Görüş |
Avrupa’da Türk-Müslüman imajı ve tarihin yeniden tekerrürü Milliyetçilik üzerine çalışmaları bulunan ve insan gruplarının olgular karşısında tavırlarını inceleyen Walker Connor, “İnsanların davranışlarını gerçeğin ne olduğu değil, insanların olgular hakkındaki inançları ve algıları tayin eder” demiştir. Walker Connor sonuna kadar haklıdır ve gerçekten de insanlar veya olgular esas olarak imajları ile bilinirler. Günümüzde sıkca tekrarlanagelen “Devir imaj devri” sözü de, esasen bunun ifadesi değil midir? İngilizce’de “image”, Türkçe’de ”algı” ve “tasavvur” olarak da ifade edilen “imaj” kelimesi, bir nesnenin veya objenin gerçeğinden farklı olarak “algılanması/algılama biçimi” olarak ifade edilir. Buradan hareketle Türklerin ve Müslümanların, Batı’da imajinatif bir şekilde olduklarından çoğunlukla tamamen farklı algılandığını belirtmeye sanırım gerek yoktur. Bununla birlikte imaj kelimesinin “kişiyi, başkalarına doğru yansıtma” anlamı da içerdiği bir gerçek. Günümüz siyaset ve reklâm dünyası terminolojisinde de sıkça kullanılan “imaj-maker=imaj tasarımı” bu anlamla ilgilidir. Bu durumda ise Türk ve Müslümanların Batı’daki imajının, onları doğru yansıtmadığı ve bir “imaj maker”lık hatası olduğunu söylememiz gerekiyor. Bu yönüyle de Türkler ve Müslümanların, kendilerini Avrupa/Batı’da doğru bir şekilde aktarma, anlatma ve yansıtma gibi önemli bir sorumluluğa sahip oldukları söylenmelidir. Geçenlerde Boğaziçi Üniversitesi Avrupa Çalışmaları Merkezi’nin, Madrid Özerk Üniversitesi, Granada Üniversitesi ve Avrupa ile Diyalog Derneği ile ortaklaşa gerçekleştirdiği “Avrupalıların Müstakbel bir AB üyesi olarak Türkiye’ye Bakışları ve Türkiye’nin Avrupalılaşma Sorunları” başlıklı, Ağustos-Eylül 2009 tarihleri arasında Almanya, Fransa, Britanya, İspanya ve Polonya’da 1000’er kişi olmak üzere toplamda 5 bin kişiyle icra edilen araştırma, genel olarak Batı’da özelde de Avrupa’daki Türk ve Müslüman imajına dair çok da olumlu olmayan sonuçlara sahipti. Esasen bu malûmun ilâmı kabilinden bir şeydi. Ancak yine de meselenin tarihî kökenleri ile beraber teşhis ve tedavi edilmesine işaret etmesi bakımından önemliydi. Zira ortada fobiye/korkuya dayanan imajların tayin edici bir etkisi vardır. “Fobİ” İle oluşan negatİf “İmaj”
İmaj aslında bir algılama biçimi. Bu algılamada “korku/fobi” önemli bir rol oynuyor. Korku sosyolojisi konusundaki araştırmaları ile tanınan Frantz Fanon, korkunun algılamada ve imaj oluşturmada ne denli önemli olduğu hususunda Siyah Deri Beyaz Maske isimli kitabında başından geçen şu anekdotu nakleder: “Fanon, yanından beyaz bir kadın ve çocuğunun geçmekte olduğunu görür. Çocuk, siyah adamı (Fanon’u) görünce ‘Anne bak bir zenci’, der. Bunun üzerine siyah adam gülümser. Aynı olay ikinci defa tekrarlanır ve siyah adam tekrar gülümser, fakat bu kez biraz daha az gülümser. Çocuk ve anne birbirine gittikçe yaklaşmaktadır. Tam önünden geçeceklerken çocuk, “Anne bak zenci!” diye bağırır ve korkuyla annesine sarılır. Siyah adam donup kalmıştır, adeta buz kesilmiştir.” Bu olayda aslında siyah adam beyaz çocuğu korkutacak hiçbir şey yapmamış olduğu halde, hayatı boyunca “korkulacak biri olup olmadığını sorgulamak” zorunda bırakılmıştır. Hâlbuki bu adam, korkunun sebebi değil, nesnesidir. Buna karşılık korkan kişinin yaptığı şey, bir kucağa yani annesinin kucağına atılmaktır. Bu örnekte herkesin bildiği gibi korkan kişiye hiçbir şey olmayacaktır. Zaten bir tehlike olmadığı halde annenin kucağına sarılarak korkulan kişiye yönelik bir şiddeti, bir tehdidi harekete geçirecektir. Buna karşılık “korkulan bir beden olarak siyah adam” bu korkuyu giderecek hiçbir şey yapamayacaktır. Onun varlığı, potansiyel bir korku kaynağı olduğu şeklinde bir “imaj” oluşturacaktır. Burada korkunun kaynağının siyah adam değil, onun hakkındaki imaj/algı olduğu açıktır. İmajla gerçek arasında her zaman bu kadar büyük uçurumlar olmasa da daima fark vardır. İmaj üretilebiliyor ve dolayısıyla küçük imajlar büyük gerçekleri örtebiliyor. Böylece imajlar gerçeklere tercih edilmek zorunda kalınıyor. Bu durumda imajlar zihinleri işgal ediyor ve o imajın gerisindeki gerçek durum iyi ortaya konulamazsa, hakikat alabildiğine sahipsiz kalıyor, hatta dönüşerek bambaşka bir hal alıyor. Türk ve Müslüman imajı söz konusu olduğunda da esasen Batı’da, Ortaçağ’dan bu yana Türkler ve dolayısıyla Müslümanlara yönelik olarak üretilen benzer bir korku hali hâkimdir. Tarihte öncelikle askerî, sonra dinî kaynaklı olarak oluşturulan bu imaj, günümüzde bazı açılardan adeta yerleşik bir hal almış olup Batılı zihinlerin arka planında duruyor ve en küçük bir olayda refleksif olarak ortaya çıkabiliyor. Bu anlamda Protestanlığın kurucusu Martin Luther, Kalvinist Protestanlığın öncüsü John Calvijn ve Hümanist akımın öncü şahsiyetlerinden Desiderius Erasmus başta olmak üzere, Batı’nın dinî ve fikrî zihin kodlarının oluşumunda etkili olmuş şahsiyetlerin pek çoğunun “Türk karşıtlığı”na —dolayısıyla İslâm karşıtlığına—soyunmuş olmaları ve buna dair kitap kaleme almaları tesadüf olmasa gerektir. Bu karşıtlığın dönemin siyasî konjonktürü ile alâkası mutlaka vardır; ama esas itibariyle Avrupa’nın Türk-İslâm kültürüne bakışındaki dinî-fikrî zihin kodlarıyla ilgilidir.
tarİh tekerrür mü edİyor?
Mehmet Akif merhum “Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi” demişti, tarihin tekerrürden ibaret olduğu söylemine karşı. Ancak son dönemlerde Avrupa’daki Türk karşıtlığında tarihin tekerrür ettiği de bir gerçek. Burada bir başka gerçek de, tarihteki olumsuz Türk ve Müslüman imajının iyi etüt edilip ibret alınmadığı. Bu anlamda Luterci Protestanlığın kurucusu Martin Luther’in Türkler’e dair söylem ve eylemleri alabildiğine ipuçları sunuyor. Bilindiği üzere Luther’in yaşadığı dönem, İslâm ile Hıristiyanlığın yoğun olarak karşılaştığı bir zaman dilimine denk düşüyor. Bu dönemde İslâmı devlet olarak temsil eden Osmanlı, siyasal gücünü bütün Avrupa üzerinde hissettiriyordu. 1512-17 senelerinde toplanan “Ekümenik konsil”’in, Türkler’i—dolayısıyla Müslümanları—“Hıristiyan milletlerin önemli bir düşmanı” olarak tanımlaması, Avrupa’daki “Türk” imaj ve korkusunun boyutlarını göstermesi bakımından yeterince açıklayıcıdır. Luther’in reform hareketini başlattığı dönemlerde—ki 31 Ekim 1517’de Luther’in Wittenberg Kilisesi kapısına 95 maddelik bildirisini asmasıyla başladı—henüz Osmanlılar, Avrupa ortalarına kadar ilerlemişler ve Hıristiyan dünyadaki—aslında Batı’da—zihinlerde derin izler bırakacak olan Viyana Kuşatması’nı gerçekleştirmemişlerdi. Bununla birlikte yaklaşan bir Türk korkusu/tehlikesi Batı’da alabildiğine hissedilmekteydi. Tabiatıyla bu ortamda yetişen Luther’in bundan etkilenmemesi düşünülemezdi. Nitekim 95 maddelik bildirisinin 5. maddesinde “Türklerle savaştan başka yol olmadığını” söylemekte, 1520 yılında kaleme aldığı “Alman milletinin Hıristiyan soylularına Hıristiyanlığın durumunun düzeltilmesi hususunda” başlıklı yazısında da “Türklere karşı savaşmak istiyorsak şimdi onların en az olduğu yer olan buradan başlayalım...” diyerek, Viyana Kuşatması sürecinde iyice şekillenecek “anti-Türkist/İslâmist” tutumunun ipuçlarını vermiştir. Türkler’in o dönemin Müslüman milletlerinin öncüsü/lideri olmasının da, Luther’in İslâm ve Müslümanlara yönelik söylemini Türkler üzerinden yapmasına yol açmıştır. Şurası bir gerçektir ki, Luther’in “Türk” ve “Türkler” şeklindeki kullanımları, ırk olarak Türkler’le alâkalı olmayıp, daha ziyade Türk kimliğinin nitelenmsinde kullanılan İslâmın kültürel ve işlevsel boyutuyla ilgilidir. Şu halde Osmanlı’nın Avrupa’nın ortalarına kadar ilerlediği dönemlerde Türkler’in, Hıristiyanlarca—daha geniş mânada Batı düşüncesinde—“Müslümanlar”la özdeşleştirilmesinde Martin Luther’in pekiştirici etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Zira Avrupa’da daha önce de dillendirilen bu tanımlama, Martin Luther tarafından sıkca kullanılmıştır. Zira Luther, İslâm ile alâkalı söylem ve ifadelerinde, “İslâm” ve “Müslüman” kavramlarını nadiren kullanmakta ve bunların yerine aynı mânâyı ifade için çoğunlukla “Türk” ifadesini kullanmaktadır. Zira Türklerle alâkalı olarak kaleme aldığı ve İslâm dünyasında faaliyet gösteren misyonerlerin verdikleri bilgilere dayanan Libellus de vita et moribus Turcarum= Türklerin Yaşamı ve Gelenekleri adlı yazısı ve Türklere Karşı Ordu Vaazı onun en önemli eserlerindendir. Teolojik olarak “Türkler’in Tanrı’nın kendileri için olan bir cezası” olduğu görüşünü her zaman muhafaza etmiştir. John Calvijn ve Erasmus’un Türklere yönelik söylemlerinde de benzer tanımlamalar yer alıyor. Tarihî olay, söylem ve eylemlerden beslenen negatif “Türk ve Müslüman imajı” günümüzde de alabildiğine varlığını sürdürüyor. Bu açıdan tarihin tekerrür ettiğinde kuşku yok. Türkler ve Müslümanlarla ilgili Avrupa’da meydana gelen en küçük olayda, tarihten beslenen bu imajinatif refleksleri görebiliyoruz. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği yolundaki tartışmalar ile son dönemde ortaya koyduğu sonuç alıcı dış politika hamlelerinin önünü kesmeye yönelik ataklarda da hep aslında tarihin tekerrürünü gözlemliyoruz. Tek fark, şahıslar, dekor ve yöntemlerdeki değişiklikler. Ton ve vurgu farkı olsa da, refleksler, söylemler ve eylemler hep aynıdır. Şu halde Batı’da tarihteki olumsuz olaylardan ve algılamalardan beslenen olumsuz bu imajın restorasyonu Türkler ve Müslümanlar açısından kaçınılmaz. Bu durumda sanırım işe öncelikle var olan fobiyi/korkuyu gidermeye ve dolayısıyla bu fobi sonucu oluşmuş olumsuz imajı restore etmeye girişmek gerekiyor. Bunun için ise her şeyden önce teşhisi iyi koymak ardından da tedavi sürecine girişmek lâzımdır. Her iki durum içinse, tarihin iyi etüt edilip ondan ibret alınmaya ihtiyaç duyulacağı izahtan varestedir.
Assoc.Prof. Dr. Özcan HIdIr Rotterdam İslâm Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı |
07.12.2009 |