Mikail YAPRAK |
|
Soğuk Avrupa’nın sıcak yüzü |
Aslında biz her zaman Avrupa’nın sıcak yüzüne sıcak bakmışız, icabında hasret kalmışız ve bazen de hakikaten ihtiyaç duymuşuz. Demokrasi ve insan hakları söz konusu olduğu zaman, Avrupa’ya parmağımızı uzatmışız. Uğradığımız haksızlıklar karşısında, mahallî ve millî mercilerimizden yüz bulamayınca, yüzümüzü Avrupa’ya çevirmiş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaat etmişiz. Kendi ülkemizde fikirlerini serbestçe haykıramayan bazı yazar ve düşünürler, Avrupa’ya gelerek düşünceleri doğrultusunda çalışmalar yapmışlar, kıyafetlerinden dolayı üniversite kapıları yüzlerine kapanan evlâtlarımız, Avrupa’nın kucağına atılmışlardır. Coğrafyasıyla, fiziğiyle zaten soğuk olan Avrupa’nın insanları da soğuk tabiatlı ve soğukkanlıdır. Herşeyi geç alma ve geç bırakma geleneği, geçerliliğini burada hâlâ sürdürmektedir. Avrupa’nın bu soğuk yüzü ve soğuk tabiatı kendisine kalsın. Onda bir gözümüz yok, ona bir sözümüz de yok. Hem eğer Yaradanın takdiriyle karlı dağlar, soğuk ve uzun kışlar, dereler ve tepeler, buz tutan göller ve akarsular Avrupa‘nın payına düşmüşse, hangi yaratılmışın buna itirazı olabilir ki.. Ama Avrupa‘nın zaman zaman sırıtan bir soğuk yüzü daha var ki, ona itirazımız olabilir ve olmalıdır. Zira bu soğuk yüze insanlığın hiç ihtiyacı yoktur. Hem zaman zaman sırıtan bu çehre, Avrupa‘nın hakikî misyonunu ve sağduyusunu yansıtmıyor. İsevî ruha ve Mesihî cereyana aykırı düşüyor. Belli ki, bu yüzün bir de arka planı var ki, kara ve karanlıktır. Orada şer güçlerin enva-ı türlüsü iş görmektedir. Deccalizmin, materyalizmin, siyonizmin, ateizmin, sekülarizmin ve insanlığın tahribine çalışan daha bir sürü izmin parmak izlerini orada tesbit etmek mümkündür. Din ve mezhep kavgaları, etnik sürtüşmeler, ırk çatışmaları ve saltanat hırsının vahim neticeleri Avrupa’nın sırtında kalmıştır. Avrupa ancak dünyanın kalan ömründe insanlığın hayrına çalışmak suretiyle bu kamburu sırtından atabilir. Avrupa eğer müşevveş ve karanlık mazisinden kurtulmak istiyorsa, öyle bir maziye tamamen arkasını çevirmeli, dönüp bakmaya bile yeltenmemeli. Parlak istikbâlin kime ve nereye ait olduğunu, keskin mantığıyla kestirebilmelidir. Kaderin payına herkes razı olmalıdır ki, "parlak istikbâlin bize, müşevveş mazinin ecnebilere düştüğü,“ Bediüzzaman’ın tesbitidir. Parlak istikbâle namzet olanların nazarında "ecnebi“ kalmaktan kurtulabilmesi için Avrupa’nın insanlığın ortak malı olan değerleri iyi gözetmelidir. Sahip olduğu teknoloji, bilim ve medeniyeti bu uğurda seferber etmelidir. Bütün hükümlerini fenlere ve ilimlere tasdik ettiren Kur’ân’a kulak vermelidir. Kur’ân, onlardan, iki bin yıllık inançlarını terk etmesini istemiyor. Kur’ân, kendisinden önceki semavî dinlerin doğrularını tasdik, yanlışlarını tashih ediyor. "Küre-i arzı bir köy şekline sokan medeniyet-i sefihaneyle gaflet perdesinin“ çok kalınlaştığını ve "beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler“ açıldığını belirten Bediüzzaman, yanlış açılan bu menfezlerin kapatılmasının "ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser“ olacağını söyler. *** Avrupa’nın ahirzamandaki rolünü bilmeyenler ve kaderin ince sırlarına akıl erdiremeyenler, toptancı yaklaşımlarla, Avrupa’yı kendi kafalarındaki kefelere koyarak ölçüp tartarlar, değer biçerler. Kimileri "zalim ve hain Batı“ kefesine koyarak hücum ederler, kimileri de "medeniyetin zirvesi“—hâşâ—insanlığın kıblesi olarak gösterirler. Herşeyi Kur’ân’ın talimiyle tartarak yerli yerine oturtan Bediüzzaman’a kulak vermeyi akıl edemezler. Avrupa’yı "iki yüzlü“ olarak yorumlayanlara biz "Avrupa’nın zaten iki yüzü var“ diyerek hep savunuruz. Avrupa’nın fena yüzünü, kendi içindeki hayırlı ve güzel yüzüne havale ederiz ki, bu iki yüz her zaman devrededir. Meselâ, Avusturya’da bir milletvekili çıkar, Peygamber Efendimize hakaret ederek, ülkede yaşayan sağduyulu Hıristiyanların ve Müslümanların yüzünü ekşitir, onlara adeta soğuk duş aldırır. Ardından sımsıcak bir ses, hem de ülkenin Cumhurbaşkanı, "Bu ses Avusturya’nın sesi değil“ diyerek, buzları eritir, sıcak bir nefes aldırır. Veya İsviçre’de minare yasağı getirilir. Ardından Daniel Streich gibi bir politikacı meydana çıkar, minare aleyhtarı partisinden istifa eder, kamuoyuna İslâmı seçtiğini ve bundan böyle kendisini Müslümanların haklarını savunmaya adadığını açıklar. İsviçre’nin daha fazla camiye ihtiyacı olduğunu, Müslümanların arka avlularda ibadetlerini yapmaya zorlanmalarının İsviçre’nin onuruna yakışmadığını savunur. *** Görüyorsunuz işte, Avrupa’nın soğuk ve buz tutan coğrafî ikliminde semadaki güneşe ne kadar ihtiyacı varsa, insanlığa yakışmayan aykırı yorumlarının buzlarını eriten ve hakikat canibinden gelen yorum ve girişimlere de o kadar ihtiyacı vardır. Birinci Avrupa’nın; tek gözlü Deccalı ve dinsiz kör dehayı temsil eden İkinci Avrupa’nın baskılarından kurtulabilmesi için İslâmiyete ihtiyacı vardır. Bu meyanda Müslümanlar da hakikî Hıristiyanlarla ittifaka mecburdur. Bugün 38 milyon kadar Müslümanın, Hıristiyan diyarı olan Avrupa’da yerleşik olması tesadüf olamaz. Müslüman bir Türkiye’nin Avrupa Birliğine adaylığı da küçük bir hadise değildir. *** Avrupa’yı ikiye ayıran Bediüzzaman, birinci Avrupa’nın kaynağı olarak da "telâhuk-u efkâr“ ile semâvî dinleri gösterir. İsevîlik hakikî dininden aldığı feyizle insanlığın sosyal hayatına faydalı san'atlara, adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri terkip eden Avrupa medeniyetinin iyiliklerini oluşturan birinci Avrupa’yı benimser. Ancak bu iyiliklerin de, Avrupa medeniyetini “sefih medeniyet” olmaktan kurtaramadığını ifade eder. Bu iyiliklerin bütün insanlığın ortak malı olduğunu, bunların ne Hıristiyanlığın malı, ne Avrupa’nın icadı, ne de son asrın san'atı olarak kabul edilemeyeceğini belirtir. Avrupa medeniyetinin "sefih medeniyet“ olmaktan kurtulabilmesi için ayrıca insanlığın fıtrî ihtiyacını gözetmesi ve İslâmiyetle el ele vermesi gerekmektedir. Zira Bediüzzaman, daha önce terakkî etmiş olan İslâmî medeniyetin en önemli merkezlerinden biri olan Endülüs’ün, Avrupa’nın “en büyük üstadı” olduğunu söyler. 04.02.2010 E-Posta: [email protected] |