Ahmet ÖZDEMİR |
|
İnsan, şu kâinat kitabını okuyor (mu?) |
Rabbimizi bize tarif eden üç büyük tarif edici kâinat kitabı, Kur’ân-ı Kerim ve Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimizdir. Yer ve göklerin yaratılış amacında insanın konumu şu âyet-i kerimede açıklığa kavuşturulur: “Yeryüzünde ne varsa sizin için O yarattı. Bundan başka semaya da iradesini yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti. O her şeyi hakkıyla bilendir.”1 Kur’ân-ı Kerim bu âyetiyle şuna işaret etmektedir: “İnsanın pek yüksek bir kıymeti olmasaydı, semavat ve arz onun istifadesine muti ve musahhar olmazdı. Ve keza, insan ehemmiyetsiz olsaydı, mahlûkat onun için halk edilmezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsaydı, o vakit insan, mahlûkat için halk olunacaktı. Ve keza, insanın Hâlikı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki, âlem-i dünyayı kendisi için değil, beşer için, beşeri de ibadeti için halk etmiştir." 2 Kur’ân-ı Kerim’den önce, dünya inkâr ve cehalet bataklığına düşmüş, insanlık vahşet ve dehşet içinde idi. Her gece dünya semasını bir şehrayin gibi süsleyen yıldızlar, her sabah dünyaya ışık ve hayat veren güneş, her bahar yeniden dirilen yeryüzü, üzerlerinde yazılı mânâları okuyacak bir çift göz bulamadan geçip gidiyordu. Çiçekler, böcekler, kuşlar, denizler, ırmaklar, dağlar, ovalar, bulutlar bir başıboşluk içinde yuvarlanıyor; ne anlattıkları, neye hizmet ettikleri, hangi san'atkârın nakışlarıyla süslendikleri anlaşılamadan yokluk perdesi altında kaybolup gidiyordu. Sonra Kur’ân-ı Kerim yeryüzüne indi. Kâinat kitabı okunmaya başladı. Asırları örten karanlıkları âyetleriyle birer şimşek gibi delip geçti. Ülfet, alışkanlık perdesini yırttı, gözümüzün önündeki varlıkların ve olayların anlamlarını açığa çıkardı. Güneşi insanlığa gösterdi, “Bu Rabbinizin âyetidir” dedi. “O'nun emriyle size ışık ve hayat verir. O'nun emriyle yanar, O'nun emriyle söner. O'nu övüp O'nu tesbih eder.” Sonra ayı gösterdi. “Bu sizin kandiliniz ve takviminizdir” dedi. “Rabbinizin emriyle gecenize nur saçar, size vaktinizi bildirir; takvimcilik yapar. O'nun emriyle aydınlanır, O'nun emriyle aydınlatır. O'nun emriyle her gece şekilden şekle girer, O'nu övüp O'nu tesbih eder” Arkasından yıldızları gösterdi. “Hem gecenin karanlığında, hem inkâr ve cehalet karanlıklarında yolunuzu onlarla bulursunuz” dedi. Kur’ân kâinat kitabını okumaya devam etti: “Onlar Rabbinizin emriyle yanar, O'nun emriyle gezer, O'nun emriyle semanızı süsler, size tebessüm edip dururlar. O'nu övüp O'nu tesbih ederler. Sayısız dillerle size O'nu anlatırlar. Bakın, okuyun, anlayın!” Gökyüzünü gösterdi. “Bulutlara bakın!” dedi. “Rahmetimizi müjdelemek için koşarak size gelen rüzgâra bakın. Korku ve ümit içinde size gösterdiğimiz şimşeğe, gök gürültüsüne bakın. Nasıl bağırarak konuşuyor? Kuşların cıvıldaşmalarıyla, denizlerin dalgalarıyla, yaprakların hışırtılarıyla Allah’ı tesbih ettikleri gibi gökyüzünü de böyle konuştururuz.” Göklerde ve yerde ne varsa hepsini teker teker gözler önüne serdi, “Rahman’ın yarattığında nizamsızlıktan eser göremezsin” dedi. Gözü şahit yapıp akla yol gösterdi. Hükmünü akıllara tasdik ettirip vicdanlara seslendi: “Haydi, göklerde ve yerde gözünüzü gezdirin. Bakın, her şey nasıl yerli yerine konmuş. Demek ki, bunları yapan, adaletle iş görüyor. Öyleyse siz de adil olun. Yoksa zulmünüz cezasız kalmaz.” “Sonra bir daha bakın. Güneşin ışığı nerelerden gelip sizin yardımınıza yetişiyor. Bulutları taşıyan rüzgârlar nasıl imdadınıza koşuyorlar? Toprak bitkileri, bitkiler hayvanları, hayvanlar sizi nasıl besliyor? Bunları veren, ancak bütün âlemlere hükmü geçen bir Yaratıcı olabilir. Demek ki, sizin acizliğiniz ve zayıflığınız, O'nun rahmetine bir vesiledir. Öyleyse siz de aranızda zayıf olanların yardımına koşun. Yoksa kendinizi rahmetten mahrum bırakırsınız.” “Sonra dönün kendi yaratılışınıza bakın! Kendinizi okuyun! Altı ayda hücrelerinizin yenilendiğini görün. Tekrar her baharda yeryüzünün dirilişine dikkat edin. Sonra göklerin ve yerin nasıl yaratıldığını düşünün. Bütün bunları yapan, elbette sizi tekrar diriltmeye de kadirdir. Sizi bu dünyada hesapsız nimetleriyle aziz bir misafir gibi ağırlayan, ebedî cennetlerinde sonsuz nimetleriyle mutlu etmeye de kadirdir. En küçük bir böceğin en küçük bir ihtiyacını görüp yetiştiren, sizin gizli ve açık bütün dileklerinizi de işitir ve yerine getirir. Öyleyse O'na yönelin. Dünyada güzelce yaşayın, ahirettte güzellik bulun.” İşte, vahşete ve dehşete bürünmüş bir dünyaya, bunlar gibi daha nice hakikatlerle nurlar saçan bir Kur’ân indi. Gökler ve yer, akıllar ve kalbler onunla birden aydınlanıverdi. Özetle, insan mümtaz ve müstesnadır; seçkin bir makama sahiptir. Yani “özel” olarak yaratılmış, varlıkların en şereflisi olarak dünyaya gönderilmiştir. Bir başka ifadeyle diğer varlıklar hizmetine verilmiştir. Bu kadar masrafın elbette bir karşılığı olmalıdır. Kâinatın ve dolayısıyla insanların yaratılışındaki hikmet ve gaye, “Ben, cinleri ve insanları ancak bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım” 3 ferman-ı celilince, imandan sonra ibadettir. Hamd ise, ibadetin özet bir sureti ve küçük bir nüshasıdır ve bu makamda zikri, yaratılışın amacını tasavvur etmeye işarettir. “Cenâb-ı Hak, insanı, kâinata cami bir nüsha ve on sekiz bin âlemi havi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnadan her birisinin tecelligâhı olan her bir âlemden bir örnek, bir numune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır. "Eğer insan, maddî ve manevî her bir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriate imtisal ederse, insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o âleme bakar ve o âleme tecelli eden sıfatla o âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle, insan, sıfat-ı kemaliye-i İlâhiyeye hem mazhar olur, hem muzhir olur. Nitekim Muhyiddin-i Arabî, ‘Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek, tanınmak istedim. Bu sebeple de Beni tanımaları, gizli kemalat ve cemalimi bilmeleri için mahlûkatı yarattım.’ hadis-i şerifinin beyanında, 'Mahlûkatı yarattım ki, Bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim' 4 demiştir." 5 Yani Allah, kâinatı kendi isim ve sıfatlarının tecellisini seyredebileceği bir ayna olarak yaratmıştır. Allah’ın kendi eser ve san'atlarını görmek ve göstermek için varlıkları yaratmış olması yaratılışın amacını teşkil etmekte, bu yaratılış ise Allah’ın yaratıcı iradesiyle ve “düşünülen ihtimallerin en güzel şekliyle” 6 yaratılmış olmasıdır. Bu sebeple tabiat veya tesadüfe izafe edilen bir “yaratıcı irade” aramaya imkân yoktur. Zira bunlar, yaratıcı irade göstermeye gücü yeten bir fail durumunda değillerdir. Yaratılış olayı, nizam ve intizam içinde kendisini gösteren şuurlu bir fiildir. Bu inanç ışığında yaratılış olayı tek ve mutlak istinadını Allah’ın yaratıcı iradesinde bulabilir.7 Okuyabilene… Anlayabilene…
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi,29. 2- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 387-388. 3- Zariyat Sûresi, 56. 4- Keşfü’l-Hafa, 2: 132. 5- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü'l-İ'caz, s. 23. 6- Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemat, s. 54. 7- Safa Mürsel, Devlet Felsefesi, s. 53. 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Baki ÇİMİÇ |
|
Risâle-i Nûrlar Sefine-i Nuh gibidir |
“Risâle-i Nûr, sefine-i Nuh gibi, Anadolu'yu cebel-i Cudî hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tokatından kurtulmasına bir sebeptir.” (Kastamonu Lâhikası, 2006, s:178)
Bedîüzzamân Hazretleri Risâle-i Nûrları Sefine-i Nuh’a benzetiyor. Bu benzetme elbette ki çok önemli. Nuh'un (as) zamanındaki tufan maddî bir tufan idi. Ve Nuh'a (as) imân edenler ve inananlar gemiye binerek dâvete icabet ettiler ve kurtuldular. Bu dâvet nefsî ve hevesî bir dâvet değildi elbette. Allah'ın emriydi ve Nuh (as) sadece emri tebliğ etmişti. Hanımı ve oğlu dâhi bu emre ve dâvete icâbet etmemiş ve emre değil nefislerinin arzularına meyletmişlerdi. Sonuç ise onlar için felâket ve helâketti. Bir peygamber olan Nuh'un (as) yapacağı çok bir şey yoktu. O sadece vazîfesini tebliğ etmek ile mükellefti. Ve öyle yaptı. Beklenen gün gelince, emre riâyet edenler Sefine-i Nuh’a binerek selâmetle o maddî fırtınalardan kurtuldular. Kur'ân'da geçen kıssalar sadece tarihî bir olay değil, her zamana ve asra izdüşümü ve dersi olan kıssalardır. Bizler Nuh'un (as) kıssasından “bu ahirzaman asrına” hangi dersleri almalıyız? Esasında mesele bu olmalıdır. Bakış açımızı buna göre ayarlamalıyız. Risâle-i Nûr eserlerinin bir diğer hususiyeti de "Âyetlere asrımız itibârî ile nasıl muhatap olacağız ve asrımızda günlük hayatımıza âyetlerden düşen dersleri nasıl tatbik edeceğiz?" nasihatini vermesidir. Bu zamanda ve asırda çok dehşetli maddî ve mânevî fırtınalar vardır. Bu fırtınalardan kurtulmak ve sahil-i selâmete salimen ulaşmak için Bedîüzzamân Risâle-i Nûrları Sefine-i Nuh'a benzetiyor. Risâle-i Nûrlara itimad edip icabet edenlerin ise yüzde doksanının kurtulacağını söylüyor. Bu çok büyük bir müjdedir. Demek bu ahirzaman asrında imânların fen ve felsefenin tasallutu ve dinsizlik cereyanlarının maddî ve mânevî ifsadatı ile yaralanması, kalb ve akıllarımızın tedâvi edilmesi ve özellikle imânî ve itikâdî vechemizin mutmain edilmesi, ancak ve ancak Kur'ân’ın mânevî bir mu'cizesi ve dersleri olan Risâle-i Nûr hakîkatlerinin tatbikatı ile olabilir. Madem ki Nuh'un (as) gemisi o zamanki dehşetli fırtınadan cebel-i Cudîye Rabbimizin izni ile oturmuş ve sekenelerinin kurtuluşuna vesîle olmuş ise, aynen öyle de bu asırda da maddî ve mânevî fırtınalardan sağ ve sâlimen kurtuluşun ve sahil-i selâmete ulaşmanın ve de saadet-i dâreyne kavuşmanın vesîlesi de Risâle-i Nûrlardır. Öyleyse bizlerin vazîfesini de Üstadımız; "İşte ey Risâle-i Nûr Şâkirdleri ve Kur'ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insân-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzalarıyız… Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. ve sâhil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm'a ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz" (Lem'alar, 2005, s: 392) diyerek göstermiştir. "Ve sâhil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm'a ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz" cümlesi ile ne kadar ehemmiyetli ve zarûrî bir vazîfe ile mükellef olduğumuz anlaşılıyor. Bu vazîfeden inhiraf etmek ve geri durmak akıl kârı olmasa gerektir. Çünkü Risâle-i Nûrlara tâlebe olmak gibi bir müşerrefiyete kavuşmak ve sahip olmak imrenilecek bir haslet ve hâldir. "Risâle-i Nûr, kendi sadık ve sebatkâr şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve hâlis bir sadâkat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat ister." (Kastamonıu Lâhikası, 2006, s:163) Sadakte ve bilhakkı natakte Üstadım! 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
İsevî âlemin pazarı, bazaar olmamalı... |
Avrupalılar da, bizim gibi, alış veriş mahallî ile zamanını seslendiren pazar veya bazaar kelimelerini Farsçadan almışlar. Onlar yalnızca “alış veriş” mânâsını yüklemişler söz konusu pazara ve bazaar olarak telâffuz ediyorlar. Son günlerde “kutsal pazara” karşı olan saldırgan dinsizler, bugünü de diğer günlere katmak üzere hukukî bir hücuma giriştiler. Diğer kutsal değerlere karşı açılan savaşlar gibi, bu savaşı da Anayasa Mahkemesinin hukukçuları oybirliğiyle püskürttüler. Avrupa’da cereyan eden derin tartışmaların çoğundan, maalesef dindarlarımız henüz haberdar değil. Ahirzaman hadiselerinin mahiyetini Risâle-i Nur’dan okuyanlar, Batıdaki iman-küfür çatışmasının bizdekilerden daha dehşetli olduğunun farkındalar. Dinsiz felsefenin anavatanı Avrupa’dan dünyanın dört bir yanına kollarını uzatan “dinsiz cereyan” ahtapotunun mahiyetini bilemeyenler, ister istemez Avrupa’daki İsevî-Deccaliyet mücadelesine bigâne kalıyorlar. Ve genellikle bu kıt'adan dünyaya yayılan “İslâm karşıtı” hareketlerin Hıristiyan Avrupa’dan kaynaklandığını zannediyorlar. Batıdaki “dinsizlik cereyanlarının” çatışma alanlarını tesbit edenler göreceklerdir ki, saldırgan ateizm Hıristiyan ve İslâm ayırımı yapmadan insanî değerleri tahribe çalışıyor. Vatikan’ın, son zamanlardaki “saldırgan ateizm” ile alâkalı açıklamalarını bu çerçevede incelemekte fayda var. Almanya Protestan Kiliseleri Birliği Meclisinin Başkanı da bu istikamette beyanatlarda bulunuyor. Avrupa’nın çeşitli kiliselerinde vazifeli başpiskoposların ferdî beyanları da aynı tehlikeye dikkatleri çekiyor. Daha önce de değindiğimiz, XVI. Benedikt’in meşhur Avustralya Gençlik günü konuşmalarının mahiyetini incelediğimizde, Hıristiyanlarla saldırgan dinsizlik arasında henüz ilân edilmemiş bir savaşın günden güne şiddetlendiğini müşahede ediyoruz. Minareye ve tesettüre karşı kampanyalar açarak veya töre cinayetlerini kendisine siper ederek “semavî dinlere” toptan savaş açmış Deccaliyetin mahiyetini yine en açık biçimde Müslümanlar biliyorlar. Zira Peygamber Efendimizin (asm) kıyamet öncesi hadiseleri haber veren sözlerinin zamanımıza uygun yorumlarını Risâle-i Nur’dan okuyanlar, Avrupa’daki çatışmanın hem mahiyetini bilebiliyor, hem de taraflarını tanıyabiliyor. Dünyaya tapanların birinci hedefleri burada kilise. Minareden önce çan. Belki de İslâmî sembollerden önce Hıristiyanlık sembolleri onları rahatsız ediyor. İnsanlığı midesiyle ferci arasına hapsetmek isteyen homoekonomların Pazar gününü mahkemeye taşımaları, kültürel de olsa Hıristiyanlığa ne denli karşı olduklarını gösteriyor. Kamuoyundan kısmen çekindikleri için “İslâmî sembollerin” arkasından, İsevîlere taarruz ediyorlar. İşin çok ilginç bir ciheti de İslâm coğrafyasındaki taraftarlarının ortaya koyduğu tavır. Medyayı dikkatlice inceleyenler, Asya münafıklarından Avrupa dinsizlerine yapılan maddî manevî servisi açıkça görecektir. Hıristiyan Avrupa’nın Noel atmosferine iyice girdiği şu günlerde peş peşe saldırılar bekleyen Hıristiyanlar da “sürekli mücadele” havasına girmeye çalışıyorlar. Medyanın—maalesef—genellikle saldırganların yanında olması mücadeleyi zorlaştırsa da, dinsizlerin mahiyetlerinin teşrihine de bazen bilmeden yardımcı oluyor. Antichrist cereyanın “Noel”in ismini değiştirme çabalarına kamuoyu oluşturarak cevap veren Hıristiyanlar “yılbaşı tatili” yerine Cristmas veya Noel’de ısrar ediyorlar. Bu mücadele sizlere bizdeki “şeker ve et bayramları” mücadelesini tedaî ettiriyordur. Hayata nüfuz edemeyen ve prensibini koyamayan Hıristiyanlığa karşı koyanların muhkem bir şeriatı olan İslâmiyet’e itiraz etmemeleri elbette ki beklenemez. Avrupa’daki bu derin çatışmalarda, Deccaliyetin yanında, bizdeki münafık mülhidlerin nasıl yer aldıklarını gördükleri halde, hâlâ iki yüz-dört yüz sene öncesindeki Avrupa’yı hayal ederek İsevîlere yardıma koşmayan Müslümanların acıklı halleri sizin de dikkatinizi çekiyordur. Saldırgan dinsizlerin taarruzunun yalnızca minareye, başörtüsüne ve Kur’âna olduğunu zannedip, hadiseyi doğru okuyamayan Müslümanlara, “ahirzaman yol haritasını” anlatmaktan başka çaremiz yok. Değişimden dem vurup statükonun skolastiğinde bekleyenlerin kollarından şefkatle tutup, ürkütmeden onları tereddüt köprüsünden geçirerek zamanımıza ulaştırmak zorundayız. Aksi halde kuvvet dengelerinden mahrum şu mücadelede ezilmeye devam edeceğiz. 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Fahri UTKAN |
|
Bir Japon'un soruları ve düşündürdükleri |
Cemiyette birçok insanla tanışırız ve konuşmaya başlarız. Şöyle bir düşünün, özellikle yabancı bir kültürle doğup büyümüş kişilerle ilk tanışmanızda neler konuşursunuz? Hangi konulardan bahseder, karşınızdaki kişinin nelerini merak edersiniz? Geçen günlerde bir arkadaşımıza Japonya’dan misafir bir aile gelmişti. Yaklaşık 1,5 sene önce Risâle-i Nurlar vasıtasıyla Müslüman olmuşlar. İlk anlarda, Japonları getiren diğer bir Nur Talebesinin Japonca'dan tercümeleri ile anlaşırken, tercümanlık eden arkadaş bizim arkadaşa "Onlar İngilizce biliyorlar, istersen sen de direkt konuş" demiş. Bizim arkadaşımız da, pek çok insanın yaptığı gibi ilk önce İngilizce olarak, "Türkiye’ye ilk mi geliyorsunuz? Türkiye’nin başka nelerini beğendiniz? Nereleri daha çok görmek isterseniz?" gibi sıradan sorularla konuşmaya başlamış. Bir ara bizim arkadaşın soruları tükendiğinde, sohbet boşluğunda Japon adam, hemen, bizim arkadaşı şok eden sorulara geçmiş: "Bediüzzaman’ı tanıyor musun?" "Risâle-i Nurları tanıyor musun?" "Risâleleri okuyor musun?" Bu soruları duyduğunda ve bir de kendi sorduğu soruları düşününce, kafasını eğmiş ve düşünmeye başlamış. Adamlar 1,5 yıllık Müslüman ve Risâleleri Japonca'dan veya İngilizce'den okuyup anlamaya çalışıyorlar, tanıştığı ve Nur Talebesi olup olmadığını bilmediği kişiye ve bulduğu ilk müsait anda sordukları konular ve öğrenmek istedikleri ise bunlar. Bediüzzaman, Risâle-i Nur ve onların okunması. Japon’un dünyasındaki meselelere bir bakın; bir de bizim dünyamızdaki meselelerin önem sırasını düşünelim... Bizler, kaçımız, acaba ilk tanıştığımız kişiye, Japon’un sorduğu soruları sorup ona göre sohbetimizin devamını sağlayabiliyoruz? Buradan alacağımız ilk ders; cemiyette kim olursa olsun, konuşma fırsatı bulduğumuz insanlara karşı yerine getireceğimiz ilk görevlerimizden biri, Bediüzzaman Said Nursî’yi öne çıkarmak ve onun tanınmasını sağlamak; sonrasında ise, onun bütün insanlık için yazdığı Risâle-i Nurları tanıtmak ve onların okunması sağlamak olmalıdır. Bunları yapmıyor veya yapamıyorsak, bizde bir eksiklik vardır diye düşünmekte fayda var. Eğer bizdeki eksiklikleri tesbit edebilsek, işin yarısını çözmüş oluruz. Diğer yarısı artık bize kalmış bir durum. Ya okumalarımız eksiktir, ya diğer Nur Talebeleri ile müfritane irtibat yapmıyoruzdur, ya da okuduklarımıza teslim olup yaşamıyoruzdur. Belki de en önemli mesele, ihlâs konusunda eksiklerimiz vardır. Artık bunlardan hangisinde eksikliğimiz varsa onun üzerine gidip yukarıdaki olayda anlatılan Japon gibi davranmaya başlayabiliriz (mi?). Allah, başta nefsim olmak üzere cümlemize bu şekilde davranma yolunda şevk ve feraset versin. Davrananların da gayretlerini arttırsın. 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Mirasta adalet mahşere kalmamalı |
M.Ş. Rumuzlu bayan okuyucumuz: “Babam öldükten sonra ağabeyim, ben size baktım, büyüttüm, kahrınızı çektim, dedi. Bana mirastan pay vermedi. Eşim de aynı dertten muztarip. Eşimin dört erkek, dört kız kardeşi var, mirastan pay almadı. Bu haksızlık nasıl önlenir?”
Kur’ân’a göre, “Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır.” 1 Bizimkisi ise, yalnızca “emanetçilikten” ibaret. Fakat ne var ki, emanetçi olduğumuz malları da hakça, dürüstçe, âdilce paylaşamıyoruz! Kur’ân’ı bilenler ve Allah’tan korkanlar için bu, ne kadar vahim! Oysa dünya malı hakikaten nizâya değmiyor. Kalp kırmaya değmiyor. Gönül vermeye de değmiyor. Dünya malı tek bir şey için lâzım: Allah’ın rızasını kazanmak için. Taksimatında Allah korkusu ve adaletle hareket etmediğimiz bir dünya malı bizi düzlüğe çıkarır mı, bize yarar mı, bizi ondurur mu? Evet; miras haktır. Mal, babadan evlâda el değiştirecektir; ama bu adaletle olmalıdır. Adaletle dağıtılmazsa ne olur? Mirasta adaletsiz bir dağılımla kendisine haksızlık yapılan kişi, evet, dünyada kaybeder; fakat haksızlık yapan kişi ahirette kaybeder. Kul hakkıdır çünkü bu. Kur’ân; “Ana, baba ve yakınların bıraktıklarından, erkeklere hisse vardır. Ana, baba ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır. Bunlar az veya çok, belirlenmiş hissedir”2 buyururken ve diğer âyetlerde miras hukukunu oranına kadar belirlerken; mirasla ilgili İlâhî bir talimat yokmuş gibi davranabilir miyiz? Mirasın teşri hikmetlerinden birisi ve en mühimi; aile içinde sosyal dayanışmayı tesis etmesidir. Yoksa niza, kavga ve husûmeti körüklemek ve arttırmak değildir. Miras hükümleri Kur’ân, Sünnet ve İcmâ-i ümmetle; ölen kişinin, geride kalan yakınları üzerine hak olmuştur. Ölen kişinin malından önce borçları ödenir. Sonra teçhiz, tekfin ve defin masrafları karşılanır. Daha sonra varsa vasiyeti karşılanır. En sonunda ise; geride bıraktığı miras, vârisleri arasında adaletle dağıtılır. Kişi ölmeden önce malının dilediği kadarını dilediği kimseye bağışlayabilir. Ancak, eğer kendi çocuklarına bağışlayacaksa, çocukları arasında adaletli olması gerekir. Öldükten sonra kalan mal için ise, kişi, malının üçte birinden fazlasını vasiyet edemez. Sa’d b. Ebî Vakkâs (ra) ölüme yaklaştığı bir hastalığında Resûlullah’a (asm): “Yâ Resûlallah! Şiddetli hastayım. Ben servet sahibiyim. Bir tek kızımdan başka da vârisim yok. Malımın üçte ikisini tasadduk edeyim mi?” diye sorar. Allah Resûlü (asm): “Hayır; tasadduk etme!” buyurur. Sa’d: “Yarısını edeyim mi?” der. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Hayır; üçte biri yeter! Hatta o da çoktur! Ey Sa’d, senin, vârislerini zengin bırakman, onları muhtaç ve halka el açar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır. Ey Sa’d, Allah rızası için sarf ettiğin her nafakadan muhakkak ecir alacaksın. Hatta hanımına yedirdiğin bir lokmadan da ecir alacaksın.” buyurdu.3 Eğer vasiyette bulunulacaksa, malın üçte birinden az olmasına dikkat etmelidir. Müstehap olan budur. Böyle vasiyeti vârisleri yerine getirmekle mükelleftir. Ancak üçte birden fazla olan vasiyeti vârisleri yerine getirmekle mükellef değildirler; vârislerin rızası yoksa yerine getirmeyebilirler. Miras hukukuna önem vermeli; kardeşler arasında tartışmaya ve sürtüşmeye meydan verilmeden adalet düsturları içinde gerekli paylaşım yapılmalıdır. Burada vazife daha çok büyük ağabeye düşmektedir. Büyük ağabey baba yarısıdır. Büyük ağabeyin “baktım, büyüttüm” diyerek, mirasın tamamına ya da çoğuna el koyması doğru değildir. Diğer kardeşler nizâ ve tartışma çıkmasın diye daha erdemli davranırlar, bunu sinelerine çekerler ve ses çıkarmazlarsa bile, büyük ağabeyin onların haklarını gözetmesi gerekir. Aksi takdirde iş, farkında olunmadan mahşere intikal eder ve bu daha vahim olur. Erdemli davranış, öncelikle büyük ağabeyden beklenir. Eğer büyük ağabey, fazlaca emeğinin geçtiğini hesap ediyorsa—olabilir bu—bu da oturulup konuşulmalı; hak ölçüleri içinde emeği gözetilmeli, hakkı verilmeli ve muhakkak helâlleşilmelidir. Baba öldüğünde büyük ağabey, adalet ve insaf ölçüleri içerisinde gerekli paylaşımın yapılmasında hakem olmalı, haksızlıkları önlemeli, kardeşlerin helâlleşmesini sağlamalıdır.
Dipnotlar:
1- Âl-i İmran Sûresi,3/180. 2- Nisa Sûresi, 4/7. 3- Buhârî,2591. 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Yakın tarih yeniden yazılsın (6) |
Altı gündür olabildiğince özetleyerek yazdığımız bu yazı serisini, hiç mübalâğasız 60 gün daha devam ettirmek mümkün. Bu da, yakın tarihimizin, resmî dilde ne derece çarpıtılmış ve açıkça bilinmesi gereken hakikatlerin ne ölçüde örtbas edilmiş olduğunu gösteriyor. Ancak, şimdiye kadar sayıp döktüklerimizle maksadın hasıl olduğu kanaatine vardığımızdan, bu seri yazıyı şimdilik noktalamak istiyoruz. İleride, ihtiyaç nisbetinde konuya tekrar dönebiliriz. Zaten, şu "yakın tarih yalanları"nın peşini bırakmak gibi bir niyetimiz de yoktur.
45) Bir önceki yazıda, hayalî "İzmir Sûikastı" olayına (1926) kısaca değinmiş, Kâzım Karabekir ve arkadaşlarının İstiklâl Mahkemesine çıkartılarak idam talebiyle yargılandığından söz etmiştik. Karabekir Paşa, mahkeme safhasıyla ilgili olarak, geçtiğimiz haftalarda yayınlanan "Günlükler"inde şunları ifade ediyor: "Mahkemeye götürüldük. Otomobil ile, muhafız komiserle. Bizim fırka rüesası (TCF'nin lider kadrosu), bazı aza, Cavit, sabık mebus Hilmi. Müddeiumumi (savcı), iddianamesini okudu. Hayret! Neler olmuş ve biz neler tertip etmişiz! Heyet–i tertibiye diye topladıkları bu insanlar, burada ilk kez bir araya geliyor! Pek garibime geldi. İftira mı? Bu kadarına nasıl cesaret olunur? Evvela hayretle kızdım; sonra da güleceğim geldi!" (Age, Yapı Kredi'nin 3000. yayını, sayfa 991; Kasım 2009, İstanbul.) Bu ifadeler de açıkça gösteriyor ki: "İzmir Sûikastı" bir kumpas ve bir hayalî senaryo eseridir. Muhalifleri toptan korkutma, sindirme ve hatta yok etme maksadına matuf dehşetli bir düzmeceden ibarettir.
46) 1903'te Osmanlı Donanmasına katılan, Balkan (1912–13) ve Birinci Dünya Savaşlarında büyük yararlılıklar gösteren Hamidiye Kruvazörü (Harp Gemisi), 1925'te ise, ne yazık ki bağlı bulunduğu ülkenin sâhillerini bombalama bahtsızlığını yaşadı. Sebep: Şapkaya muhalefet... Trabzon ve Rize yöresindeki vatandaşlarımız, kànun zoruyla şapka giyilmesine muhalefet ettikleri için, zamanın ceberrut hükümeti tarafından, üzerlerine bomba yağdırıldı. Sayısız insanı idam etmek yetmiyormuş gibi, bir de katliâma varan bir zalimliğe başvuruldu. Hamidiye Savaş Gemisinden atılan bombalarla ne kadar mâsumun vefat edip yaralandığı, maalesef tam olarak bilinemiyor. Acaba, bu vicdanlığın sorgulanması gerekmiyor mu? Unutalım gitsin mi?
47) Doğu Karadeniz'deki elim vak'alar benzer tablolar, Türkiye'nin birçok yerinde sergilendi. Şapkaya karşı demokratik tepkilerini izhar eden binlerce vatandaşımız, kimisi hapse atılarak, kimisi idam edilerek cezalandırıldı. Hatta, Muş'ta ve Erzurum'da camilere sığınan vatandaşların üzerine kurşun yağdırılarak katliâm bile yapıldı. Ne uğruna? Şapka uğruna... Peki, aynı kànun bugün de geçerli. Neden hiçkimseye, hiçbir şey yapılamıyor bugün? Burada da bir sorgulama cihetine gidilmesi gerekmiyor mu?
48) Türkiye'de "inkılâp mağduru" olmuş insanların mevcudu ne kadar? Öldürülen, yaralanan, ya da hapse atılan vatandaşların yekûnu hakkında, neden en ufak bir mâlûmat verilmiyor?
49) Latin alfabesi kabul edilirken, Kur'ân harfleri niçin yasaklandı? Kur'ân–ı Kerimin orijinali (mushaf) neden yasak kitap listesine dahil edildi? Medrese, tekke ve türbeler niçin kapatıldı? Ayasofya, neden cami olmaktan çıkartıldı? Yüzlerce cami, hangi akla hizmetle haraç–mezat satıldı?
50) Nihayet, bu ülkenin insanları, "Soyadı Kànunu"nda yaşanan fecâati (1934), Türk soyadlarını yeniden tanzimle görevlendirilen TDK Başkanı Ermeni asıllı Agop'un M. Kemal için teklif ettiği "Atatürk" soyadının Meclis tarafından nasıl kabul edildiğini, "Mason Teşkilâtı"nın kapatılmasının ardında yatan kandırmaca manevrayı (1935), Dersim'de yaşanan tüyler ürperten felâketi (1937–38), Zilan'da, Sason'da vesâir yerlerde tekrarlanan benzer tahribatı, Varlık Vergisi Kànunuyla yaşanan insanlık dışı uygulamaları, (1942–44), 1946'daki "sopalı seçim"de yaşananları, 1955'te kurulan Bağdat Paktının maksadını ve sonrasındaki vahim gelişmeleri, güney sınırının niçin mayınlandığını, meşrû hükûmetlere yönelik yapılan darbeleri, muhtıraları ve cunta faaliyetleri hakkında doğru, sağlıklı ve tatminkâr bilgilere ulaşma hakkına sahip değil midir? Keza, bu ülkenin insanları, Fevzi Paşanın 28 yıllık (1922–50) davranış biçimini, 1951'teki Ticaniler Vak'asını, 1955'teki "6/7 Eylül olayları"nı, 1960'ta vefat eden Said Nursî, 35 yıl müddetle niçin eza–cefa çektirildiğini, ona hangi gerekçeyle seyahat yasağının konulduğunu, ve nihayet 1960'tan sonra Yassıada'da yaşanan utanç verici gelişmeleri bilmesi, yerine göre sorgulamada bulunması gerekmiyor mu? Bilmek ve sorgulamak, her vatandaşın demokratik ve hatta temel insanî hakkı değil midir? 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Din/iman ve inanç |
Yaratılışın gaye, hikmet ile amacını açıklayıp hayatımıza mânâ kazandırmaya çalışan iki müessese var: Felsefe ve din. Felsefe, yalnız akıl feneriyle hareket ettiğinden olaylara bakışı son derece güdüktür. Maddenin dar kalıpları arasında sıkışmış, nefsî hegemonyayı aşamamıştır. Nakıstır, çünkü insanın ömrü gibi aklı da, öngörüsü de basit ve kısadır, beşerî arızalarla malüldür, kuşatıcı değildir, taraflıdır. İnsan rûhunu en ince noktalarına kadar programlarken insan-kâinat-Yaratıcı münâsebetlerini de tanzim eden din vahye dayanır. Yani, beşerüstüdür. Bütün zamanları, fıtratları, boyutları kuşatır. Dolayısıyla başta akıl, kalp, vicdan olmak üzere bütün duygu ve lâtifelerimizi tatmin eder; maddî-mânevî bütün ihtiyaç ile suâllerimizin cevabını doğru ve tam olarak verir. Görünüşte cevapsız bıraktıklarını da kapı ve ufuk açarak akla havâle eder. Akıl, kalp, ilhamı da yardımcı bilgi kaynağı kabul eder. Aslında kültür, hukuk, mimarî, müzik, san'at, hattâ felsefe, ilim ve teknolojinin de kaynağı dindir. Peygamberlerin gösterdiği mu’cizeler ve her bir peygamberin bir san'atta üstad, öncü, pîr olması bunu gösterir.
Dİn, İnanç nedİr? “Din nedir; din insanlık için zarûrî midir? Aklımız (ilim) ve vicdanımızla doğru yolu bulamaz mıyız?” sorularının cevabına gelince: İnsanlıkla başlayan en eski ve eskimez, ilk ve müstesnâ müessese olan "din" kelimesinin en azından 30 mânâsını verir lügatlar: Din, İslâm, şeriat, millet, âdet, hâl, siyaset, hesap, kahr, galebe, istilâ, mâlik-aziz olmak, verâ, takvâ, masiyet ve ikrah, hizmet, hüküm, kaza/yerine getirme, ihsan, sîret/içe yönelik, yol, tedbir, tevhîd, melik, mülk, birisini hoşlandığı şeye sevk etmek, ödeşme, yargılama, tecziye (ceza verme), yol, kanun, anayasa, ceza hukuku, ahlâkî, mânevî, dünyevî kanunlar bütünü, sistem, gidişat, kulluk, itaat, sulh, düzen... Dinin, ıstılâh mânâsına gelince; akıl sahiplerini kendi güzel arzuları ile bizzat iyilikleri yapmaya yönelten İlâhî bir nizâmdır.1 Genel târifine gelince: Din, akıl sahiplerine yaradılış gayesini bildiren, onları kendi hür irâdeleriyle, Allah Rasulünün (asm) irşâd çerçevesinde, yani yol gösterdiği bugünleri ve yarınları itibarıyla kurtuluşa, olgunluğa sevk eden; maddî-mânevvî ihtiyaçlarını karşılayacağı sözünü veren, huzur ve mutluluk kaynağı İlâhî kanunlar mecmuasıdır. Melek ve hayvan ortasında, onlardan üstün ve pek aşağı derecelere düşebilecek "hür irâde" ile donatılan insanın gelişip olgunlaşmasını sağlayan din, bir imtihan, ilâhî bir teklif, bir tecrübedir. Tâ, yüce ruhlar ile, sefil ruhlar birbirinden ayrılsın.2 Tıpkı, diploma almak veya işe girmek isteyenlerin ehil olup olmadıklarını tespit için imtihanlardan geçtikleri gibi; din de elmas ile kömür rûhlu insanları birbirinden ayırt eden bir mihenk, bir ölçü birimidir. İnsan olarak maddî hayatımızda her anda hava, her vakit su, her zaman, her gün gıda, her hafta ışığa muhtacız. Rûhî/manevî cephemiz de mânevî gıdalara (Kur’ân, imân-ibâdete) muhtaçtır.3 Diğer taraftan, yaptığımız her âlet ve san'at eserinin bir ana, birkaç tâlî gayesi vardır. İnsanın yaratılmasının da ana gayesi, imandır. Dolayısıyla dünyaya gönderilmesinin sebebi imtihan olmaktır. Bu perspektiflerden değerlendirdiğimizde din; * "İhtiyar (hür irâde) dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka"dır.4 * Hayatın hayatı, nûru, özüdür. 5 * "Milliyetin hayatı ve rûhu", 6 * Mutluluğun ışığı, * "Vicdânın selâmeti, âmiri ve teşvikçisi", 7 * Bütün varlıklarla yakınlaşmanın, kaynaşmanın ve kardeşlik kurmanın (diğer varlıklar yaratılıştan kardeşimizdir) prensiplerini ihtiva eder. * Yaratıcı ile yaratılan, yaratılanla yaratılanlar arasındaki münâsebetleri düzenleyen nizam olarak da tanımlanan din; dünya ve âhiret mutluluğunun anahtarıdır. * Vahye dayanan din; hayatın bütün safhalarını kaplayan, hem dünya hem de âhiret/sonsuz hayatın mutluluğunu temin eden; hakikatler manzûmesidir. Max Müller, “Din, ruhun öyle üstün bir güç kaynağıdır ki, insanın duygularına, akıldan farklı olarak, muhtelif isim, işaret ve farklı remiz/sembollerle sonsuzluğu kavrama istidadı verir” der. Michel Mayer de, “Din, Allah’a karşı, insanlara karşı ve nefislerimize karşı sorumluluklarımızla alâkalı öğütlerin bütünüdür” diye tanımlar. Şu halde, din, insanlık için en büyük bir psiko-sosyal ihtiyaç olmalıdır.
Dipnotlar:
1- Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, c. S. 92-93. 2- Şuâlar, s. 498. 3- Mesnevî-î Nûriye, s. 108. 4- Şuâlar, s. 498. 5- Sözler, s. 658. 6- Hutbe-i Şâmiye, s. 69. 7- Münâzarât, s. 54. 07.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Muharip asker” çarpıtması… |
5 Kasım 2007’de Oval Ofis’te “stratejik müttefik” olarak Bush’la başbaşa görüşen Başbakan Erdoğan, bugün Amerika’da Obama ile “model ortak” olarak görüşecek. Görüşme gündemi, “terörle mücadele,” Ankara’nın Irak işgaline desteği, başta Kuzey Irak ve Kerkük’ün statüsü olmak üzere Washington’un tâlimatıyla yeni emr-i vakileri onaylaması, Türkiye’nin İran’nın nükleer enerji programına karşı Amerika’nın yanında yer alıp yaptırımlara katılması, Karabağ işgaline rağmen “Ermeni açılımı”na devam edilmesi, İsrail’le süregelen ilişki ve işbirliğinin arttırılarak sürdürülmesi ve “Kıbrıs konusu” gibi birçok ana başlığı ihtiva ediyor. Ancak bu gündem yoğunluğunda belki de bir “taktik” ve “şaşırtmaca” olarak ABD’nin Afganistan’da muharip asker talebi öne çıkarılıyor… Türkiye’de kırk bin masum insanı katleden PKK’yı Bush’un çeyrek asır sonra “düşman” ilânının akıbeti ortada. ABD’nin işgalindeki Kuzey Irak’ta yuvalanan terör örgütüne karşı “istihbarat paylaşımı,” gün ortasında yüzlerce teröristin sınır karakollarına saldırıp her defasında onlarca askeri şehit etmesiyle bir işe yaramadığı görüldü. İşin gerçeği, Washington baştan beri Ankara’ya “düşman” tarifine entegre etmeye uğraşıyor; “terör” tanımını kabule zorluyor… IRAK İŞGALİNE DESTEK YETMEDİ, ŞİMDİ DE AFGANİSTAN! Hatırlanacağı üzere AKP hükûmetinin, daha beşinci ayında 65 bin işgalci Amerikan askerinin Türkiye üzerinden Irak’a girmesine dair hazırladığı “tezkere,” Erdoğan’ın “Tezkereye ‘hayır’ diyen bana hayır demiş olur, tezkere geçmezse memur maaşlarını ödeyemeyiz!” tehdidine rağmen Meclis’te reddedildi. Ne var ki AKP hükümeti, çok geçmeden “tezkere”yle yapamadığını yaptı; yirmi gün sonra çıkardığı “genelge”yle evvelemirde ABD’nin bütün savaş araç ve gereçlerinin Türkiye üzerinden nakli sağlandı. Anayasa’ya açıkça aykırı olarak ve Meclis’i by pass ederek… Bununla da yetinmedi; 1 Eylül 2004’te Resmî Gazete’de yayınladığı “ABD’ne Ait Destek Hamûlesinin İthal/İhraç ve Ülke İçi Nakil ve Tevziine Dair Tebliğ”le, yedi limanla altı havaalanını Amerikan askerlerine açıldı. Yine Meclis irâdesi devre dışı bırakılarak… Buna göre, İstanbul, İzmir, İskenderun, Yumurtalık, Antalya, Aksaz/Karaağaç ve Ağalar limanlarıyla, Esenboğa, Atatürk, Çiğli, Antalya, Aksaz/Dalaman ve İncirlik havaalanlarının Amerikan savaş gemileri ve savaş uçaklarınca kullanılması sağlandı. Bu üsler üzerinden her türlü gizli mahiyetteki hafif ve ağır silâhlar, mühimmat, teçhizat ve askerî malzeme, savaş uçağı yedek parçaları ve bakım ikmal maddeleri taşındı. ABD’YE VERİLEN DESTEĞİN BEDELİ İSTENMELİ… ABD bugün aynı desteği Afganistan için de istiyor. Ankara’nın baştan beri “rezervleri”ne rağmen, Türkiye’nin asker miktarını iki misline çıkarmasıyla yetinmen Washington, “ek katkı ve görev tanımında ‘esneklik” perdesinde “sıcak çatışma” için ısrarını sürdürüyor. 30 bin Amerikan askeri takviyesiyle Afganistan’daki asker sayısını 100 bine çıkaran Obama, NATO ülkelerinden 10 bin ek asker istiyor. Başta Fransa, Almanya ve Japonya olmak üzere “Amerikan müttefiki” birçok ülke ayak sürüyor, geri çeviriyor. Ne var ki AKP iktidarı aynı “direnci” göstermiyor, gösteremiyor… Washington, Ankara’nın daha Kasım ayı başında Kabil’de mevcut 800 Mehmetçikten oluşan askerî birliğe ilâve olarak bizzat Başbakan ve Millî Savunma Bakanı’nın ifâdesiyle 958 kişilik takviye birlik göndermesini yeterli görmüyor. Bush’tan sonra Obama da Amerikalıların bizzat Amerika içinden plânlandığını itiraf ettikleri “11 Eylül saldırıları” ve “Taliban” bahanesiyle Türkiye’nin muharip asker göndermesini dayatıyor. Ama ne yazık ki AKP siyasî iktidarı, “muharip asker gönderilmeyecek” kırılganlığı içinde bu dayatmalara geliyor. Halbuki “muharip asker” söylemi, tam bir aldatmaca ve çarpıtma. Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Jeffrey’in, “Afganistan’a giden her asker muharip güçtür” çıkışının akabinde Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton’un açık açık “Afganistan’a muharip asker, Obama-Erdoğan görüşmesinin gündeminde” demesi, bunun itirafı… Oysa Başbakan’ın, öncelikle Türkiye’nin Irak ve Afganistan’da baştan beri ABD’ye verdiği desteğin bedelini istemesi; “model ortağı”ndan, başlattığı “açılım”a destek için “düşman” ilân ettiği terör örgütünün tasfiyesini şart koşması gerekiyor. ABD’den, terörle mücadelede “samimî” ise PKK’nın finans kaynaklarını kesmesini, kontrolündeki Kuzey Irak yönetimini terör örgütünü himâyeden vazgeçirmesini, her türlü lojistik destek ve propaganda kanallarını kapatmasını, uyuşturucu-insan ve silâh kaçakçılığını önleyip elebaşlarını teslim etmesini istemesi ve temini icâb ediyor. Bakalım Erdoğan, bu talepleri Obama’ya iletip “terörle mücadele”de gerekli desteği elde edecek mi? Dahası, ek muharip asker “pazarlığı”nda ve diğer dayatmalara karşı ne kadar direnecek, direnebilecek? 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Mevzuat vur diyor! Bürokrasi öldürüyor |
Bardağın dolu tarafından bakarsak... Bunca olumsuzluğa, engele rağmen... Bu ülke yine de... İyi yerde. Bilim, san’at, edebiyat, spor dallarında... İş dünyasında... Biraz sivrilen... Başarıyı yakalayan... Hazmedilmez... Kıskanılır... Çelmelenir... Yakın çevresi, kurumlar, kuruluşlar tarafından. Ve tabiî devlet... Bürokrasi ve mevzuat Silâhıyla... Kim kapısını çalsa... İşi düşse... Yokuşa sürer. Akıl almaz pürüz çıkarır... Anasından emdiği sütü burnundan getirir. “Evrak eksik”,”Noterden onaylat”,”Aslını getir”,”Çoğalt”...sözleri dilinde pelesenktir. En klâsikleşen ise... “Bugün git yarın gel”dir. Zaman bozuk paradır... İnsan önemsiz. Kolayca harcanır. Acımasız. Mevzuat vur der... Bürokrasi öl. Falan iktidar, filan iktidar. Fark etmez. Böyle gelmiş, böyle gider... Düzen değişmez. Çünkü... Vatandaşa güvenmez... Potansiyel suçludur nazarında. Sonuç... Yolsuzluk, rüşvettir... Kavgadır, mahkemedir. Yüzbinlerce dâvâ dosyası... Tozlu raflarda sırasını beklemektedir. Nerdeyse yargıda kaybeden hep devlettir. Oysa... Gerçek suçlular, işbilenler... Gemisini yürütür... Arabasını dağdan aşırır. Namuslular düz ovada yolunu şaşırır. Acaba abarttık mı? Bir uygulamadan bahsedelim. Sonra karar sizin. Birim: Vergi Dairesi. İcraatı... Mükellefi kodlamak. Ne iş? Bir nev’î kara liste. Dokuz bölümde sınıflanmış. Belli başlıları şu başlıkta toplanmış. Sahte belge düzenleyen veya düzenleme ihtimali olan, Sahte belge kullanan veya kullanma ihtimali olan, Adresinde bulunmayan, Defterini ibraz etmeyen, Mükellefler. Ayıp olmasın diye, idare bunlara “özel esaslara tabi” adını takmış. Sağolsun nezaket gösteriyor. Lâkin... Suçlama ağır. Sahtecilik. Onur kırıcı. Ticarî hayatı sonlandıracak nitelikte. Her halde elinde kuvvetli, somut deliller, mahkeme kararı olmalı. Ne gezer. Her dairenin, her memurun yoğurt yiyişi farklı... Keyfi... Şüphe ve varsayım yeterli. İnanması güç. Çileden çıkmamak, isyan etmemek imkânsız. Sanayi ve Ticaret Odaları... Meslek örgütleri... İşverenler... Medya... Nerdeee... Üzerlerine ölü toprağı serpilmiş. Kaderlerine razı. Savunma hakkı... Yok. Haber bile verilmez. Gizlidir... Saklıdır... Zira... Yasa dışıdır. İstanbul’a mahsustur. Türkiye’yi kapsamaz. Bir kere lekelenen... Ağzıyla kuş tutsa temizlenemez. Sayıları mı? Öyle az buz değil... Yüzbini bulmuş. Kimi rivayete göre üçyüzbinmiş. Korkunç. Kara listede kimler mi var? Olmayan yok ki. Otomotiv, telekomünikasyon, hazır giyim, uluslar arası taşımacılık şirketleri... Bu tempo ile açıkta kimse kalmayacak. Bütün mükellefler... Sahteci, şüpheli... Rezalet. Demeyin... Beterin beteri var. Şimdilik bu kadar, Devamı uzun, haftaya buyrun. 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Geleceğe dinamit |
Bir yanda YAŞ kararıyla kişiler ‘yargılanmadan’ ihraçlar ediliyor, diğer yanda Danıştay’ın ‘katsayı’ iptaliyle ilgili aldığı karar var... Her ikisi de tartışılıyor, ama bilhassa meslek lisesi mezunlarının önünü tıkayan ‘katsayı’ kararına ciddî tepkiler ortaya konulmuş durumda. Her iki karar da vahim. Ama Yüksek Askerî Şûrâ’da alınan kararlarla ordudan uzaklaştırılan kişilerin kendilerini savunma hakkı dahi olmaması çok acı. Türkiye’yi idare edenler, ‘yargısız ihraç’lara karşı sadece ‘şerh’ koymakla vazifelerini yaptığını düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Çünkü Türkiye’yi idare edenlere düşen sadece ‘şerh’ koymak değil, bu yanlış ve haksız kararlara engel olmaktır. Bu o kadar açık bir konudur ki, bunu ayrıca ifade etmeye, hatırlatmaya ve dile getirmeye bile gerek yok. “İki iki daha dört eder” derecesinde kat’i olan bir gerçeği hatırlatmak durumunda kalmak gerçekten üzücü. Genelde meslek liseleri, özelde de imam hatip liselerinin üniversiteye girişte engellenmesi için ihdas edilen ‘katsayı uygulaması’na karşı çıkanlardan biri de TOBB oldu. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, ‘’Danıştay’ın meslekî eğitimde katsayıyı iptal etmesini’’ nasıl değerlendirdiğinin sorulması üzerine şöyle demiş: “İş konusunda insanların ihtisaslaştırılması gerekir. Türkiye, meslekî eğitimi ikinci sıraya koyarak kendi geleceğinin dibine dinamit suyu döküyor.” Gerek YAŞ kararlarının sebep olduğu haksızlık ve gerekse ‘katsayı’ ya da ‘başörtüsü yasağı’ gibi konular gelip 12 Eylül ‘darbe anayasası’na dayanıyor. O halde çare, Türkiye’nin önünü tıkayan mevcut darbe anayasasından kurtulmak değil mi? Öyle olduğunu Türkiye’yi idare edenler de biliyor. Nitekim bu anayasanın değişmesi için yıllar önce ilk adımlar atıldı. Herkesin hatırlayacağı gibi, ‘taslak anayasa’lar bile hazırlandı. Fakat ne olduysa oldu, “Bugün yarın yeni anayasa TBMM gündemine geliyor” denildiği bir anda; bu önemli gündem maddesi unutuldu, unutturuldu. Yeni anayasa çalışmaları “raf”a değil, “arşiv”e kaldırıldı! Türkiye’yi idare edenlere bu konuyu hatırlatmak, nedense onların canını sıkıyor, memnun olmuyorlar. İyi de mevcut anayasa değişmeden Türkiye’nin ufkunun açılmayacağını görmek için daha ne olması bekleniyor? Hemen ifade edelim ki ‘yeni ve sivil bir anayasa’ için ilk şart, daha ‘iyi’ olmasıdır. Gelen anayasanın, gitmesi beklenen ihtilâl anayasasını aratmaması lâzım. “Yeni anayasa istiyordunuz, alın size yeni ve üstelik ‘sivil’ bir anayasa” denilerek meselâ darbecilerin anlayışıyla hazırlanacak bir anayasayı daha bu günden reddederiz! Açıktır ki, yeni anayasadan maksadımız; daha hür, daha demokrat ve daha ‘hak’lı bir anayasa olsun. Anayasa kilidini TBMM çözeceğine göre, başka merci aramaya da gerek yok. İhtilâlci anlayışla ‘uzlaşma’ sağlanmasını beklersek sivil bir anayasaya kavuşmamız zor olur. Bazı gazeteler son YAŞ kararıyla ‘sadece iki kişi’nin yargısız infaza uğramasını sanki ‘normal’ karşılamışlar. Oysa hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. “Sadece iki kişi atıldı” diye bu haksızlığı mazur görmemizi bekleyenler varsa yanılıyorlar. Haksız yere bir kişi bile mağdur edilmemeli. YAŞ ya da ‘katsayı’ kararlarıyla geleceğimiz dinamitlenmesin vesselâm... 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Açılımda Said Nursî’nin önemi |
Demokratik açılım gündeminin siyaset ayağı, beklendiği üzere giderek daha fazla tıkanıyor. Hükümetin atma sözü verdiği ve açıklandığı andan itibaren yetersiz bulunan adımlar dahi bir türlü atılamazken, muhalefetin tavrı da tıkanıklığı perçinliyor. Böylece, siyasetin hele mevcut yapısıyla bu konuda müsbet bir netice ortaya koyabileceği noktasında zaten zayıf olan beklentiler, son gelişmeler üzerine daha da zayıflama yolunda. Ancak bu durum bir ümitsizliğe yol açmamalı, tam tersine, karşı karşıya olduğumuz kronik sorunların çözümü için siyasetten bağımsız, daha ötesinde siyaseti etkileme gücüne sahip kuvvetli bir sivil irade, şuur ve inisiyatif geliştirme konusunun taşıdığı hayatî önemi daha net bir şekilde görüp anlamamıza vesile olmalı. Yaşananlar, böyle bir irade, şuur ve inisiyatifin teşekkülüne ve güçlenmesine odaklanmamız ve buna katkı sağlayacak çalışmalara ağırlık vermemiz gerektiğini bir kez daha gösteriyor. İşte “Said Nursî ve Demokratik Açılım” kitapçığımız, bu noktada çok önemli. Üstad Bediüzzaman’ın, gündemdeki konulara ilişkin temel yaklaşımlarını özlü bir biçimde yansıtan bu çalışmayı ne kadar yayabilirsek, hem toplumda sağlıklı bir çözüm iradesinin gelişmesine o ölçüde katkıda bulunmuş, hem de güncel aktüaliteyi fırsat ve vesile bilerek Said Nursî ve Risale-i Nur gerçeğine o derece dikkatleri çekmiş, böylece çok önemli bir tanıtım ve tebliğ hizmetini gerçekleştirmiş oluruz. *** Yazarlarımızdan Mustafa Öztürkçü’nün, “Said Nursî ve Demokratik Açılım” kitapçığımızla ilgili olarak gönderdiği mesaj, bu mânâlar çerçevesinde dikkate değer bir nitelik taşıyor: “Güzel çalışma ve hizmetlerinizin devamını diliyorum. Geçenlerde bir Van seyahatimde Risale-i Nur Enstitüsünce neşredilen ‘Yüzyıllık Süreçte Said Nursî ve Demokratik Açılım’ isimli kitapçıktan birkaç adet yanıma almıştım. Havaalanında, uçakta ve ardı sıra Van’da birkaç kişiye vererek konuyu kısaca izah ettim. Bu çalışma çok güzel ve bende şu kanaat hasıl oldu: Hakikaten Üstadın bu konudaki görüş ve düşüncelerini kitlelere yaymak için bu kitapçık çok faydalı. Dolayısıyla, diyorum ki, bilhassa Doğu ve Güneydoğu’daki arkadaşlarımız bu çalışmanın insanlara ulaşmasında daha fazla gayret sarf ederlerse çok güzel neticeler verecektir. Ben tanıdık gazeteci arkadaşlara, eğitimci dostlarıma, bir avukata ve bir de Doğuda görev yapan muvazzaf askere verdim. Çok dikkatlerini çekti. Bu noktadan kitapçığın Üstadı ve Nurları tanıma ve tanıtma adına da güzel hizmetlere vesile olacağı düşüncesindeyim. Selâmlar, muhabbetler.” *** Bediüzzaman Haftası Bilindiği gibi, Üstadın vefat yıldönümü vesilesiyle Bediüzzaman Haftası kapsamında her yıl çeşitli faaliyetler düzenleniyor. Risale-i Nur Enstitüsü tarafından organize edilen hafta, önümüzdeki yıl, Bediüzzaman’ın 50. vefat yıldönümüne tekabül eden 20-28 Mart 2010 tarihlerini kapsıyor. V. Ulusal Risale-i Nur Kongresi de dahil olmak üzere birçok etkinliğin düzenleneceği haftanın hazırlık çalışmaları devam ediyor. Türkiye Sosyal Komisyonu ve Risale-i Nur Enstitüsü’nün aldıkları ortak karar gereği, çalışmaların daha verimli ve aksaksız sürdürülebilmesi için 2010 yılı Bediüzzaman Haftası kapsamında program yapacak olan mahallerin kararlarını en geç 31 Aralık 2009 tarihine kadar Enstitü Genel Sekreterliğine bildirmeleri isteniyor. *** Geçen Cuma günü Vatan gazetesinde bir köşe yazarı, Yeni Asya’yı “iktidar yanlısı gazeteler” arasında göstermiş. Aynı yazar daha önce de Bediüzzaman’a yönelik, defalarca çürütülen bayat iftiraları tekrarlama hatasına düşerek mahcup olmuştu. Yeni Asya’nın bağımsız kimliğini herkes biliyor, ama o bilmiyor ve bilmediğini de bilmeden ahkâm kesiyor. Ne diyelim? Yazık... 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Başbakan, Obama’dan ne isteyecek? |
Başbakan Erdoğan, bugün Washington’da ABD Başkanı Obama ile görüşüyor. Önceki gezilerin aksine bu görüşmenin ana başlıkları herkesin malûmu: Afganistan, PKK ve Irak, İran’ın nükleer faaliyetlerine karşı benimsenecek tutum, Ermenistan’la gelinen nokta ve Kıbrıs sorunu. Bu arada İsrail’le gerilen ilişkiler de gündeme gelebilir. Bu görüşmede Türkiye açısından riskli hususlardan olan Afganistan’a muharip asker gönderilmesi konusunda, Dışişleri Bakanı Davutoğlu net tavrını koydu: Afganistan’a muharip asker gönderilmiyor. Yalnızca polis ve ordunun eğitimi amacıyla ilâve uzman gönderilecek. Böylelikle Amerika’nın bu konuda Türkiye’ye baskı yapmasının önü de peşinen kesilmiş oldu. Amerika’nın yeni Vietnam’ında, Müslümanın Müslümana kırdırılması projesine de Türkiye âlet olmadı. Amerika, Afganistan’da adeta bataklıkta gömülürken etrafında bulunan herkesi de yanına çekmeye çalışan panik halindeki adama benziyor. Tutabildiğini bataklığın dibine çekiyor. Bu konuda pek söz hakkı olmayan Pakistan, ateşe yakınlığı dolayısıyla en çok yanan ülke. İngilizler her gün ölen askerlerinin çetelesini asık suratla tutuyorlar. Kanadalıların askerlerini nasıl koruduğunu daha önce yazmıştık. Türkiye’nin Kıbrıs’ta, 2010 yılı Nisan ayındaki seçimlere kadar çözüme ulaşılması için Rum ve Yunanlılara Obama’nın baskı yapması talebini gündeme getireceği biliniyor. Ancak Avrupa Birliği üyesi olan Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan üzerinde Amerika’nın eski nüfuzu ve etkisinin kalmadığı da bir gerçek. Özel temsilci atanması da çok önemli bir katkı sağlamayacaktır. Burada en etkili taraf olan Avrupa Birliği’nin de daha önce söz vermiş olmasına rağmen, çözümü teşvik edici bir tavır takınmadığı görülüyor. Bu durumda da Kıbrıs’ta çözüm seçimlerden sonraki yıllara da sarkacak gibi. Obama’nın Türkiye’yi zorlamak isteyeceği en önemli husus İran’ın nükleer programı konusunda takınılacak tavır olacak. Zira Türkiye bu konuda Batılı müttefiklerinden farklı olarak arabuluculuk yapmaya çalışan ılımlı bir tavır sergiliyor. Ancak İran’ın yeni uranyum zenginleştirme tesisleri açacağını ilân etmesi, zenginleştirilmiş uranyumu ülke dışına göndermeyi reddetmesi, bu sorunun önümüzdeki dönemde daha da gerginleşeceği ve Türkiye’nin iki arada bir derede kalacağı yönünde işaretler var. Başbakanın bu ziyarette Kürt Açılımı konusunda Obama yönetiminden bazı somut destekler isteyeceğini düşünüyoruz. Özellikle örgütün patronları ve sahiplerine, son günlerde sokakları kasıp kavuran eylemlere son vermeleri ve süreci baltalamaktan vazgeçmeleri için baskı yapabilecek tek ülke Amerika. Kıbrıs’ta Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sıkışık takvim meselesi, Irak’ta da Amerika’nın başında. Bu yüzden bu konuda somut bazı adımların önümüzdeki günlerde atıldığını görebiliriz. Obama, Ermenistan’la yapılan iki protokolün TBMM’de onaylanması konusunda talepte bulunsa da, Türkiye’nin bu konuda kendisini Yukarı Karabağ sorunu ile bağladığını göreceğini ve bu hususta daha çok Ermenistan ve Azerbaycan’a baskı yapmayı tercih edeceğini düşünüyoruz. Kısacası; bu Amerika gezisinin en somut sonuçları—eğer olabilirse—PKK’nın sıkıştırılması ve çözüm çabalarını baltalamasının engellenmesi ile İran’a karşı Türkiye’nin tutumundaki kararlılığının sınanması olacaktır. 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Ne perhiz, ne lahana turşusu! |
Yüksek Askerî Şûrâ yine yapacağını yaptı. İki askeri, yargı kararı olmadan ordudan attı. Yapılan açıklamada bu kişilerin Türk Silâhlı Kuvvetlerinin temel yapısını ve disiplinini bozacak şekilde irticaî tutum ve davranışlar gösterdiği ifade edildi. Suç büyük, baksanıza askeriyenin temel yapısını bozacaklarmış. Fakat bu büyük suça rağmen bu insanlar yargıya müracaat edemiyorlar. Zira anayasaya göre yargı yolu kapalı. Çok değil bir hafta önce Genelkurmay Başkanlığının basın açıklamasında bakın ne deniliyor. Noktası virgülüne göre; “Türk Silâhlı Kuvvetleri, her fırsatta hukukun üstünlüğüne ve yargıya saygısını ifade etmiş, yargı kararını vermeden insanların peşinen suçlu ilân edilmelerinin evrensel hukuk kurallarına ve masumiyet karinesine aykırı olduğunu vurgulamıştır.” Sevgili okuyucular bu yazıyı yazarken kan beynime sıçramış durumda. Eğer bazı cümle ve kelimeleri kullanırken sehiv yaparsam lütfen beni maruz görün. Ben böylesine büyük bir ayıbı anlamakta güçlük çekiyorum. “Haksızlığın bu kadarına pes!” denilecek kadar büyük yanlışlıklar yapılıyor. Bazı askerlerin yargı kararı verilmeden suçlanması masumiyet karinesine aykırı, ama dindar bir askerin suçlanması, disiplinsiz olarak ilân edilmesi, ordunun temel yapısını bozacak kadar büyük bir suç işlemiş olduğunun yargılanmadan kabul edilmesi masumiyet karinesine aykırı değil! Bu ne perhiz, ne lahana turşusu? Sağcı olsun solcu olsun, faşist olsun komünist olsun, dünya üzerinde bir tane vicdan sahibi bu ayıbı onaylıyorsa gidip ondan özür dileyeceğim. İnsanlar arasında bu kadar ayrımcılık yapmak, eşi başörtülü askerlere cüzzamlı gibi muamele yapmak nerede görülmüş? Bu kararları imzalayanlar ne kadar cüretli hareket ediyorlar? Hadi, milletin nazarında bu kadar gözden düştüler, peki hesap günü bu yaptıklarının hesabını nasıl verecekler? Adama sormazlar mı: Yahu bu kadar insafsızlığı nasıl yaptınız? Bir tarafta ihtilâl yapmak için bir Danıştay üyesini öldürecek kadar gözü dönmüş bir çete var. Bunların hazırladıkları evraklar bizzat Adlî Tıp Kurumu tarafından onaylanmış. Türkiye’nin her yerinde gömülü olarak ordu silâhları bulunuyor. Bunun sorumlularına “Efendim, suçu ispatlanana kadar bunları suçlu olarak ilân edemeyiz” deyip tutuklandıkları yerden çıkaran, utanmadan masumiyet karinesini dillerine dolayan insanlara ne denir? Tek tesellim hesap günü gelince kimse yaptıklarından kaçamayacak olmasıdır. Kahhar-ı Zülcelâl olan Rabbim bütün bu yapılanların hesabını soracak. Yaşasın zalimler için Cehennem… Bu arada Başbakan’a bir sözüm var: Ey Başbakan, bu millet, hiçbir siyasetçiye vermediği desteği sana verdi. Menderes dahi senin imkânlarına sahip değildi. Amerika, Avrupa herkes seni destekliyorlar. Medya, tarihin hiçbir döneminde bu kadar hükümet yanlısı olmadı. Yazarların büyük çoğunluğu demokrasi ve insan hakları konusunda seni destekliyorlar. Fakat sen ne yapıyorsun? Yürütme görevini masum insanları işinden gücünden etmekte kullanıyorsun... Hadi 1-2 yıllık bir iktidarın olsa diyeceğim ki “Ne yapsın daha yeni”. Yahu 7 yıllık iktidardasın. İnsan hakları ihlâllerini düzeltmen için sana daha ne verelim? Eğer yapılan bu haksızlıkları gideremiyorsan bari biraz insaflı ol. Milletimizle dalga geçer gibi sudan mazeretler üretme. Şunu bil ki “zulüm payidar kalmaz” sen beceremezsen bile biri gelir bunları düzeltir, merak etme. Ama yapılan bütün haksızlıklardan sen mesulsün, bunu unutma! Rabbimden zalimlere fırsat vermeyecek yöneticileri başımıza getirmesini niyaz ediyorum… 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |