08 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nurullah AKAY

Sonsuzluğun başlangıcı


A+ | A-

Biz insanlar için sonun başlangıcı gibi görünen ölüm, aslında sonsuzluğun başlangıcıdır. Bu başlangıcın ilk adımı da kabirlerdir. Kabirler, kültürümüzde daha çok “mezarlar” şeklinde yerini almaktadır. Mezarların toplu bulunduğu mezarlıklar, aslında hayatımızın vazgeçilmez bir parçası durumundadırlar.

Küçüklüğümde yaşadığım köyümdeki mezarlık, köyün en yüksek noktasında bulunmaktaydı. Bu durum yöremizde bir gelenek idi adeta. Çünkü tepesi bulunan bütün köylerin mezarlıkları o tepenin en yüksek yerinde bulunmaktaydı. Bu durum, mezarlıkların hayatımızda ne kadar önemli bir yere sahip olduğunun göstergesiydi şüphesiz.

Bayram günlerinde camide toplu halde kılınan bayram namazından sonra ziyaret edilen ilk yerler yine mezarlık idi köyümüzde. Bugün bu gelenek halen birçok yöremizde devam etmektedir. Peygamberimizin (asm) mezarlıkları sık bir şekilde ziyaret etmemiz gerektiğini bize tavsiye buyurması, mezarlıkları ziyaret geleneğinin bütün İslâm âleminde yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Elbette bu ziyaretin sebebi, ölümü her zaman akılda tutmak ve dünyanın faniliğine dalmamak içindir.

Şu bir gerçektir ki, ölüm hatırlanmadığı zaman insanlar azmakta, ebedî bir şekilde dünya hayatını yaşayacaklarını sanmaktadırlar. Bu da insanların hırsla dünyaya sarılmalarına ve bütün insanî münasebetlerini menfaat üzerinde şekillendirmelerine sebep olmaktadır. Netice olarak insanlar arasında çekişmeler, çatışmalar ve vuruşmalar meydana gelmekte, toplumdaki huzur ve sükûn asgariye inmektedir.

Mezarlıkların umumiyetle yolların kenarlarında ve yüksek yerlerde olmasının temelinde de herhalde insanların sürekli görmeleri ve ibret almaları içindir. Çünkü Rabbimiz Kur’ân-ı Azimüşşan’ında bizleri sürekli ibret almaya davet etmektedir.

Bir kısım insanlar ne kadar ölümü hatırlamak istemese de, ne kadar mezarlıklar gibi ölümü hatırlatan görüntülerden kaçınırsa da bu konuda başarılı olması mümkün değildir. Çünkü mutlaka yolu zaman zaman mezarlıklara düşecek, bazen tanıdıklarının ve yakınlarının ölümüne şahit olacaktır. Yani hiç kimsenin deve kuşu gibi kafasını kuma sokmasına gerek yoktur. Ölümle de, mezarlıklarla da ünsiyet tesis etmekten başka çıkış yolu yoktur aslında.

Mezarlıkların sadece Müslümanların hayatında değil, diğer inançlara mensup olanların hayatında da önemli olduğunu söyleyebiliriz. Dünyadaki insanların çok az bir kısmı dışındakiler hep ölülerini mezarlara gömerler. Çoğunlukla her topluma ait mezarlıklar bulunmaktadır. Elbette mezarlıklara bakış tarzları konusunda ayrılıklar bulunmaktadır. Ama herhalde herkes kendi inancına göre mezarlıkları kendi dünyasına almak zorundadır.

Yalnız mezarlıklarla ve ölümle ünsiyet kurma konusunda büyük bir sıkıntı başımızda bulunmaktadır. Bu sıkıntıdan dolayı ölümlere şahit olduğumuz halde, mezarlıkların yanından veya içinden geçtiğimiz halde bir türlü yeteri kadar ibret alamıyoruz. Şüphesiz bizleri ibret almaktan alıkoyan içimizdeki nefs-i emmâredir. Aksi takdirde mezarlıkların yanından ve içinden geçerken ürperip kendimize gelmemiz gerekecekti. Ama nefis olabildiğince başkalarının ölümünü hatırlatsa bile, bize kendi ölümümüzü hatırlatmamaya çalışmaktadır.

İstanbul’un en eski ve ibret dolu Eyüp Mezarlığının içinden geçerken insanların mezarlara olan ilgisizliğini daha fazla düşünmüştüm. Çünkü mezarlıkların içinden Piyer Loti Tepesine çıkan yoldan insanların oldukça kalabalık bir şekilde geçtiğini görmüş ve onların ölümü düşünüp ibret aldığı konusunda bir emareye kendimce rastlamamıştım. Bu durum gerek tavırlarından, gerekse giyim ve hareket tarzlarından belli oluyordu ne yazık ki.

Kendimde de hissettiğim gaflet hâletinin insanlar içinde oldukça yaygın olduğunu düşünmem beni oldukça etkilemişti. Mezarların içini ve içinde kendimi düşünmekle gaflet halinden kurtulmaya çalışmıştım bir an. Çünkü bir gün ben de, bir zamanlar hayat dolu olan bu insanlar gibi toprakla kucaklaşacaktım. Ben de ölenler sınıfına dahil olacaktım... Bu durumun başka bir alternatifinin olmadığını bütün gerçekler bize anlatmaktadır. Rabbimin bizleri, kabirleri ebedî saadetin başlangıcı olan kullarından etmesi temennisiyle...

08.12.2009

E-Posta: [email protected]



Abdil YILDIRIM

İnsanın kalbi karnından geniş olmalı


A+ | A-

İnsan, beden denilen maddî bir kalıp ile, ruh denilen mânevî bir varlıktan meydana gelmiştir. Beden şehâdet âleminden, ruh ise gayb âleminden gelmiş, ikisi vücut denilen merkezden birleşerek insanı meydana getirmiştir. Her ikisinin de fıtratlarına münasip gıdalarla beslenmeye ihtiyacı vardır. Beden, mideye giren gıdalarla, ruh da kalbe giren mânalarla beslenir. İnsanın vazifesi, ömür sermayesini doğru yerde kullanarak bu iki varlığın da ihtiyaçlarını tedarik edip, nafakalarını temin etmektir. Ömür sermayesinin günlük istihkakı olan yirmi dört altın değerindeki zaman dilimini, öyle dikkatli kullanmalı ki, ne mide aç kalarak beden zayıf düşsün, ne de kalp aç kalarak ruh gıdasız kalsın. Rezzak-ı Mutlak olan Cenâb-ı Hak, hem bedenin, hem de ruhun rızkını göndermiştir. İnsana düşen, bunları bulundukları yerden toplamak, ihtiyaç nispetinde istimal etmektir.

Bedenin ihtiyaçları maddî olup, dünya hayatı ile sınırlıdır. Kabir kapısından içeri adım attıktan sonra, bedenin hiçbir şeye ihtiyacı kalmaz. Ruhun ise, ihtiyaçları devam edecektir. Kabirde ışığa, mahşerde yardıma, mizanda rahmet ve şefaate, Sırat’ta güvenli bir bineğe ihtiyaç duyacaktır. Onun için dünyada iken ruhun çok iyi beslenmesi, ahiret âlemindeki bu ihtiyaçları için erzak tedarik etmesi gerekecektir. Ruhu beslemek de kalbin görevi olduğundan, insanın çok geniş bir kalbe ihtiyacı vardır.

Ruhun uzun yolcuğunda yanında olması gereken en önemli ihtiyacı, imandır. Öyleyse kalpte en güzel ve en geniş yer imana ayrılmalıdır. İman çekirdeği burada filizlenecek, beslenecek ve ruhu ebedî saadet menzillerine taşıyacaktır. Onun için kalpte imana ait çok özel ve geniş bir mekân bulunmalıdır.

Kalpte sevgi için de geniş bir alana ihtiyaç vardır. Zirâ sevgi hayatın olmazsa olmaz ihtiyaçlarındandır. Dünya çok güzel ve sevimli nimetlerle doldurulmuştur. İnsan anne ve babasını sever, eşini, çocuklarını sever, dostlarını ve arkadaşlarını sever. Bir çiçeğin letâfetini, bir meyvenin lezzetini, suların sesini, rüzgârların nefesini sever. Dünyadaki bütün güzellikleri sevmek ister. Bu kadar sevgiyi sığdırmak için de dünya kadar geniş bir kalbe ihtiyaç vardır.

Kalpte sevgiden başka şefkat, merhamet, sevinç, hüzün, öfke, hasret, vuslat, ümit, korku, arzu, istek, emel ve elem gibi daha pek çok duygu ve lâtifelere de yer ayırmak gerekir. Bunların her biri, ruha bir güzellik ve tazelik verecektir. Ebed yolculuğunda kendisine arkadaş olacaklar, onu hiçbir zaman yalnız bırakmayacaklardır. Bu kadar duygu ve düşünceleri sığdırmak için insanın kalbinin dünyadan da büyük olması lâzımdır.

Kalp aynı zamanda vücut sarayının şeref salonudur. En değerli misafirler burada ağırlanır. Bir padişah, sarayının en güzel ve en geniş mekânlarını böyle misafirleri için tahsis eder. En önemli işler burada karara bağlanır. Bu salonlar, hayatın idare ve idame merkezidir. Onun için alabildiğine geniş ve ferah olmalıdır. Mide ise, vücut sarayının kileri ve mutfağı ayarındadır. İçinde gıda ve erzak saklanan kiler nerede, en şerefli misafirlerin ağırlandığı ve en önemli işlerin görüldüğü şeref salonu nerede?

Ama bazı saray sahipleri, ahmaklık edip mide dairesini olabildiğince geniş tutarken, kalp dairesini daraltmaktadırlar. Serseri sultanlar şeref salonunu kiler olarak kullanmakta, misafirlerini de kilerde ağırlamaktadırlar. Yani kalplerini daraltırken, midelerini genişletmektedirler. Yirmi dört altının tamamını bedenleri için harcamakta, ruhun istek ve ihtiyaçlarını ihmal etmektedirler. Kalbin ihtiyacına bir saatlik sermaye harcamayı, kalp dairesine bir miktar erzak tedarik etmeyi düşünmemektedirler.

Kalbi daralan insanın ruhu sıkılır. Hayatın yükü ağırlaşır, ruhun beli bükülür. Halbu ki vücut sarayının Mucid’i olan Cenâb-ı Hak, bu sarayı yaparken kalpleri ne kadar geniş tuttuğunu İnşirah Sûresi’nde beyan etmektedir. “Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? Ve senin şânını yüceltmedik mi?” (İnşirah Suresi: 1-3)

İnsan, gaflet ve dalâletinden dolayı Cenâb-ı Hakk’ın genişlettiği bir kalbi daraltmaya kalkarsa, ruhunun yükünü ağırlaştırdığı gibi, yüce olan şânını da ayaklar altına düşürür.

08.12.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Mahremlik sınırları ve ölçüler


A+ | A-

Bekir Bey: “Mahremlik ve nâmahremlik ne demektir? Bir kişinin mahremleri ve nâmahremleri kimlerdir? Nâmahremlerimize karşı tutumumuz nasıl olmalı?”

Mahremlik, “evlenme haramlığı” demektir. Yüce dinimize göre, kardeşlik, nesep bağı, süt hısımlığı ve eşten doğan hısımlık bağı itibariyle bizimle evlenme haramlığı bulunan, yani söz konusu bağlardan dolayı bize nikâh düşmeyen kadınlar bizim mahremimizdirler. Üstad Bedîüzzaman’ın ifadesiyle, mahremlerimizin simaları, yakınlık ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve meşrû muhabbeti hissettirdiklerinden; fıtraten nefsî ve şehvânî meyli kırar.1 Bundan dolayı yüce dinimiz mahremlerimizle ve nâmahremlerimizle münasebetlerimizi ayrı ayrı düzenlemiştir.

Nâmahremlik ise, evlenme haramlığının bulunmama durumu, yani nikâh düşme (nikâh yapılabilme) durumu demektir. Aralarında kardeşlik, soy bağı, süt hısımlığı veya eşten doğan hısımlık gibi bağlardan hiçbiri bulunmayan kadın ve erkek birbirlerine nâmahremdirler. Yani evlenmeye niyetlenseler, eğer kadın evli değilse, aralarında nikâh geçerlidir. Öyleyse, böyle erkek ile kadının, yani birbirlerine nâmahrem olan erkek ile kadının hukukunu ve münasebet şartlarını da yüce dinimiz ayrıca düzenlemiştir.

Allah, Kur’ân’da mahremlik sınırlarını çizmiştir. Şöyle ki: Bir Müslüman kadının kocası, babası, kayınpederi, kendi oğulları, eşinin (varsa) başka kadından oğulları, erkek kardeşi, erkek kardeşinin oğulları, kız kardeşinin oğulları, Müslüman hanımlar ve çocuklar kendisine mahremdirler; bu çizginin dışındakiler ise kendisine namahremdirler.2

Erkeğin mahremleri ise: Annesi, kızı, kız kardeşi, halası, teyzesi, kız ve erkek kardeşlerinin kızları, oğlunun hanımı, sütannesi, sütkardeşi, kayın validesi, hanımının kızı ve hanımının kız kardeşidir.3 Bu çizginin dışındaki kadınlar da bir erkek için nâmahremdirler.

Birbirlerine nâmahrem olan kişilerin karışık yaşamaları, tokalaşmaları, gülüşmeleri, şakalaşmaları, gayri ciddî tutum ve davranışları, açık saçık giyimleri, edepten ve terbiyeden uzak hâl ve tavırları dinimizce bundan dolayı uygun görülmemiştir. Bu fiillerin haramlık derecesini de, şiddetine göre artırmıştır.

Dinimiz bu tedbirleri alırken, ne kadını dört duvar arasına kapamak niyetindedir, ne de erkeği ahlâksız ilân etmek peşindedir. Dinimiz sadece nezaket, edep ve terbiye kurallarını belirlemiş ve edebin yaşanmasını istemiştir. Şimdi gayri İslâmî kültürlerin etkisiyle başımız beynimiz dönüp, dinimizi bu kurallardan dolayı itham edemeyiz. Kadın ve erkek birlikte çalışmak zorundaysa, bu kurallar içinde çalışacaklardır. Yani edep, edep, edep!

Bin dört yüz yıldır ecdadımız bu kuralları dem ve damarlarına sindirmiş ve en güzel biçimde yaşayarak “icmâ” meydana getirmiştir. Yani tereddütsüz, şeksiz, şüphesiz Kur’ân’ın ve Kur’ân Peygamberinin (asm) tavsiye ve öğütlerini baş tâcı yapmıştır.

Asır değişti şüphesiz. Kültürler birbirine olabildiğince yaklaştı. Dünya küçüldükçe küçüldü. İş alanları arttı. Kadınları sosyal hayata çeken sebepler, araçlar ve iş kolları fazlalaştı. Kadınları ve erkekleri bir arada, aynı çatı altında toplayan meslek dalları çoğaldı. Bütün bunlarla beraber, yaşadığımız birçok yerde sünnet ve İslâm şuuru da zafiyete uğradı. Sünneti ve takvayı yaşamak zorlaştı.

Ama ne gam ki, bir şey ne kadar zorlaşırsa, sevabı da o denli yüksek olur. Haramdan kaçınmak ve sünneti yaşamak ne kadar zor ise, sevabının da o denli yüksek olacağını unutmayalım. Bu bize yeter. Zor da olsa, ağır da olsa, biz, sünneti ve takvayı yaşama gayreti ve azmi içinde olalım!

İslâmiyet kadını dört duvar arasına kapatmıyor. Kadından ve erkekten iffet istiyor, edep ve hayâ istiyor, ar ve namus istiyor, görgü ve nezaket istiyor. Kadın isterse, bir meslek alanına ilgi duymuş ve kendini yetiştirmişse, bir alanda uzman olmuşsa, elbette o alanda topluma hizmet verecek, elbette çalışacak, elbette sosyal hayata girecektir! İslâm’ın edep ve terbiyesi yaşandığı sürece, bunlarda günah söz konusu değildir. Hazreti Âişe validemiz (ra) iftiraya uğradığında evinde oturmuyordu; savaştan dönüyordu. Ensar kadınları İslâm ordusu ile birlikte gazalara katılırlar, hastalara su verirler, yaralılara hizmet ederler ve tedavi uygularlardı. Ama onlarda edep, nezahet, nezaket, terbiye ve ahlâk yaşanan niteliklerdendi.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 199

2- Nûr Sûresi: 31

3- Nisâ Sûresi: 23

08.12.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin EREN

Çaresizlik çığlığı


A+ | A-

Çaresizlik, acz duâ çığlığını doğurur; fakr, nidâ dağlarını yükseltir... Hiçbir şey yapamamanın, hiç olmanın sesidir sessiz çığlık; arşa yükselen duâlar, yere yerleşen yokluktandır… Varlıktır duâ; duâdır Vacibü’l-Vücud’a götüren…

Ne ehemmiyet var, ne kıymet var, ne de varlık var duâsızlıkta… Yüreğin sızı sızı akışıdır duâ gözyaşları; içinde yaş ve kuru her şey olan Kerim Kur’ân öyle der: “Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var.”

Saatlerce konuşmak, sayfalarca yazmak; içinde kederden düşen bir duâ yoksa ne kıymeti var, kıymet bilenler ondan bir şey bulamaz…

Çiğ sözlerin çığ gibi savrulduğu, lapa lapa sahte lafızların yağdığı söz yangınlarında; hikmet nerededir, irfanı bulmak mümkün mü, muhabbet hangi dağın ardında, uhuvveti gören var mı?

Duâ denizi ubudiyetle buharlaşmayı bekliyor; berekete yüklenmek isteyen bulutların acelesi var, imanla sulamak yeniden diriltmek istiyor yüreğin yeryüzünü… “Semâvât ve arz ne ile ayakta duruyor”u soruyor akıl, idraki zorlarcasına…

Taze taze açmak, renk renk donanmak istiyor sevmek hissi, kardeşlik hassâsı; ölsün istiyor ümitsizlik, kin, kibir, nefret, hased, hırs… Doğsun diliyor diğergamlık, vefa aksın ırmak ırmak; hikmet balıklar yüzsün derin denizlerin diplerinde, Yunus nidalarla çınlasın kalbin kulakları…

Hiçsizlik hiç de yokluk değil; varlığı gösteren hakiki bir âyine… Duâlar olmasa Rahmet tecellileri nasıl müşahede edilir kullarca… Çaresizlik çağırmasa duâyı, ehemmiyetimiz nasıl anlaşılır?

Dünyalıların daveti dünya kadardır; kısa, sıkıcı, boğucu, daraltıcı, elemli, kederli… Sonsuzluğun sahibinden dökülen ve yine ona dönen ışık huzmeleridir duâ; sonsuz saadete ulaştıran, kedersiz kavuşmalara ileten… İlleti, o emretmiştir, neticesi rıza, saadet-i dareyn…

Küçük kırılmalarda bile onu hatırlamak ve duâ ile anmak; basit işleri bile ulvîleştirir, beşeriyetten abdiyete çıkartır… Ayakkabının bağının çözülmesini bile keder bilip “İnnâ lillâhi ve İnnâ ileyhi râciûn” demek ne güzel bir zikir; cenneti ve cehennemi ayakkabıların bağı kadar yakın görmek ne yüksek bir tefekkür, ne âli bir haslet… Hayatı böyle diriltmek duâsıyla…

Çözemediği dertlerini gecenin koynunda duâ duâ diye arşa açmak; hangi kapıyı açmaz, hangi dağları düzlemez; cennet ona niye âşık olmasın?

Küçücük kalp kırılmalarından büyük kederlere, duâ bahçesine çağıran nidacılar; kalp buna icabet ederse itminana erişecek, değilse de dikenli yolculukta yokluk çığlıkları atacak.

08.12.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Gerilimi dindirmenin yolu


A+ | A-

Kimi bilerek ve kasten, kimi de bilmeyerek gerilime çanak tutarak, ülkenin zarar hanesine katkıda bulunuyor.

Gerilimi bilerek ve severek tırmandıranların elinde, vatanın, milletin ve hatta insanlığın hayrına olacak bir meziyetleri, bir sermayeleri yoktur.

Bunlar kandan, kinden, husûmetten, gerilimden beslenirler.

Bütün işleri güçleri yara kaşıyıcılığı yapmak, sinir uçlarıyla fütursuzca oynamak, zıtlaşmaları körüklemek...

Zaten, başka da bir iş yapamazlar, başka hizmetleri göremezler.

Hayat felsefelerini hep "beğenmemek, itiraz etmek, karşı gelmek, yakmak, yıkmak, tahrip etmek..." üzerine inşa ederler.

Bin yıl yaşasalar, bunlar yine de ıslâh olmaz, yine de iflâh etmezler. Anarşisttirler.

Gerilim olmazsa, husûmet biterse, bunlar da biterler, tükenirler. Bu sebeple, yangına körükle gitmeyi, ateşe benzin dökmeyi tercih ederler.

Ülkemizde, böylelerine mebzul miktarda rastlamak mümkün.

Bu durum, elbette ki üzücüdür, elem ve ıztırap vericidir; ama, o nisbette de gerçektir, çok acı bir gerçek...

Acaba elden ne gelir ve neler yapılabilir diye düşünmek durumundayız.

Böylelerine "anarşist nazarıyla" bakmak ve ona göre tedbir almaktan başka bir çare görünmüyor.

Köklü tedbir, kànun hakimiyetine, vicdan hakimiyetine dayanır.

Fakat, o kànun kànun olmalı; o vicdan vicdan olmalı. Bunların üzerinde başka unsurlar olmamalı, başka tahakkümler bulunmamalı.

Ne yazık ki, sıkıntının en önemli bir parçası, bu noktada düğümleniyor.

Bizdeki "ithal kànunlar"ın çoğu lastiklidir. Fıtrî kànunlara ters düşüyor; yani, fıtrî hukukla örtüşmüyor, bağdaşmıyor.

Bu lastikli kànunlar, çoğu zaman fikir ve inanç hürriyetine müdahale sûretinde kullanılabiliyor.

Kànunlar gibi, vicdanlar da zaman zaman benzer baskılara, müdahalelere mâruz kalabiliyor.

Kànunların, vicdanların, düşüncelerin rahat bırakılmaması ve bunların kendi fıtrî mecralarında ilerleyememesi hali ise, yukarıda ifade ettiğimiz anarşist ruhlu tahribatçıların işine geliyor. Onlar için istismar malzemelerini üretiyor.

Öte yandan, muhalif fikirlerin üzerine de fikirle; aykırı siyasetlerin üzerine siyasetle gidilmeli. Açıklıktan, şeffaflıktan yana olunmalı.

Yalanın, yanlışın ve her türlü istismarın önüne ancak bu sûretle geçilebilir.

Her devlette, her hükûmette muhalif kimseler, aykırı kesimler bulunabilir.

Muhalifler, kuvvet kullanmadığı, şiddete başvurmadığı, can ve mala karşı tahribatta bulunmadığı takdirde hür ve serbest bırakılmalı. Tâ ki, kendi yanlışlarıyla başbaşa kalıp tükensinler. Aksi halde, yanlışlarını doğru tevehhüm ederek, yoluna devam edebilir.

Her türlü fikir, inanç ve siyaset hürriyetine rağmen, yine de şiddet metodunu tercih edenler olursa, o takdirde "kànun kuvveti"ni hakim kılmaktan başka çare kalmıyor. Buna ise, kimsenin karşı gelebilme şansı da yok, gücü de...

Tarihin yorumu 8 Aralık 1941

Alman Harbi, Dünya Harbine dönüştü

Yaklaşık iki yıldır devam eden Avrupa Savaşı, Japonya ve Amerika'nın (ABD) da bilfiil dahil olmasıyla, 8 Aralık 1941'de Dünya Savaşına dönüştü.

Kesintisiz altı yıl müddetle devam eden ve 30 milyondan fazla (bazı kaynaklarda iki misli) insanın hayatına mal olan II. Dünya Harbinin ismi, başlangıçta "Alman Harbi" şeklindeydi.

Zira, bu savaş, Alman ordularının 1 Eylül 1939'da sınırı geçerek Polonya'ya saldırmasıyla başlamıştı.

Hemen ardından, peşpeşe şu gelişmeler yaşandı:

1) Birleşik Krallık (İngiltere) 3 Eylül'de, bir gün sonra da Fransa, Almanya'ya savaş ilân ederek, kanlı boğuşma sahasını genişlettiler.

2) Rusya ise, 17 Eylül 1939 günü Sovyet Kızıl Ordusuna bağlı birlikleri Polonya'nın doğu sınırına kaydırdı.

3) Alman ve Rus ateşi arasında kalan Polonya, 27 Eylül 1939'da Almanya'ya teslim oldu. Bu başarıdan cesaret alan Hitler, Avrupa'nın diğer ülkelerine de saldırdı.

4) Rusya, 1940 Haziran'ında Baltık Ülkelerine (Litvanya, Letonya ve Estonya) tehditkâr bir nota göndererek, onları kendi safına katılmaya mecbur etti. Direnenleri de Kızıl Orduyla dize getirdi.

5) Avrupa Savaşı, 27 Eylül 1940'den itibaren yeni boyutlar kazanmaya başladı. Almanya ve İtalya, bu tarihte Japonya'yı da yanlarına çekmeyi başardı. Üçlü ittifak kararı alındı. Böylelikle, Asya–Pasifik Cephesi de açılarak, savaş Avrupa kıt'asının dışına taştı ve yeni bir "Dünya Savaşı" mahiyetine büründü.

6) Japonya'nın bu tavrı Amerika'yı tedirgin etti. Diğer cepheye meyleden ABD, savaş filolarını Hawai adalarında konuşlandıma cihetine gitti. Bu durum, Japonya'yı büsbütün endişelendirmeye başladı.

7) Japonya saatiyle 8 Aralık (1941) sabahı, ABD filolarını bir ani baskın taktiğiyle bombardıman eden Japon kuvvetleri, Amerika'ya çok büyük zayiat verdirerek geçici bir başarı kazandı.

8) Amerika'nın da bütün gücüyle savaşı katılması neticesi, dünyanın birçok bölgesi yangın yerine döndü. On milyonlarca insanın öldüğü bu savaşta, herkes kaybetti; kazanan, ya da kârlı çıkan taraf olmadı.

08.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

En büyük psiko-sosyal ihtiyaç: Din


A+ | A-

İnsanoğlu, bütün yönleriyle incelediği maddenin en küçük parçası kabul edilen atomun içine girince her şeyi halledeceğini sandı. Ancak, mini minnacık parçada nerede ise sonsuzluğa uzanan, muamma yüklü metafizik âlemlerle karşılaştı: Fizikçiler, atomların yapısını, atom-altı fenomenlerin tabiatını keşfettiklerinde bilim adamları şaşkına döndü. Çünkü, maddî dünya, artık, çok sayıda bağımsız nesnelerden kurulu bir makine olarak değil, daha çok bölünmez bir bütün içindeki ilişkiler ağı içindeydi. Atomik fenomenlerin tabiatını kavrama mücadelelerinde bilim adamları, temel mefhumlarının, dillerinin ve tüm düşünme biçimlerinin bu yeni gerçekliği tanımlamaya uygun düşmediğini içleri sızlayarak fark etti.1

Bir şey daha ortaya çıktı: Seküler dünya görüşünün palazlandırdığı enâniyet-egoizm, I. ve II. Dünya savaşlarıyla da medeniyetlerin maddî-mânevî birikimlerini yerle bir etti. Huzur allak bullak oldu. İnsanlık mutsuzluk girdabına düştü. Modern toplumlar, çok pahalı bu tecrübeden sonra şu noktaya ulaştı:

Dinsiz fen, mâneviyâtsız teknoloji; insanın bin bir muamma yüklü mânevî cephesini, sayısız ihtiyaç ve arzularını tatmin edemez, edememiş... Beşer, bilimde ne kadar ilerlerse ilerlesin, teknolojide ne kadar yükselirse yükselsin, hiçbir zaman dinsiz yaşayamaz.2 Baş döndürücü bir hızla ilerleyen teknoloji ve maddî imkânlara rağmen; kâinatın hücûmlarına karşı dayanacak ve sınırsız kabiliyetlerine neşv ü nemâ verecek hak dini elde etmezse hayatını sürdüremeyeceği3 anlaşıldı. Zaten, en bedbaht bir mahlûkun dinsiz insan olduğunu da, “zenginlik, refah ve şöhret zirvesinde” seyredenlerin hazin akıbetlerinden daha güzel anlatan ne vardır?

İşte, acz-i mutlak içinde kıvranan beşer, mutlaka bir kudret ve kuvvete, nokta-i istinada, sığınağa ilticâya mecbur oldu. Bu, sosyal ilimlerin de kesin bir bulgusuydu. Çünkü, güçsüz akrebe, ayaksız yılana mağlûp olmuştu. Bunun yanında bîçâre insanın ömrü gibi aklı, fikri ve ilmi sınırlı. 2000’in üstünde ve 16 frekansın altındaki sesleri duyamaz. Bir tonluk kantarların 10 tonluk yükü, 3-5 gramlık mücevheri tartamaması gibi; akıl-idrak-şuûr-vicdân da, büyük meseleleri tartamaz.

Şu halde, bir sanat sanatkârsız, bir resim ressamsız, bir iş failsiz olmadığı gibi; insanı ve kâinatı yaratıp, onu bütün kâinatla ilgili yapan sonsuz bir akıl, güç, ilim ve sair sıfatlar sahibi olması lâzım. O da Allah’tır. Onun da, yaratılışın gayesini, varlıkların mahiyetini, olayların sebebini bildirmesi; Kendisini tanıtması, emir ve yasaklarını bildirmesi gerekir. O da dindir.

Öte yandan insanın kendisinden farklı özelliklere sahip olmayan “beşere” itaat etmemesi, dinlememesi psiko-sosyal bir gerçektir. Ancak kendisinden üstün bir merci kabul eder. İşte din de, insanın yüce Yaratıcıya, yaratılıştan kardeşleri diğer varlıklara karşı münâsebetlerini tanzim eder, ders verir.

Acıkmamız yemeğin, susamamız ise suyun varlığına işâret eder. Mutlaka her insanda bulunan inanma ve tapınma istediği de sonsuz bir kudret sahibini, bir Yaratıcıyı gösterir. En ilkel kavim ve insanların bile tapındıkları, ibâdet ettikleri, sığındıkları bir şey vardır. Şu halde, yanlış da olsa, inanma ve tapınma; yaratılışımıza yerleştirildiğini gösterir.

Çocuklar da, erken yaşlarda dinî meseleleri merak eder, sorar. Kendisine yardım edecek ve koruyacak sonsuz bir kudrete, kuvvete, dolayısıyla mâneviyata, dine inanmaya başlar. Allah’a karşı hissî bir cazibeye kapılır. Psikolojik ortam ve şartların hazırlanması hâlinde çocuklarda bile dinî inanç ve hayatın erken yaşlarda gelişmesi,4 dinin fıtrî, tabiî olduğunu gösterir. Zîrâ, çocukların, kendilerinde henüz akıl ve sâir melekeler gelişmediği halde dinî, mânevî hayatı kavraması, özümsemesi, kabul etmesi bunu ifâde eder.

Dipnotlar:

1- Capra, 1996, s. 15

2- İnal Savi, Ailede Din Eğitimi, T. DES, Ank., 1981, s. 252

3- Münâzârât, s. 86

4- A. Vergote, Çocukta Din, (çev. E. Fırat) mak. AÜİFD, XXII, Ank., 1978

08.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

Bir Mehmet Amca vardı


A+ | A-

1 Ekim Dünya Yaşlılar Gününde bir etkinlik yapmayı planlarken; sakinlerimize “Bu gün ne yapalım?” diye sordum. Hemen hemen hepsi geziye gitmek istediklerini söylediler. Bu umumî istek bana da çok mantıklı geldi. Günün, ayın, yılın her saatinde aynı mekânda, aynı arkadaş ortamında kalan insanların gezmeleri, dolaşmaları, seyahat etmeleri onları çok ferahlatacaktı. Peygamber Efendimiz; “Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz” buyurmuşlardır. Gidebileceğimiz yerler; şehitlikler, tarihî yerler, müzeler, alışveriş merkezleri, şehir dışındaki bir restoran, vb. düşünürken, birden aklımıza kavunu ile meşhur; her sene kavun festivalinin yapıldığı Fethibey Kasabası geldi. Orada yaşayan, bizi zaman zaman misafir eden, huzurevi gönüllüsü, hayırsever Mehmet Amca’nın tereddütsüz, bizleri misafir kabul edeceğini iyi biliyordum. Böylece şehrin yorucu, gürültülü, kasvetli ve yüksek tempolu yaşantısından bir nebze uzaklaşarak, kasabanın sonbahar havasını teneffüs edip, sakin ve güler yüzlü Anadolu insanlarının arasına, onlarla birlikte oluşacak sohbet, muhabbet atmosferine girip rahatlamak, köy özlemlerini gidermeyi düşünerek, Mehmet Amca’yı telefonla aradım, kendimi tanıttım. Eşi, onun tarladan geldiğini ve uzandığını söyledi. “Telefona çağırayım mı?” diye, bana sordu. Ben de çağırmasını rica ettim. Mehmet Amca, uzun boylu, esmer, konuşkan ve şakacı bir insandır. Konuşmalarının arasında esprileri, şakaları sıralar gider. Hayırsever olduğu kadar da çalışkan, gayretli bir yapısı var. Yetmiş beş yaşında olmasına rağmen dinç ve dinamik görünümünü neşeli ve çalışkan olmasına bağlıyor. Tokalaşmak için ellerinizi uzattığınızda çalışkanlığın izlerini zımpara gibi nasırlı ellerinde görebilirsiniz. Onun mizacı ve güleryüzlü yapısı yaşlılarımıza her seferinde moral veriyor. Onun ile ilgili bu mülâhazalar aklımdan geçerken, telefona gelen Mehmet Amca ile başladık muhabbete:

“Mehmet Amca hayırdır.

“Hayırlar... Hocam biraz uzanıvermiştim de.”

Kendisine telefonda dünyanın imtihan meydanı, çalışma ve gayret yeri olduğunu; uyuma, uyuklama yeri olmadığını; burada yorulup öbür tarafa gittiğimizde bol bol istirahat edip uyuyacağız, diye takıldım. Hoşbeş ve merhabadan sonra huzurevi sakinleri ile ziyarete geleceğimizi söyleyince; telefondaki sesinden, ifadelerinden sevinci ve memnuniyeti rahatça anlaşılıyordu. Karşılıklı samimi konuşmalar, selâmlaşmalardan sonra yarım saate kadar sonra orada olacağımızı bildirdim.

Huzurevi sakinleri ile yola çıktık. Herkesin yüzü gülüyor, birbirleri ile sohbet ediyor, şakalaşıyorlardı. Nereye gidildiğini soran bazılarına ötekisi bizi çalıştırmaya götürüyorlar, bizi çalıştırıp yevmiyelerimizi alacaklar gibi espri yapıyorlardı. Fethibey Kasabası’na, Mehmet Amcanın ailesine ait köy odasına vardık. Bizleri son derece ilgi, sevgi ve güleryüzle misafir ettiler. Bu sırada ikindi ezanı okundu. Yakındaki camiye yöneldik. Camiden çıkınca Mehmet Amca’nın koluna girdim ve hayatın gayesinden, Cenab-ı Allah’ın insanlara lütfettiği nimetlerden ve bu nimetlerden onun yolunda sarfetmenin öneminden, faziletinden bahsedince; o da karınca kararınca bir şeyler yapmaya çalıştığını anlattı. Namaz kıldığımız caminin arsasını kendisinin verdiğini, cami inşaatı için yardım ettiğini, caminin bahçesine Kur’ân kursu yaptırdığını, kız çocuklarının okuduğunu anlattı. Ben de ölüm ânında yanımızda şu kıldığımız namazımız, ibadetlerimiz ve bunun gibi salih amellerimizi götürebileceğimizi anlatırken köy odasına vardık

Sade bir şekilde kilim ve minderlerle döşenmiş odaya, sakinlerimiz oturdu ve herkes kendi köyündeki odadan ve oda ile âdetlerden bahsetti. Mehmet Amca ve yakınları çeşitli yiyecekler, meyvalar getirip yer sofrasında ikram ettiler. Ben Mehmet Amca’ya “Sen vefat edince de bu gelenek devam edecek mi?” diye takıldım. O da “Elbette devam edecek, ön teker nereye giderse arka teker de oraya gider” dedi. İkramlar geldi, sohbetler oldu. Sakinlerimiz özledikleri köy havasını bolca teneffüs ettiler, mutlu oldular. Sokaktan geçen koyun sürüsünün çanları, çıngırakları bile onların pencereden merakla dışarıya bakmalarını sağladı. Mehmet Amca bizi bahçesine götürdü, herkesin istediğini koparabileceğini söyledi. Huzurevinde turşu kurmamız için çuvallarla salatalık ve biber getirtti. Traktörden çuvalları bizim araca kendi omzu ile taşıdı. “Biz alırız” desem de kabul etmedi. Son çuvalı taşırken kulağına eğildim: “Galiba sevapların hepsini sen almak istiyorsun” dedim. O da gülümsedi. Vedalaşıp, helâlleşip ayrıldık. Bizler gözden kayboluncaya kadar bekledi, el salladı. Gelirken yolda arabada hep Mehmet Amca konuşuldu, misafirperverliği anlatıldı...

Aradan kısa bir zaman geçti. 6 Ekim salı günü Mehmet Amca’nın oğlu, Mustafa ile yeğeni huzurevine geldiler. Güler yüzle karşıladım. Ellerinde çuval vardı.

“Mehmet Amca bizim kalan turşulukları mı gönderdi?” dedim. “Onlar da gelir, bakalım” anlamında bir şeyler söylediler, ama yüzleri gülmüyordu. Bir durgunluk, bir sessizlik vardı! Benim de yüzümdeki tebessümler, dilimdeki espriler karşılığını bulamayınca boşlukta dondu kaldı. Biraz kendimi toparlayıp ciddileşince, onlar elbise getirdiklerini söylediler. Merakla “Kasabanız da vefat mı oldu?” diye sordum. Oğlu “Babamı kaybettik!” diyebildi gözyaşları ile... Bu sefer şaşkınlık, durgunluk ve suskunluk sırası bana geçmişti.

Allah'tan rahmet dileyip, odama aldım. Rahmetli Mehmet Amca biz ayrıldıktan üç gün sonra ilâçları bitmiş. Devlet hastanesine ilâçlarını yazdırmaya gitmiş. Hastanede kalp krizi geçirerek Hakkın rahmetine kavuşmuş.

O çalışkanlığıyla, hayırseverliğiyle, şakalarıyla, ibadetleriyle, cömertliğiyle Allah’ın rahmetine kavuştu. Güleryüzüyle, nasırlı ellerini sallayarak son defa bizleri selâmlayıp uğurlaması hâlâ gözümün önünde...

Mekânı Cennet olsun. Amin...

08.12.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Her camiye iki minare


A+ | A-

Avrupa’da hararetli bir şekilde devam eden minare tartışmasından, son tahlilde İslâmın ve Müslümanların kârlı çıkacağı anlaşılıyor. Başta Almanya olmak üzere pek çok AB üyesi ülkede artık minareleri savunan Hristiyanlar var... Öyle ki bazı ‘papaz’lar, kiliselerin ‘çan kuleleri’ni sembolik olarak ‘minare’ ilan etmişler ve ‘İsterseniz azanınızı bu kulelerden okuyabilirsiniz’ demek suretiyle Müslümanlara ‘insanî’ desteklerini açıklamışlar.

Pek çok kişi ve kuruluş tarafından da açıklandığı gibi İsviçre’nin başlattığı bu tartışma, başta Avrupa olmak üzere bütün dünyada İslâmın daha iyi tanınmasına vesile olacak inşallah.

Tabiî ki İsviçre’de düzenlenen referandumda minare yasağına ‘evet’ çıkması, Müslümanların kendilerini iyi tanıtamamasının da bir neticesidir. Bu neticeden ‘minareye hayır’ diyenler kadar, onlara bunu dedirten şartları oluşturanlar da sorumludur. Kısaca ‘biz’ de böyle bir neticeden sorumlu olduğumuzun farkına varmalıyız. Eğer ‘biz’ doğru İslâm ve İslâmiyete layık doğruluğu hakkıyla ortaya koyabilmiş olsaydık; böyle bir netice çıkar mıydı?

Geçen günlerde Almanya’dan gelen bir okuyucumuz, Almanya’da yaşanan bir ‘minare tartışması’nı anlattı. Hatırayı dinleyince, ‘bahtiyar Alman milleti’ni “Müslümanlar teröristtir” yalanıyla kandırmanın kolay olmadığı kanaati hasıl oluyor.

Minare ve camiye karşı çıkanlar elbette İsviçre ile sınırlı değil. Almanya’da da hem cami, hem de minarelere karşı çıkan küçük gruplar var. Bu gruplardan biri Almanya’nın Lemgo şehir merkezine gidip, trafiğe kapalı olan ‘ana cadde’de stand açmışlar ve cami ve minare aleyhinde kamuoyu oluşturmak için el ilânları ve broşürler dağıtmaya başlamışlar. Bu durumu gören gurbetçilerimiz, camide toplanır bu faaliyeti durdurmaya karar vermişler. Toplu halde, cami aleyhine propaganda yapılan yere giderek onlara engel olmak istemişler. Ama onlar da ‘çetin ceviz’ çıkmış, propaganda yapmakta ısrar etmişler. Neyse ki ‘Nazi tipi’ bu gruba karşı olan başka gruplar da varmış ve onlar bu faaliyetten haberdar olunca hemen hadise yerine gelmişler. Okuyucumuz diyor ki, “Bize ihtiyaç kalmadan ‘Bahtiyar Almanlar’ onlara öyle bir müdahale ettiler ki, biz sadece seyrettik. Masalarını, proşürlerini, standlarını kaldırmak zorunda kaldılar...”

İsviçre’nin ateşlediği bu tartışma, insanlığın uyanışına ve İslâmın ‘barış dini’ olduğunun anlaşılmasına vesile olursa ne mutlu... Elbette bunun anlaşılması için Müslümanların çok çalışması insaflı insanları ikna etmemesi gerekecek.

Netice olarak doğru İslâmı ve İslâmiyete layık doğruluğ sözden önce fiillerimizle ortaya koymak durumundayız. Bunun için de Risale-i Nur en güzel kaynak. İstifade edelim ve istifade edilmesini temine çalışalım. Bunu yapabilirsek, şart olmamakla beraber ‘her camiye iki minare’ döneminin geldiğini de görürüz inşallah.

08.12.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“17 santim”e indirgenen “açılım”!


A+ | A-

“Açılım”ın kaderi, Öcalan’ın hücresinin metrekaresine endekslendi. “Demokratik açılım” tartışmaları, bitmek bilmeyen can alıcı provokatif eylemlerle lekelendi...

Olan yine “demokratikleşmeye,” özgürlüklere olmakta. Başta sivil anayasa ve demokratik düzenlemeler olmak üzere, Türkiye’nin gerçek gündemi güme gitmekte; Başbakan’ın ABD ziyaretinde Washington’un “tâvizli talepleri” kamuoyunun nazarından kaçırılmakta.

Anayasa Mahkemesi’nin “kapatma konusu”nu bugün esastan görüşmeye başlayacağı DTP’nin “PKK’nın kuruluş yıldönümü ‘kutlaması” perdesinde başlattığı ve peşinden “Öcalan’ın cezaevi şartları” bahanesiyle devam ettirdiği ortalığı ateşe veren eylemler, zaten askıda olan “açılım”a tepkileri arttırıp gündem dışına itmekte.

19 Ekim’de Kandil’den “Önderliğin talimatıyla geldiklerini,” “asla pişman değiliz” deyip “örgütün mesajını getirdiklerini” her fırsatta anlatan Habur şovu aktörlerini il il dolaştırıp tahrik ve tehdit dolu toplantılarda konuşturan DTP, “açılım”ı anarşiyle sokağı teslim alan korsan gösterilere boğmakta. Kendilerinden menkul “toplum tepkisi” nitelemesiyle, “Öcalan’ın hücresi”ne odaklamakta. “Öcalan bir ölüm çukuruna atılmış,” “sıradan biri değil, Kürtler için en hassas nokta” propagandasına baş vurmakta.

Siyasî parti ile terör örgütü birbirine karışmakta. Partinin kapatılması halinde “sine-i millete dönecekleri”ni söyleyen DTP Eşbaşkanı Türk, “İmralı düzelmeden açılımdan söz edilemez” şartını ileri sürmekte…

TERÖRİST BAŞINI “SİYASÎ MÂHKÛM”

GÖSTERME OYUNU…

Gelinen süreçte, yabancı istihbarat servislerine âlet olmuş, ecnebi projelerine maşalık etmiş, teröre taşeronluk yapmış Marksist terör örgütü başını “Kürtlerin ve bölgenin yegâne temsilcisi”, “önderi” gösterilip âdeta bir “siyasî mahkûm” olarak lanse ediliyor.

Terörist başı, “barışın olmazsa olmaz şartı” olarak sunuluyor. “Kürtlerin gözü kulağı İmralı’dadır; İmralı’daki koğuşun koşulları değişmezse çatışma ortamına geri dönülür” tehdidinde bulunuluyor. Terörist başına “siyasî suçlu” imiş gibi “özel muamele” isteniyor. Etnik kimlik üzerinden kamplaşma ve kutuplaşma kışkırtılıyor. Ülke hızla çatışma ortamına sürükleniyor. “Öcalan muhatap alınmazsa terör bitmez” tehdidi gibi kent kent tetiklenen “toplumsal gerginliğin çatışmaya dönüşeceği” örtülü şantajı savruluyor.

İzmir’deki “gövde gösterisi”nin ardından “Diğer kentlere sıçrarsa zorlayıcı bir durum oluşur” diye örtülü tehditte bulunan Türk, peşin peşin “dolaşmaya”, “Kandil’den gelenleri dolaştırmaya devam edeceklerini” söylüyor.

Kısacası karşılıklı “ırkî öfke” alevlendiriliyor. Molotoflu çatışmalarla Doğu’dan Batı’ya Anadolu’nun muhtelif merkezlerinde mesele İmralı üzerinden sabote ediliyor. “Açılım”, beş milyon dolara inşa edilen yeni F Tipi kompleksteki terörist başı hücresinin 11.98 santimden 11.81 santime inmesine indirgeniyor.

Şu hale bakın; “açılım bitti” diyen DTP’nin diğer Eşbaşkanı Ayna, “Sorun, 17 santim ya da odasının kaç metrekare olduğu değil, Kürt meselesinde Öcalan’ın muhatap alınmasıdır” görüşünü tekrarlıyor. Belediye Başkanı Baydemir, “Öcalan, çözüm için en etkili kişidir; açılımın adresi İmralı’da” diye konuşuyor.

Özetle tekrar başa dönülüyor. Öncelikle “terörü sona erdirmek”, “teröristlere silâh bıraktırmak” hedefiyle Polis Akademisi’nde “açılım”ı başlatan “açılım koordinatörü” İçişleri Bakanı, PKK “bayrakları” ve terörist başının posterlerini taşıyarak polis karakollarına peş peşe saldırılmasını, araçlarının yakılıp sokakların savaş yerine çevrilmesini kınamakla kalıyor.

“AÇILIM BİTTİ”; AKP “AÇILIM”DAN

KURTULMAK İSTİYOR!

DTP ve PKK, terörün bitmesi, örgütün silâh bırakması için öncelikle Öcalan’ın sürece katılması peşinde. “Öcalan’sız sorun çözülemez” saplantısından, çıkamıyor. “İmralı’nın adres gösterilmesi” şartında ısrar ediyor.

Terör örgütü ve işbirlikçileri, Türkiye’nin demokratikleşmesini istemiyor; “açılım”ı dinamitliyor. Dağdaki terör ovaya inmiş, etnik tahrikle “açılım”ı baltalıyor…

Herhalde hükûmetin, son demde Meclis’e sunduğu 4 Şubat 2003’ten önce başvuruların “yeniden yargılanması” yolunu açan “torba kanun”a güvenerek. Öcalan’ın avukatlarının “Meseleyi uluslararası platforma taşıyacağız” dediği günde, Dışişleri Bakanlığı’nın “şikâyetleri değerlendirmek amacıyla” Avrupa İşkenceyi İnceleme Komitesi’ni dâvet edişinden, Adalet Bakanlığının İmralı ziyaretleri için üç yüz bin euroluk yat alınması kararından cür’et alarak…

Neticede, “açılım süreci” çıkmaza girip toplumda kargaşa ve kaosa dönüşüyor; “olacağı buydu!” dedirtiyor. Başbakan ve Adalet Bakanı, “Standart neyse o, standartlara uygun” savunmasında.

“Terörist başının ve terör örgütünün sürecin bir parçası haline getirilmesi” taleplerine kararlı bir tutum sergileyememesi, Öcalan’ın tefrikayı tahrik eden “yol haritası”na karşı köklü bir demokratikleşme irâdesi ortaya koyamaması, “açılım”ı bu hale getirmekte.

Kırılgan, tâvizkâr ve içi boş belirsiz politikalarla “açılım” tehdit ve şantajlarla tıkanmakta. Hükümet, kırk bin insanın katlinden sorumlu Öcalan’ın “meşru ve muteber bir siyasî şahsiyet” gibi yeniden yargılanıp şartlı tahliyesinin sağlanması ve Kandil’den dönenler misâli bir “özgürlük kahramanı siyasî lider” olarak sürece dahil edilmesi tehdidiyle karşı karşıya…

Kararlı irâde ve inisiyatifi gösteremeyen AKP siyasî iktidarı renk vermiyor; ama demokratik zâfiyetle artık “açılım”ı değil, içinden çıkılmaz hale gelen “açılım”dan alttan alta kurtulmaya çalıştığı her halinden belli…

08.12.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Islak imza, YAŞ manevra


A+ | A-

Albay Çiçek’in ifade, tutuklanma ve 45 saat sonra serbest bırakılma serencamı öncesinde Başbakan Erdoğan, isim vermeden Genelkurmay’a “Zanlıları yargıya teslim edin” çağrısı yapmış ve Çiçek’in ıslak imzasını “kilidi açacak olan anahtar” olarak nitelemişti.

Çiçek gitti, ifade verdi, tutuklandı, itiraz üzerine yine serbest bırakıldı. Ve ortaya çıkan sonuca dair Başbakanın bir yorum yaptığını duymadık.

Öncesinde ıslak imzayı “kilidi açacak anahtar” olarak niteleyecek kadar kesin ifadeler kullanırken, daha sonra sergilediği suskunluk yargı sürecine duyduğu saygının mı bir ifadesiydi, yoksa işin içinde başka işler de var mıydı, bilmiyoruz.

Ancak yine Erdoğan’ın son günlerde medyaya niye kızdığını anlatırken, “Şu kadar general şuraya çağrıldı; bu kadar albay, yarbay buraya çıkarıldı” tarzındaki haberleri eleştirerek, “Teröre körükle gidiyorsunuz” diye çıkıştığını görüyoruz.

Ergenekon kapsamındaki sorgulamaları haber yapmanın terörü körüklemekle ne alâkası var?

Anlaşılan, Erdoğan zaman zaman tekrarladığı “kurumlar arası mutabakat”ı bir kez daha asker söylemlerini içselleştirme şekline dönüştürmüş.

Bu “fırça”ların, Aralık başında yapılan, iki TSK personelinin daha “irticaî tutum ve davranış” gerekçesiyle ordudan ihraç edildiği, Başbakanın Millî Savunma Bakanıyla birlikte bu ihraçlara karşı “şerh” koymaktan başka birşey yapamadığı ve ayrıca TSK’ya karşı yürütüldüğü söylenen “asimetrik psikolojik harekât”la ilgili özel brifing aldığı YAŞ toplantısından sonra gelmesi ilginç.

Erdoğan’ın tavrı, “YAŞ ayarı”nın, istenen sonucu verdiğini gösteriyor. Hükümetin, “telefon dinleme” bahsinde koparılan fırtına üzerine apar topar gündeme getirdiği pakette, “soruşturmanın gizliliğini ihlâl” suçlarına öngörülen cezaları ikiye katlama girişimi ise, bu sözlerle açığa vurulan değişimin fiiliyata da yansıdığına işaret.

Eğer bu yasa değişikliği Meclisten geçerse, Ergenekon soruşturması başta olmak üzere bilumum cunta oluşumlarını, darbe girişimlerini ve çete ilişkilerini, v.s. medyada haber yapmak, yazıp çizmek, yorumlamak imkânsız hale gelecek.

Böylece, bazı kritik dâvâlarda mahkemeler tarafından konulan, ama Ergenekon örneğinde görüldüğü üzere, uygulamada pek işlemeyen yayın yasağı, sağlam bir şekilde tesis edilmiş olacak.

Ve ancak yoğun bir kamuoyu takibi altında sorgulandığı takdirde aydınlatılabilme şansı bulunan karanlık ilişkiler, “soruşturmanın gizliliği” adı altında, yargı sürecinin karmaşık labirentlerinde, el altından hep yapılagelmiş olan derin müdahalelerin yönlendirmesine açık bir şekilde örtbas edilip karartılmaya devam edilebilecek.

Erdoğan diyor ki: “Bırakalım, yargı süreci işlesin. Kuvvetler ayrılığı prensibi var. Yargı erkine hiç kimse karışmasın ve müdahale etmesin...”

Elbette ki işin prensibi ve olması gereken şekli bu. Ama Türkiye’deki yargı sisteminin durumu ortadayken ve Erdoğan’la partisi de bu sistemin mağdurları arasında yer alıyorken, dahası bu durumu değiştirecek köklü bir sistem reformu da hâlâ yapılamamışken Başbakanın bu şekilde konuşması statükoya bir kez daha teslim bayrağı çektiğinin ilânından başka bir anlam taşır mı?

Peki, sorgulanan veya yargılanan general, albay ve yarbaylarla ilgili haberlere tepki gösterip “Yargı işini yaparken hiçbirimiz konuşmayalım” diyen Erdoğan, Danıştay’ın katsayı kararı için bayram günü bizzat kendisinin yaptığı “ideolojik” eleştirisini bu çağrıyla nasıl bağdaştırıyor?

Bu mantık geçerli olacaksa, yargı organlarının verdiği her kararı peşinen doğru kabul edip hiç tartışmayalım ve eleştirmeyelim. Anayasa Mahkemesinin AKP hakkında verdiği o karar dahil...

Ve herşeyi yargıya havale edelim. Bu meyanda, söz gelişi Ergenekon dâvâsının seyrini hiç merak etmeyelim. Nasıl olsa yargı en doğrusunu yapar deyip, işimize bakalım ve gereksiz yere bu konuyu kendimize dert edinip risk almayalım.

Huzur ve güven içinde, yargıyı bekleyelim...

08.12.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Tahriklere rağmen açılım sürmeli


A+ | A-

Son günlerde bir çok şehrimizde bazı Kürt vatandaşları sokağa döken tahrikçilerin istediği ne? Önce Öcalan’ın yeni hücresinin küçüklüğünü bahane ettiler; yalan olduğu ortaya çıktı. Şimdi çocukları öne sürerek ne için kargaşa çıkardıkları belirsiz. DTP de bu eylemlere öncülük yapıyor. Zaten 8 PKK’lının sınırdan girişinde yapılan gövde gösterisinden, DTP’lilerin çeşitli kentlerdeki toplantılarından huzursuz olan vatandaşları dehşete düşüren, hükümetin demokratik açılım çabalarına husumet duymaya iten tahrikçi bir tutum sergiliyor.

Kürt sorununun barışçı yollarla ve demokratik açılımla çözmek için yola çıkıldığı bir dönemde, Kürtler adına hareket ettiğini söyleyen bir parti ve örgütün, açılımın önünü açmak için yapıcı tavırlar sergilemesi gerekmez miydi? Polise ve askere taş atmak için öne sürdüğü çocukların geleceğini kurtarmak için, tüm eylemleri durdurması, gelen sekiz teröristi parti lideri gibi sağda solda konuşturmak yerine susturup evlerine göndermesi, sorunların çözümü için devletle el ele vermesi gerekmez miydi?

Ama onlar tam tersini yapıyorlar. Bu olaylar ve DTP’nin tavrı bir gerçeği açıkça gösteriyor: DTP ve PKK, Kürt sorununun çözülmesini istemiyor.

Peki neden?

Bunun nedenini; uyuşturucu, silâh ve insan kaçakçılığından elde edilen ve milyarlarca dolar tutan yasadışı gelirde aramak çok mu komploculuktur? Siyasî rant elde etme telâşı, güç kavgası, makam hırsı gibi açıklamalar nedense çok hafif kalıyor bu tahrikçi tavrın karşısında. PKK’nın sahiplerinin ellerindeki bu silâhı kaybetme telâşına düşmeleri de sanıyoruz bu tahriklerde etkili oluyor. Sokaklardaki kargaşa o hale geldi ki; devlet “Kürtçüye rağmen Kürt için” barışçı çözüm peşinde koşuyor gibi görünmeye başladı.

Başından itibaren bu açılımı desteklediğimizi belirttik. Zira bu topraklarda yüzyıllardır birlikte yaşayan, aynı dini, aynı tarihi, aynı yurdu paylaşan insanlarımızı etnik kökenine göre ayırıp, sınıflara bölen, otuz yıldan fazla süre içinde yaklaşık kırk bin vatandaşın canına kast eden bu sorun bitmeliydi.

Ancak sınırdan girişle başlayan gelişmeler, hükümetin bu hususta çok da planlı ve hazırlıklı olmadığını gösterdi. Kamuoyunu hazırlamadan, PKK’nın tasfiyesine yönelik planlama ve müzakereler tamamlanmadan, Kürt vatandaşları bile yeterince aydınlatmadan atılan adımlar şu ana kadar başarılı olamadı. Buna gizli ellerin Kürt vatandaşlara yönelik kışkırtmaları da eklenince, sokaklar savaş meydanına döndü.

Aslında benzer bir deneyimi yaşayan İngiltere’ye bakıldığında, etnik ayrılıkçılık sorununun çözümünde izlenecek adımlar kolaylıkla görülebiliyor. IRA’yı benzer bir usulle etkisiz hale getirdi İngilizler. Bu adımları ülkemiz açısından özetlemek gerekirse; sırasıyla örgütün tüm silâhlı militanlarının sınır dışına çıkması, örgütün silâhsızlandırılması, kapsamı ve nitelikleri açıkça belirlenmiş bir af çıkarılması, silâhsızlanan ve af kapsamında yer alan militanların ülkeye girişi, toplumlar arasında yıllardır oluşan yaraların sarılması ve sosyo-kültürel haklar konusunda adımlar atılması gerekiyor. Ancak hükümet olabilecekleri hesaplamadan dördüncü adımdan başlayarak, girişlerin gövde gösterisine dönüşmesini, Kürt kökenliler dışındaki tüm vatandaşların rahatsız olmasını önleyemedi.

Umarız Kürtlerin temsilcisi olduğunu söyleyenlerin aklı bir an önce başlarına gelir ve bu büyük tarihî fırsatı kaçırmazlar. Hele de sine-i millete dönme fikrini asla fiiliyata dökmezler. Dileriz hükümet bu tepkilere ve bunun getirebileceği siyasî faturaya bakıp, demokratik açılım çabalarından vazgeçmez. Kısacası; Kürtçülere rağmen Kürtler için değil, Kürtlerle birlikte tüm ülkemiz vatandaşları için demokrasi, barış ve huzur dolu geleceğe yönelik adımlar sürmelidir.

08.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl