gücü elinde bulunduranın hükmünün geçtiği bir yapılanmada başka türlü bir sonuç da beklenemezdi. Bu konuda sağlıklı ve kalıcı çözüm ihtiva eden isabetli yaklaşımı yine Said Nursî’de görüyoruz. Çünkü Bediüzzaman bu meseleyi de, işin özünü yakalayan bir perspektifle, kavram düzeyinde çok iyi tahlil ederek çözümü ortaya koyuyor. Kişileri hedef almıyor, prensipleri vaz ediyor. Münâzarât’ta bu bahsi işlediği izahında, muhataplarına “Manen her bir zamanın bir hükmü ve hükümranı vardır. Sizin ıstılahınızca, o zamanın makinesini çeviren bir ağa lâzımdır” dedikten sonra, bu kavramın içeriğinin demokratik süreçle birlikte uğradığı değişimi şöyle açıklıyor: “Zaman-ı istibdadın hakim-i manevîsi kuvvet idi; kimin kılıcı keskin, kalbi kasî (katı) olsa idi, yükselirdi. Fakat zaman-ı meşrûtiyetin zembereği, ruhu, kuvveti, hakimi, ağası haktır, marifettir, kanundur, efkâr-ı ammedir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir.” Devamında, ilmin yaşını aldıkça artacağını, ama kuvvetin ihtiyarladıkça eksileceğini hatırlatan Said Nursî, kuvvete dayanan ortaçağ hükümetleri çökmeye mahkûm iken, asr-ı hâzır hükümetlerinin ise ilme istinad ettikleri için Hızırvari bir ömre mazhar olacaklarını vurguluyor. Ve Kürtlere seslenerek, “Sizin bey ve ağa, hattâ şeyhleriniz dahi, eğer kuvvete istinad ile kılıçları keskin ise, bizzarure düşeceklerdir; hem de müstehaktırlar” diyor ve akla dayanıp, baskı ve tazyik yerine sevgiyi esas alarak, duygularını fikirlerine tâbi kılmaları halinde düşmeyip yükseleceklerini söylüyor (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 217). Fikirleri karıştırıp hürriyet ve meşrûtiyetin, yani demokrasinin kıymetini takdir etmeyenlerin kimler olduğu sualine cevap verirken de, en baş sıraya “cehalet ağa”yı koyuyor (a.g.e., s. 229). Böylece, kaba kuvvete dayanan ağalık sistemine vücut veren ve devamını sağlayan en önemli sebebin cehalet olduğu gerçeğine vurgu yapıyor. Eğer ağalık sisteminden şikâyet ediliyor ve bu yapının artık tarihe karışması isteniyorsa, yapılacak şey, kişileri hedef alıp gereksiz sürtüşme ve polemiklere meydan vererek bu sistemin ömrünü daha da uzatmaktan başka bir sonuç vermeyen suçlamalarda bulunmak yerine, bu çok ilginç ve orijinal izahlar çerçevesinde akıl, bilim ve vicdan esaslı eğitim programlarıyla, Başbuğ’un başka bir beyanında söylediği gibi akıllara ve kalplere hitap ederek, pozitif bir sosyal değişim sürecini başlatıp istikrarlı bir şekilde sürdürmek olmalı. Başbuğ’un seleflerinden Hilmi Özkök’ün “Artık işler kuvvetle değil, akıl ve bilimle çözülüyor” mealindeki ifadeleri de bu mânâyı dile getiriyor. Cehalet ağası ancak ilim ve hikmetle yenilir. 04.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Tuhaf hâl ve davranışlarımız |
Bütün insanlara karşı nazik olmak, güleryüzlü olmak, kibarca bir davranış içinde bulunmak güzel bir alışkanlık, arzulanan bir haslettir. Hiçbir ayırım yapmadan, insanlara candan, samimî bir yaklaşım içinde olmak, sıcak ve kardeşâne bir tavır içinde bulunmanın gayretinde olmak hemen herkesçe beklenilen ve beğenilen bir tavır, bir davranış biçimidir. Böyle hâl ve davranışlar sünnet-i seniyyeye de uygun haller olduğundan, hemen bütün insanların hoşlandığı ve arzu ettikleri tavır ve yaklaşımlardır. Öyle ya, hepimiz çoğu zaman muhatap olduğumuz insanlardan bu çeşit muameleleri, bu ve benzeri hâl ve yaklaşımları bekleriz. Âdâb-ı muâşeretten olan bu çeşitli hâl ve davranışların tam tersi olan kaba ve yabanî davranışları, itici ve soğuk söz ve tavırları hemen hiçbir insan görmek ve duymak istemez her halde. Dinimizin menettiği, sünnet-i seniyyeye ters düşen, insanları rencide eden her türlü söz ve hareket, her nev'î tutum ve davranış, insanlar arasında bulunması icab eden kardeşlik ve dostluk bağlarını gevşetip, istenmeyen dargınlıklara, küskünlüklere sebebiyet verdiğinden, hemen hiçbir insan tarafından tasvip görmeyen, hoş karşılanmayan hâl ve davranışlardır. Zor da olsa her türlü rencide edici hâl ve davranışlardan uzak durmak, her çeşit kabalıktan, yabanî yaklaşımlardan uzaklaşmanın gayretinde olmak; nazik ve kibar olmayı, hoşgörülü ve güleryüzlü olmayı şiâr edinmekte sayısız faydalar vardır. Tanıdık, tanımadık, hiçbir ayırım yapmadan bütün insanlara karşı böyle bir yaklaşım içinde bulunmak, elbette arzulanan bir davranıştır. Velâkin söz konusu olan anne-baba ise, hane halkı ise, yakın akraba ise... Sevdiğimiz kapı-komşu, dost ahbap ise... Kudsî bir dâvâya beraberce baş koyduğumuz ağabey ve ihvan ise... İşte bu durumda daha bir dikkatli ve titiz olmak icab eder. Kırıcı, incitici olmak bir tarafa; sıcak, samimî, kucaklayıcı olmak, şefkat ve merhamet dolu bir yaklaşım içinde, nazik ve mültefit bir davranış içinde bulunmak zorunluluk hâlini alır. Çünkü bunlar yabancı değil... Sebeb-i vücudumuz olan, bugüne kadar bizim için hiçbir fedakârlıktan vazgeçmeyen annelerimiz, babalarımız... Aynı anne-babadan bu dünyaya gözümüzü açtığımız kardeşlerimiz, bacılarımız... Anne-baba mesâbesinde olan amcalarımız, dayılarımız, halalarımız, teyzelerimiz... Bir ulvî dâvâ etrafında kenetlendiğimiz, aynı hedefe doğru beraberce yola koyulduğumuz dâvâ arkadaşlarımız... Bunlara karşı muâmelelerimizde, yaklaşımlarımızda kırıcı olmak, incitici olmak... Söz ve davranışlarımızla onları üzmek... Onlara sert ve kaba davranışlarda bulunmak... Olacak şeyler mi demeyim... İnsan bunları aklına dahi getirmek istemiyor değil mi? Düşünmesi dahi insanı rahatsız ediyor değil mi? Böyle tuhaf, böyle abes bir durum hiç olur mu? Ama gelin görün ki, garip de olsa, tuhaf da olsa bu çeşit, hiç de hoş olmayan hâl ve tavırlar maalesef çokça vuku buluyor. Bir yabancıya tanınan hoşgörü ve müsamaha, en yakın dost ve akrabadan esirgeniyor çoğu zaman. İstisnaları olmakla beraber bir çok insanımız, arkadaşlarına karşı takındıkları kibarlığı, nezaketi anne-babalarına veya nesebî kardeşlerine göstermekten çoğu zaman imtina ediyorlar. Çoğumuz belki de farkında olmadan, ilk defa tanıştığımız, huyunu-suyunu bilmediğimiz bir insana gösterdiğimiz sıcak ve samimî ilgi ve alâkayı, yakın bir akrabamıza veya beraberce teşrik-i mesâide bulunduğumuz dâvâ arkadaşımıza gösteremiyoruz maalesef. Daha da ötesi, her gün her saat beraber olduğu hane halkına, yakın akrabaya karşı geçimsiz, sert, hatta kavgacı olduğu halde, dışarıdaki dost ve akrabaya karşı gayet uyumlu, müsamahakâr, lütufkâr bir yaklaşım içinde olan o kadar çok insanımız var ki... Garip ve tuhaf olmakla beraber, hiç de hoş ve doğru olmayan böylesi hâl ve davranışların sebebini ve sırr-ı hikmetini şahsen çözebilmiş değilim... 04.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
AİHM’in Türkiye’yi mahkûm eden kararı |
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türk Silâhlı Kuvvetleri ve askerî okullardan ihraç edilen 21 kişinin yaptığı başvuruda, Türkiye’nin insan hakları ihlâlinde bulunduğuna hükmederek Türkiye’ye 120 bin avro para cezası verdi. Bilindiği gibi AİHM, daha önce benim de içinde bulunduğum Askerî Şûrâ Kararı ile ordudan atılan askerlerin yapmış olduğu müracaatı esastan görüşmeyip şeklen inceleyerek reddetmişti. Buradaki son kararda ise ordudan atılan fakat Askerî Yüksek İdare Mahkemesine müracaat eden askerler ile ilgili bir hükme ulaşılmıştır. Yani yargı kararları ile ilgili bir hüküm verilmiş askerî kurumlar tarafından mahkemelere gönderilen belgeler dâvâcılara açık tutulmadığı için Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanma hakkı ile ilgili maddesinin ihlâl edildiğini ifade edilerek Türkiye mahkûm edilmiştir. Ne yazık ki Anayasa’da yer alan maddeye göre bizlere hiçbir yargılanma hakkı tanınmamakta kendimizi savunmamıza dahi tahammül edilmemektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bizler için her ne kadar adalet ilkelerine aykırı olarak bir karar vermiş olsa da, sonuçta bir Anayasa maddesini gözümüze sokmaktadır. Yargısız infaz, ülkemizi orta çağın bile gerisine götürmekte idarenin her türlü eyleminin yargı dışında tutulması gibi bir ilkelliğe düşürmektedir. Hazreti Ali ve Fatih gibi devlet başkanlarının yargının dışında kalmaması, mağdur olduğunu iddia eden kişiler tarafından mahkemeye çıkarılması bu çağdışı uygulamanın bizi ne kadar geriye götürdüğünün bir delilidir. Ülkemizi en azından 1400 yıl geriye götüren bu uygulamalarla gerçek gericilerin kimler olduğunu bütün okuyucularımın takdirine sunuyorum. Bu arada yeri gelmişken milletvekillerinin ve özellikle de iktidara mensup AKP milletvekillerinin bir ayıbını kamuoyunun bilgisine sunuyorum. Yaklaşık iki yıl önce Sosyal Güvenlik Yasası’nın meclisteki görüşmeleri esnasında Türk Silâhlı Kuvvetlerinden herhangi bir yargılanma kararı olmaksızın atılan subay ve astsubaylara maaş ve özlük haklarının verilmesi hakkındaki tasarı bu milletvekilleri tarafından reddedilmiştir. İşin ilginç tarafı bu tasarı ilk olarak CHP milletvekilleri tarafından hazırlanmış ve 12 Mart ve 12 Eylül döneminde ordudan atılan subaylar ile ilgili olduğu halde, ASDER’in girişimi ile 28 Şubat mağdurlarını kapsayacak şekilde genişletilmiş ve AKP milletvekillerinin bir kısmının desteğini de almıştı. Tasarı, emeklilik hakları büyük ölçüde ellerinden alınan binlerce insana halen orduda görev yapan emsallerine yakın haklar tanımaktaydı. Bunun için mağdurlardan bir miktar ücret talep edilecekti. Yani kimseye karşılıksız bir maaş verilmiyordu. Bu haliyle zulüm ve haksızlığa uğramış insanlara hiç olmaz ise yaşlandıkları bir dönemde bir parça nefes alma imkânı sunuluyordu. Hayatı boyunca askerî eğitim alan insanların sivil hayatta başarılı olması çok zor bir iştir. Zira askerlik mesleğinin mantığı ile ticarî müesseselerin mantığı birbirinden çok farklıdır. İnsan ilişkileri başta olmak üzere ciddî bir eğitime ihtiyaç duyulmaktadır. Belirli bir yaşa erişmiş insanların sıfırdan işe başlamaları ve yeni bir iş kurmaları hiç kolay bir iş değildir. Fakat tasarı ile umutlanan binlerce insan Genel Kurmay Başkanlığı’nın devreye girmesi ile büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. Askerler, dindar insanlar üzerinde “irtica” diyerek baskı kurduğu ve karşı gelenleri ezdiği için kanunun yasalaşmasının önüne geçmişlerdi. CHP milletvekilleri eski hali ile önergelerinde ısrar etmiş fakat AKP’li milletvekilleri zulmün devamını uygun bularak tasarının kanunlaşmasını engellemişti. Şimdi başta hükümete ve bu milletvekillerine soruyorum: Siz hangi amaca hizmet ediyorsunuz? Ordudan hiçbir yargılama kararına isnat edilmeden atılan binlerce insanın mağduriyetini bir parça iyileştirecek böyle bir kanuna neden engel oluyorsunuz? Hadi “CHP’den böyle bir teklif geldi” diye karşı çıktınız, peki bu kadar zaman geçtiği halde siz niye bir kanun tasarısı hazırlamıyorsunuz? Cevabını ben vereyim: Çünkü sizler milletin vekili olmayı hak edemiyorsunuz. Yapılan zulüm ve haksızlıklar sizin umurunuzda bile değildir. Hâlbuki kendi yakınlarınız ve çıkarlarınız için en olmadık kanun ve yasaları rahatlıkla çıkarabiliyorsunuz. İş mazlûmlara gelince, beceriksizliğinize kılıf uydurmak ve mazeret üretmekte çok mahirsiniz. Ama bütün bunların hesabı seçim sandıklarında sizlerden sorulacak. Sayın Başbakan, şerh koyarak ordudan attığınız subayların haksızlığa uğramış olmaları sizi hiç rahatsız etmiyor mu? Yedi yıldır iktidardasınız, bu konuda hiçbir çare üretemediniz, muhalefetten gelen bir yasayı dahi, üzerinde geniş bir mutabakat olduğu halde reddettiniz. Eşleri başörtülü olduğu için devletin gadrine uğramış insanlara bir parça teselli vermek çok zor bir iş midir? Lütfen bir parça insaf ediniz… 04.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Yasemin YAŞAR |
|
Cehennemî bir azap; haset |
İslâm ahlâkçılarının üzerinde önemle durduğu emrâz-ı mâneviyeden birisi de hasettir. Kısaca kıskanmak, çekememek, Allah’ın ihsan ettiği nimetlerin ondan çıkmasını istemek gibi anlamlara gelir. İnsanın haset ettiği şeyler, genellikle sağlık, zenginlik, güzellik, bilgi, mutluluk gibi şeylerdir. İnsanın bunlar karşısında duyduğu hazımsızlık, haset hastalığını doğurur. Böyle bir insan kendisinde olmayan faziletlerden, meziyet ve başarılardan kederlenir ve hasım yerine koyduğu insanlara gelen nimetlere üzülür ve hatta maruz kaldığı musîbetlere sevinir. Başkasının yücelmesi, benim değersizleşmem anlamına geliyor düşüncesiyle, hasmını dedikoduyla, iftira ve kara çalmayla değersizleştirip, yanına çekmek ve değersizlik hissini bu şekilde hasmıyla paylaşıp kendisini daha fazla perişan olmaktan korumak ister. Kıskançlıktan biraz farklı bir anlama gelen haset düşüncesinde, sahip olunan bir şeyi kaybetme korkusundan çok, başka birine kötülük yapma arzusu hâkimdir. Diğergamlık hislerinin çöküntüye uğradığı bu zamanda haset hisleri daha bir insanı sarmış durumdadır. İyi hasletlerin baskılanması, kötü davranışların yayılmasına sebep olmaktadır. Yani, insanî değerler ve müsbet hislerin yaşanılması insanı kemâle doğru götürürken, zıtların birleştiği nokta olan insandaki kötü hislerin gelişmesine engel olur. Veya henüz çıkmış olan kötü duyguları tedavi eder. İşte insanlığın diğergam olması, yardımlaşma düşünceleri, birbirinin faziletlerini kendindeymiş gibi tasavvuru, kendi nefsi hislerini unutarak, kardeşinin hissiyât ve meziyetiyle fikren yaşamak gibi değerlerin yaşanılır olması, haset kültürünün yok olmasını netice verecektir. Fakat hayatı cidal olarak tanımlayan, rekabetçi anlayışı pompalayan sefih medeniyet, özgüveni yanlış ayaklar üzerine oturtup, “kuvvetli ise, zengin ise, güçlüdür” diyerek, özgüvenin, fani, maddî şeylerle gerçekleşeceğini savunmaktadır. Böylelikle hayatı bir yarış gibi algılayanlar, hayvânî kültürün esiri olup, kendinden önde olan herkesi potansiyel düşman ilân ederek, haset marazına düşmektedir. Değişik rekabet hisleriyle dışa vuran kıskançlık, hazımsızlığa, hazımsızlık çekememezliğe, sonra da ölümcül bir günah ve hastalık haline gelen hasede dönüşür. Bir insanda haset marazı oluşmuşsa, onun için artık pek çok çekememezlik sebebi hazır demektir. Haset eden insan, başkasının meziyetlerine göz dikerken, aslında hızla kendini değersizleştirmektedir. Böyle bir durumda insanın, kendi sahip olduğu meziyetleri fark etmesi, haset ettiği kişideki nimetlerin faniliğini anlaması ve sağlam bir kader inancı bu hastalığı haset haline gelmeden, daha rekabet ve kıskançlık aşamasında kontrol altına almayı netice verecektir. Hasedin iman boyutundaki tehlikesi de şöyledir. Başkasının işi, evi, arabası, makamı, mevkii, sahip oldukları bütün imkânlarına kafayı taktığı anda, bu Allah’ın taksimatına kafa tutmak anlamına gelecek ve bu durumda kaderi tenkit ederek, başını örse vurup, rahmetten de mahrum kalacaktır. Haset, haset edeni yakar bitirir. Hasmı için bir zarar söz konusu değildir. Muâviye (ra) oğluna nasihat verirken şöyle söyler: “Hasetten çok sakın! Hasedin zararları sende düşmanınkinden daha önce ve daha çok hâsıl olur.” Bu hastalık böyle sürüp giderse, çekememezlik hissi daha da büyür, genişler ve artık bütün düşünce ve his dünyasını kuşatır. İnsan, her türlü güzelliğe sövüp sayan saldırgan bir hâle gelir. Böyle bir insanın, hayalleri de fikirleri de kirlenir. Artık doğru göremez, düşünemez ve sağlıklı değerlendiremez. Böyle bir insan, gücünü kendi değer ve meziyetlerini geliştirmeye sarf edeceğine, başkalarını karalamaya, tenkit etmeye, tahrip etmeye harcar. İslâm ahlâkçıları, herhangi bir insan üzerindeki nimetlerin zâil olmasını istemeyi, kalpsizlik saymışlardır. Şeytanın şeytanlaşmasının temelinde de, kibir ve haset duygusu vardır. Kabil’in, Habil’i öldürmesi, Hazret-i Yusuf’un (as) kardeşleri tarafından kuyuya atılması, Yahudilerin Peygamberimizi (asm) kabul etmemesi hep haset hissiyle yapılmış günahlar ve hatalardır. Haset hissi, basite alınacak bir his değildir. İnsana hem bu dünyada, hem ahirette cehennemî bir haleti yaşatan bu hisle, dünyada mücadele etmek gerekir. Allah’ın Cennette mü’min kullarına önemli bir ihsan ve lütfu Cennet ehlinin kalplerinden haset ve kin duygusunu söküp atması olacaktır. Daha çocuk yaşta iken, yerleşebilen bu hissi fark edip, haset etmenin zararlarını aklî ve mantıkî yollarla izah edip, kıskançlığın insana hiçbir şey kazandırnayacağını anlatmak yararlı olacaktır. Hemen tesir etmese de zamanla anlaşılacak, hiç olmazsa duyguları frenlemeyi sağlayacaktır. Ayrıca, kıskançlık eğilimi gösteren insanlarda başkalarına yararlı olma hissi uyarılıp, nefisperestliği kısmen kontrol altına alınabilecektir. Her şeyden önemlisi de hayatı Allah rızasına bağlı yürütme, O’nu razı etme cehdi içinde bulunmak mânevî hastalıkların tedavisinde çok önemli bir çaredir. Hased, ibadetlerin sevabını da gideren bir marazdır. Hadis-i şerifte, “Haset etmekten sakının. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi, haset de hasenatı yok eder” buyrulmuştur. Haset etmek, Allah’ın takdirini değiştirmez, insan boşuna üzülmüş olur. Bunun yanında da manevî kirlenmeye sebep olmuş olur. Süfyan-ı Sevri, ‘Haset etmeyenin zihni açık olur. Haset sinirleri bozar ve ömrün azalmasına sebep olur’ demiştir. Hasedin böyle zararlı olanının yanında, gıbta mânâsına gelen bir türü de vardır. İnsanın bir kimsede bulunan nimeti, ondan gitmesini istemeyip, kendisinde de bulunmasını istemek gıpta olur. Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “İki kimseye hasette (gıbta etmekte) zarar yoktur. Kendisine bahşedilen serveti, Allah yolunda infak eden ve Allah’ın lütfettiği ilmi yaşayıp, başkalarına öğreten.” Fakat Risâle-i Nur Talebeleri ihlâsın gereği olarak, algılanmasıyla mahsurlu olan bu hâletten uzak durmaları gerekir. Gıpta damarının tahrik edilmemesi, tenkit ve rekabet yarışına girilmemesi gerekliliği ihlâs düsturlarında yer almıştır. Çünkü mü’minler bir vücudun azaları gibidir. Bir el diğerine rekabet etmez, bir göz diğerini tenkit etmez, belki noksanlarını tamamlar. Davranışların samimiyeti bozulduğunda, rekabetçi anlayışla ‘ya o, ya ben’ yaklaşımı ortaya çıkabilir, bu da hakikî dostluğu zedeler. Hasılı haset, ona mağlûp olan kimseye iç huzursuzluğu yaşatır. İçten içe insanı kemiren, insanı mutsuzluğa hapseden olumsuz bir duygudur. Yani haset ile, ötekinin tahrip edilmesi için sıkılan her kurşun, aslında, haset edenin kendisini vurmak anlamına gelmektedir. 04.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Sözlerin en güzeline uymak |
Gözü, kulağı, dili, aklı ihsan eden Allah gözün, kulağın, dilin, aklın hoşlanacağı güzellikleri de yaratmış. Onun içindir ki insan en güzel, en nefis, en leziz şeylerden hoşlanır. Secde Sûresi’nin 7. âyetinde dikkat çekildiği gibi kâinattaki her şeyin en güzel bir şekilde yaratılması oldukça anlamlı. Bu güzelliklere aşık olan insanın yaratılışı hakkında “Muhakkak ki, Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık”1 buyuruluşu da. Demek atomdan galaksilere varıncaya kadar her şey güzel, onları seyreden, tefekkür eden insan da güzel. İşte insanın hayatı bu güzelliklerle sarmaşdolaş ve dopdolu olarak geçer veya geçmesi lâzım. Onun için insan her şeyin en iyisi ve en güzeline ulaşmaya çalışır. İyisini, güzelini alır; kötüsünü, çirkinini bırakır. Allah Resûlü’nün (asm) mü’minin Cennete ulaşıncaya kadar iyi ve güzel şeyleri dinlemeye doymayacağını2 bildirmesi de bu açıdan dikkat çekici değil mi? Kezâ bütün iyilik, mükemmellik ve güzelliklerin kaynağı dini öğrenme konusundaki gayreti de. Bu husustaki teşvik de şöyle: “Allah kimin iyiliğini murad ederse ona dinde derin bir anlayış verir.” 3 Bu güzellikler cümlesinden olan dinin temeli, özü ve sözlerin en güzeli olan Kelime-i Tevhidi ruhuna, kalbine nakşetmesi ve onu lisanından düşürmemesi de hayatı onunla mânâlandırmak ve renklendirmek içindir. Kur’ân, böyle insanları, “Onlar sözün en güzeli olan Kelime-i Tevhide hidayet olunmuşlardır. Ve onlar, her türlü övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna hidayet olunmuşlardır” 4 diye anlatır. Yine Kur’ân’ın ifadesiyle Kelime-i Tevhid’le hidayet sarayı içerisine giren bu akl-ı selim sahibi insanlar söze kulak verir ve onun en güzeline uyarlar.5 Sözlerin en güzeli şüphesiz Allah’ın sözüdür. Bu en güzel söze kulak vermeyenlerin çöplükte eşinen tavuk misâli hayatları hep çöplüklerde geçer; sıkıntıdan kurtulamaz, felâketlerden felâketlere uğrar, bir türlü huzuru bulamazlar. Onun için Rabbimiz çok sevdiği kullarının bu tür sıkıntılarla hayatlarını mahvetmemeleri için bir an önce yuvalarına dönmelerini emreder, onları şöyle uyarır: “De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. “Öyleyse azap gelmeden önce Rabbinize dönün ve O’na teslim olun; sonra kimseden yardım göremezsiniz. “Hiç farkında olmadığınız bir sırada azap ansızın başınıza gelmeden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun.”6 Evet, kurtuluş ancak ve ancak “sözlerin en güzeli”ne kulak vermekte.
Dipnotlar: 1- Tin Sûresi: 4. 2- Tirmizi, İlim: 19. 3- Buharî, İlim: 97; Müslim, İmare: 1756; Tirmizî, İlim: 4. 4- Hac Sûresi: 24. 5- Zümer Sûresi: 18. 6- Zümer Sûresi: 53-55. 04.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Aile yuvası, ‘evlilik ve aile okulu’ olmalı |
Evet, “evlilik ve aile okulu veya kursu” açmak, her tarafa yaygınlaştırmak zor olabilir. Kimi zaman, kimi yerde de imkânsız... Bu durumda zihinleri meşgul eden soru gelir: “Evlilik ve aile” okullarını teşekkül ettirene kadar ne yapmalıyız? Aile yuvamızı, evlerimizi sür'atle “evlilik ve aile eğitim ve terbiye okulları”na dönüştürmeliyiz. Ev ve aile, her yerde vardır. Şehirlerde, kasabalarda, köylerde, hatta mezralarda, yaylalarda ve çöllerde… Bu eğitim yuvalarında vereceğimiz evlilik derslerinin başında; anne-baba, eş, çocuk, akraba, komşu, insan, hatta hayvan, bitki ve eşya hakları teferruâtıyla öğrenilmeli, özümsenmeli, benimsenmeli, öğretilmeli… Ardından, çocuk eğitimi ve bakımı öğretilmeli. Peşinden, temizlik, yemek ve sağlık dersleri verilmeli. Sonra iyi bir mesleğin nüveleri atılmalı, formülleri geliştirmeli. Kısaca, çocuk, ana-baba okulunda hayatı, bütün yönleriyle tanıtmalı, öğrenmeli. *** Ve özellikle şu hususun altını, üstünü çizerek vurgulamalıyız: Fen, sosyal, mânevî ilimlerin harmanlanmasıyla yazılan Risâle-i Nur tefsiri, başta ferdin ruh/duygu, akıl, zihin yapısını tahlil etmiş muhteşem bir nefis terbiyesi ve kişisel gelişim kitabıdır. Fertleri, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye ahlâkıyla bezer. Sağlam bir aile yapısının malzeme, prensip ve kaidelerini ortaya koyar. Toplumu ayakta tutacak psiko-sosyal unsurların kaidelerini de belirler. Bu çerçevede önemli bir noktaya daha temas etmeliyiz: Bediüzzaman Said Nursî, yalnızca “Hastayız, tedavi olmalıyız; açız yemek yemeliyiz!” diye iddia ve dâvâ etmez. Kur’ân ve kâinat eczahanesinden, Sünnet-i Seniyye perspektifinde hastalıkları teşhis eder, ilâçların formüllerini verir, tedavi yollarını gösterir, ameliyat-ı maneviyeleri yapar, reçeteleri yazar. Keza, tarlayı sürüp ekmenin, gıdâî mahsül yetiştirmenin esaslarını belirlerken, aşçılık san'atı ve servis yapmanın inceliklerini de öğretir. *** Bu arada; “evlilik ve aile okulları, kursları” yaygınlaşana dek, aile ve evlilikle ilgili eserler; - Evlendirecek çocuğu olan her ebeveynin, - Evlenme çağına gelen her gencin el kitabı olmalı. Sözlüler, nişanlılar birbirine hediye edip şu şartı koşmalı: “Eğer bu prensiplere, ölçülere uyar ve kabul edersen, ancak o zaman evlenebiliriz!..” 04.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Ashab-ı Kehf üzerine |
Abdullah Bey: “Kur’ân-ı Kerîm’de genişçe yer alan Ashab-ı Kehf ile ilgili bilgi verir misiniz? Ashab-ı Kehf’in günümüze bakan mesajları var mıdır?”
Kur’ân-ı Kerîm’in haber verdiği tarihî olaylardan birisi, bir sûreye de adını verdiren Ashab-ı Kehf (Mağara arkadaşları) olayıdır. Mağara arkadaşlarının yaşadıkları, öldükten sonra dirilişin hak olduğunu gösteren tarihî bir delildir. Hazret-i Îsâ (as) Cenâb-ı Hak tarafından göğe yükseltilmişti. Geriye kalan 12 civarındaki inanırı gizlice Roma içlerine sızdı ve gizlice hak dinlerini yaymaya başladı. Kendilerine havâri de denilen bu inananlar, gittikleri her yeri, mağaraları, gizli bölmeleri, tenha yerleri, dağ başlarını gizli birer dershane yaptılar ve Allah’ın adını putperest Roma içinde yaymaya çalıştılar. Îsevî olmanın devlete ve putperestliğe ihânet sayıldığı, suç addedildiği ve çok sıkı takiplerle yakalananların ateş ocaklarında yakıldığı, kaynayan kazanlara atıldığı zor günlerdi. Roma yönetimi göz açtırmıyordu. Îsevîler bu dönemde çok şehit verdiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) bildiriyor ki: “Sizden evvelki ümmetlerden mü’min bir adam tutularak kendisi için açılan çukura konulurdu. Sonra bir testere getirilir, başı biçilir, iki parça edilirdi. Demirden tarak ile eti ve kemiği taranırdı da, bu işkence onu dininden döndürmezdi. Allah’a and olsun ki, Allah İslâm dinini tamamlayacaktır... Siz acele ediyorsunuz.” 1 Peygamber Efendimizin (asm) bildirdiği bu sıkıntıların bir bölümünü ilk hakiki İseviler yaşadılar. Fakat bu sıkıntılar gizli de olsa meyvesini vermeye başlamış, Allah’ın adı ve dini putperestler içinde gizlice yayılmaya başlamıştı. Öyle ki, hükümdarın yakın çevresi içinde bile Hazret-i İsa’nın (as) tevhîd dinine gizlice inananlar vardı. İşte, içlerinde putperest hükümdarın vezirleri ve hükümdara yakın kimselerin de bulunduğu Hazret-i Îsâ’ya (as) mensup bir grup genç, hükümdara şikâyet edildiklerini anlayınca, hükümdarın zulmünden kaçıp bir mağaraya sığındılar. Niyetleri öyle üç yüz sene falan kalmak değildi. Belki sadece bir tehlikeyi savmak için mağaraya girmişlerdi. Yanlarında bir de köpekleri vardı. Fakat zalim hükümdarın askerleri mağaranın kapısını taş duvarla örerek onları içeride ölüme terk ettiler. Allah ise, “hileye karşı hile yapanların hayırlısıdır.”2 Hem diriliş için bir örnek vermek, hem sonsuz kudretini göstermek, hem de kendisi de koymuş olsa kurallara bağlı kalmak zorunda olmadığını bildirmek için onları uykuya daldırdı. Nitekim Hazret-i Îsâ’nın (as) babasız doğması da, göğe yükseltilmesi de, âhir zamanda inecek olması da kural dışı değil mi? Allah dilerse, kudreti kural tanır mı? Üç yüz dokuz sene orada uyudular. Uyandıklarında sanki uykuya dün dalmış gibiydiler. Kur’ân’dan dinleyelim: “Zalim hükümdara karşı çıktıklarında Biz onların kalplerini hakka bağladık da onlar, ‘Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’tır’ dediler. ‘Biz ondan başka bir ilâha kulluk etmeyiz. Edersek saçmalamış oluruz. Bizim kavmimiz Ondan başka ilâhlar edindi. Öyleyse o ilâhların hak olduğuna dâir apaçık bir delil getirseler ya! Allah adına yalan uyduranlardan daha zâlim kim vardır?” 3 “Uyuduklarında onlara baksaydın..... Onları uyanık sanırsın! Hâlbuki uykudadırlar. Ve Biz onları sağ ve sol tarafa çevirip dururuz. Köpekleri ise iki ayağını mağaranın kapısına doğru uzatıp yatmıştır. Eğer onları o halde görseydin, için korku ile dolar ve geri dönüp kaçardın.”4 Üç yüz dokuz sene böylece kaldılar.5 Uyandıklarında, dün uyuduklarını zannediyorlardı. Acıktıklarını hissettiler. İçlerinden birisine para verip, mağarada olduklarını sezdirmemek için sıkı sıkıya tembihleyerek şehre ekmek almaya gönderdiler. Şehre giren arkadaşları şehri tanıyamamıştı. Nasıl olurdu? Dünkü şehir bu kadar değişmiş olabilir miydi? Şehrin ortasında kilise dedikleri bir yer vardı. Merak edip yaklaştı; Hazret-i Îsâ’ya (as) inananların girip çıktığı bir mabetti. Açıktan girip çıkıyorlardı. Kimse gizlenmeye gerek duymuyordu. Hayretinden şaşıp kalmıştı. Dünkü zâlim kral neredeydi? Putperest halka ne olmuştu? Kilisedeki o çarmıha gerilmiş adam heykeli de ne oluyordu? Nihayet fırına yaklaştı, parasını uzattı ve ekmek almak istediğini söyledi. Hayret; fırındakiler de şaşırıp kalmışlardı. Para üç yüz sene öncesinin mührünü taşıdığı gibi, adamın üstü başı da yüz yıllar öncesinin giyim kuşamıydı. Sonrakiler ayrıntı. Meğer bu üç yüz yıl zarfında Hazret-i Îsâ’nın (as) tevhid dininin adı Hıristiyanlık olmuş, Roma’da resmî din olarak kabul görmüş; fakat din asliyetinden çıkarılmış, tanınmaz hâle getirilmişti. Hazret-i Îsâ’nın (as) tevhid dini aslından uzaklaştırılmış, içerisine çarmıha gerilmiş insan resmi gibi, teslis inancı gibi, ruhbanlık sınıfı gibi putperestlik öğeleri doldurulmuş, sayısız İnciller yazılmıştı. Ashab-ı Kehf olayı, Allah’ın ölüleri dirilttiğinin en canlı örneği olarak hâlâ günümüzde tazeliğini ve sıcaklığını korumaktadır. Allah onlara ve bütün çile çekmiş tevhid bayraktarlarına rahmetiyle muâmele buyursun. Âmin.
Dipnotlar: 1- Riyâzu’s-Sâlihîn, 41., 2- Âl-i İmrân Sûresi, 3/54., 3- Kehf Sûresi, 18/14,15., 4- Kehf Sûresi, 18/17-18., 5- Kehf Sûresi, 18/25 04.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
İç dünyada, sükûnet İçİn |
İnsanî ilişkilerimizi iç içe geçmiş daireler tarzında tasavvur edersek, en önemli daire her zaman en küçük dairedir. Kendimiz, eşimiz, çocuklarımız, komşularımız, akrabalarımız, mahalle ve şehrimiz... İç dünyamız, duygu ve düşüncelerimiz, kalbimiz kendi âlemimizin merkezidir. Hani Nasreddin Hoca’ya “Dünyanın merkezi neresidir?” diye sorduklarında “Benim bulunduğum noktadır” demiş ya öyle... Hoca bu, “Yapma Hocam!” diyenlere de “İnanmazsanız ölçün, o zaman!” cevabını vermiş. Yapılışındaki san'at cihetiyle gerçekten de her insan kâinatın merkezi konumundadır. Çünkü, çiçeklerden güneşe kadar her şey onun için yapılmıştır. Yeryüzünde kendini ve kâinatı idrak edebilen muhteşem bir varlıktır insanoğlu.
Farkındalık
Beri yanda... Dağların bile çekindiği öyle bir emanet yüklenmiştir ki omuzlarına, San'atkârını düşünmediğinde, kendinin ve kâinatın var oluş sırrını da çözemez ve ben-merkezci olur. Sadece kendi fikirlerini ve çıkarlarını ön plâna alıp, muhatabını önemsemez ve problemler de bu noktada çıkmaya başlar. Kendiyle, ailesiyle, komşusuyla... problemler başlar. Bunu fark ettikçe, problemler de bir bir ortadan kalkar.. İnsanın ben merkezciliğini fark edebilmesi, mühim inkılâbların, değişimlerin başıdır. Hz. Yusuf’un (as) “Muhakkak nefis daima kötülüğe sevk eder, ancak Rabbim rahmet ederse, o başka” (Yusuf Sûresi, 53.) demesi her arzu ve hevesimize itimat edilmemesi gerektiğini bize ders vermiyor mu?
Ruh halimiz bedenimizi etkiler
Olmasını arzu ettiğimiz ve çok gayret sarf ettiğimiz bir işte başarısızlığa uğradığımızda üzülür, öfkelenir, söyleniriz... (Böyle anlarda herkesin tepkisi farklı olur. Kimi “La havle..” çeker, kimi tabak kırar, kimi kapıları çarpar...) Oysa ki, elimizden geleni yaptıktan sonra, neticeyi Allah’a bırakmak ne emin bir yoldur. Unutur, tam da nefsine zulmedenlerden oluruz! Doktor mide ağrısı şikâyetiyle kendisine gelen hastayı dinledikten sonra ona şöyle der: “Hastalığının sebebi yediklerin değil, seni yiyenler...” Gerçekten de ruh halimiz, bedenimizi de etkiler... İlk çağlardan bu yana ünlü düşünürler insanoğlunun bu çelişkisini gözlemlemişler. Sözgelimi Epiktetos: “Önemli olan olaylar değil, onları algılama şeklimizdir” demiş. Günümüz uzmanları da bu görüşü benimsemekte... Başaramadığımız zamanlarda öfkelenmek, kendi kendimizi yemek yerine “Elimden gelebilecek her şeyi yaptım. Bunda da bir hikmet var” diyebilmeye gayret etmemiz gerek. “Neticeyi halk etmek Allah’ın vazifesi, benim vazifem gayret” diyebiliyorsak Celâleddin Harzemşahvârî ne mutlu! “O takva sahipleri, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir.” (Al-i İmran Sûresi, 134.) Kaldı ki, aradan zaman geçtikten sonra üzüldüğümüze üzüldüğümüz nice hallerimiz vardır değil mi?
Aristo mantığı ve kuantum fiziği
Başarılı-başarısız, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... Kendimize her zaman sormayı alışkanlık hâline getirmemiz gerekiyor: Kime, neye göre? Olayları matematiksel anlamda 1 ve 0 mantığıyla değerlendiren bir düşünce şeklimiz vardır. Bir şey ya doğrudur, ya yanlıştır, ya siyahtır, ya beyazdır... Başka türlü düşünülemez. Günlük hayatımızdaki bu düşünce tarzını uzmanlar “Aristo mantığı” olarak nitelendiriyorlar. Bilimin gelişmesi atomaltı parçacıklarda “1-0” mantığının geçerli olmadığını gösterdi. Meselâ; atomaltı parçacıklardan foton ya dalga ya da parçacık halinde olmalıydı, üçüncü bir durum söz konusu olamazdı Aristo mantığına göre. Ama foton hem dalga, hem de parçacık gibi hareket ediyordu. Kuantum fiziğinde 1-0 kesinliği geçerli değildi. Bu kâinatı yorumlamada yeni bir bakış açısı kazandırdı ilim dünyasına. İki kere ikinin dört etmediği durumlar da vardı! ** Dememiz o ki, öfkelenip, üzüldüğümüz şey hakikatte sevinmemiz gereken bir olay olabilir. “Belki sevmediğiniz şey, hakkınızda hayırlıdır.” (Bakara Sûresi, 216.) 04.10.2009 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Bir yenilik yapmadan, farklı duygular tadamazsınız |
2015 Dünya Bediüzzaman Yılı
Esentepeli gençler, kendi semtlerinde muhteşem bir program başlatmışlar. Pek çoğu internet kafe mezunu olan beyler, birkaç kafadar ve büyük katkısıyla, ‘Yahu kardeşim, haftanın bir günü de sohbet amaçlı bir araya gelelim, şu gençlik akıp giderken bari bazı saatleri kurtaralım’ demişler ve Risâle sohbeti başlatmışlar. Halen internet kafe dostluğunu sürdürenler de varmış. Hatta zaman zaman internet kafeden çay içmeye ders mekânına gidiyorlarmış. Yani durum onu gösteriyor ki, internet kafelerin yakınlarına dershaneler açmalı ve oradan bir koridor halinde sohbet meclislerine gençler transfer edilmeli. Tabi o transferi yapacak, kahramanlar gerekiyor. Yani kafeden mezun olanların, daha alt sınıftakilere hizmetlerinin geçmesi gerekiyor. Şu an bu sohbet gurubu 20 kişiyi bulmuş. Daha önce evlerde yapılan gezici ders programlarını, şimdilerde nasıl kalıcı hale getirebiliriz diye düşünüyorlarmış. Ne diyelim Allah bu gençlerin yardımcıları olsun. Haber muhteşem! 2015, Birleşmiş Milletler Bediüzzaman yılına bu gençler bu şekilde katkıda bulunuyorlar. Elbette bu yıl ilânları durup dururken olmuyordur. Bir kıpırdanmanın, bir hareketin, hizmetin sonucu olarak Cenâb-ı Hak böyle sonuçlar halk ediyor ve edecektir. Zahmetsiz rahmet olmaz. Haydin bakalım herkes, 2015 Dünya Bediüzzaman yılına kendini hazırlasın. Dünyanın rengi ancak böyle değişecektir. Öyle durup dururken, sihirli bir el kimse beklemesin. Herkes üzerine düşeni yapsın. Ya da karınca gibi o yolda olsun, o yolda ölsün…
Biz müjdelerin neresindeyiz?
Bu haberi duyunca içim sevinçten şöyle bir irkildi. ‘Dünya aslını yeni buluyor’ dedim. Söylemek garip olmasa, döktüğüm duygu dolu gözyaşlarını bile buraya kaydedeceğim. Yani iman ve Kur’ân hizmeti olan Risâle-i Nur hareketi, nereden nereye geldi. Hatta daha bu geldiği nokta, hak edilen nokta değil. Çünkü dünya küresel krizler, küresel hastalıklar yaşıyor. Buna karşı da küresel tedaviler uygulayacak programlar gerekiyor. Bu da ancak Kur’ânla ve onun tefsirleriyle mümkün olacak. Başkaca bir yol bulunmuyor. Dünya bu dönüşümü yaşayacak da, biz bu dönüşümün neresinde olacağız? Takvada, Kur’ân’ı okumada, anlamada ve yaşamada nerede olacağız? Bu ve benzeri soruların cevabını aramak durumundayız.
‘Ben buraya öylesine gelmiştim, bir daha gidemedim’
Bu cümle, Risâle sohbetlerine ilk kez gelip, bir daha ayrılamayan gençlerden birisine ait. Risâle-i Nur eserlerinin birer cazibe merkezi olduğu buradan anlaşılıyor. Sekiz sene önceki, sohbetlerimizde yer almış bir kardeşimiz geçenlerde çok dikkat çekici bir cümle kurdu: “Hocam, ben buraya, sadece öylesine bir uğramıştım, o gün bugündür ayrılamadım. Bu bir enerji akımıdır.” diyor. Bu cümlenin arka planında, futbol maçı için arkadaşına takılıp gelen gencin, o günden sonra her hafta sohbetlere takılması yer alıyor. Kapıldığı pozitif enerjiye kendisi de akıl sır erdirememiş. Bizim de Pazar gençleri grubumuz, derslerine bu hafta başlıyor. Bu sene epey ciddî sayıda müşterimiz var. Grubumuzdan mezun olanların yerlerini yenileri alıyor. Futbol takım arkadaşlığı sürüyor. Anlaşılan bu sene takım epeyce seçmelere sahne olacak. Grup arkadaşlığımız, sadece Pazar’da sınırlı kalmadı. Pek çok kardeşimizle mekânlarımız farklı da olsa, Risâle sohbetleri etrafında buluşuyoruz. Hatta umumî derslerimize pek çok arkadaşlar kazandık. Grubumuz içinden yeni yeni gruplar doğdu. Bunlardan birisi, bizim esnaf gençlerimiz. Marangozlar sitesindeki kardeşler 30 kişiye yakın bir arkadaş grubu oluşturmuş. Farklı bir semtte bir medrese tutmuşlar ve Risâle sohbetlerine devam ediyorlar. Hatta zaman zaman bizi de, sohbet günümüz farklı olduğu için Nur sohbetlerine dâvet ediyorlar. Geçenlerde bir dersimizde, Pazar gençlerinden birisi, ‘Hocam, 2015 Bediüzzaman Yılı’na hangi programlarla hazırlanıyorsunuz.’ diyor. Hakikaten de öyle, kim, şu an, ne ile ilgileniyor? Kim kendini yarına nasıl hazırlıyor?’ düşündürücü. Herkes kendi dünyasında, ne yapabileceğini düşünerek bir yenilik yapmak durumunda. Bir kampanya başlatmak ve ona uygun hizmetler yapmak en akıllıcası. Çünkü bir yenilik yapmadan farklı duygular tatmak mümkün değildir. Hani nasıl ki bir tüccar, elindeki malını pazarlamak için türlü türlü reklâmlar, ciddî harcamalar yapıyorsa, biz de nurları kendi malımız kabul edip, bu hazineyi, dünya pazarına nasıl sunabilirizi, düşünmek durumundayız. Bunun için belki de, Şubat tatilinde, uygun bir mekânda neden beş-on kişilik ‘büyükler okuma programları’ düzenlemeyelim. Çünkü kendimizi yarınlara hazırlamanın en güzel yolu, okuma programlarıdır. Okuma programları, masivadan sıyrılma, takvayı kazanma antrenmanlarıdır. Okuma programları, günahlardan, haramlardan uzak kalma çabaları ve risâle deryasına dalma ve derinlere ulaşma çabalarıdır. Şubat’a daha çok mu var diyorsunuz? O zaman, bulunduğumuz şehirde 3-5 kardeş-dost bir araya gelip, Pazar kahvaltısı vesileyle sohbetler yapılabilir. Yapanlar var. O da olmaz diyorsanız, o zaman neden bir program içerisinde günde 10-20 sayfa risâle okumayalım. Buna da, yaşanan dünyanın bunca heyecanı içerisinde ‘hayır’ diyecek kimse olmaz. Olsa da, buna rağmen adımlar daha kıymetlidir. Haydin hayırlısı bakalım.
Yasin Sûresi bir madalya oldu 2009’da iki küçük kızım, Kur’ân’dan Yasin Sûresini ezberlediler. Artık Cuma geceleri, evimizde, ikramlı, Yasin Sûresi ezbere okunuyor. Çocuklarımın kalplerine Yasin Sûresi birer madalya oldu adeta. En küçük kızım da, şu an yarısını ezberledi. Gelişmeler mükemmel. Kim bilir, 2015’lerde nelere sahip olacağız? Şimdiden geniş dairelerden müjdeli haberler gelmeye başladı. Bakalım en küçük ve en etkili dairelerde bu müjdeli haberler nasıl ‘açılımlara’ dönüşecek? Haydin hayırlısı… 04.10.2009 E-Posta: [email protected] |