Mikail YAPRAK |
|
Isınma yazısı |
Böyle bir ısınma yazısına bizim canibimizde ihtiyaç hâsıl olduğuna birazdan siz de hak vereceksiniz. Bir kere havalar soğudu. Bizim buralarda yer yer kar bile yağdı. Arabaların lastikleri kışlıklarla değiştirildi. Isınmaya ve ısındırmaya ihtiyaç var. İşte sıcak bir anekdot: Kendi işini kendi yapanlardan pek de olamadım, oldum olası.. Kışlık lastikli hazır tekerleri garajdan çıkarıp arabaya kadar götürmek, bu baptan sayılmaz. Ama sonrası lastikçiye ait.. Ve lastikçideyim. Mesainin bitmesine tam bir saat var. Çok şükür ki çok kalabalık değil. Yani yine sona kalmanın avantajını yaşıyorum. Kayıt bürosunda ikinci sırayı almama rağmen, önümdeki müşterinin görüşmesi uzayınca, “Bu saatten sonra işim görülecekse bekleyeyim, yoksa gideyim” şeklindeki endişemi soru havasında dile getirdim, Türk usûlüne sığınarak. Gelen cevap, daha doğrusu “reddiye” Avrupa tarzındaydı: -Sıradaki müşterinin işi bitmeden size “evet” veya “hayır” diyemem. Bekledim, bekledim. Bereket versin ki, sıram gelince, gelen cevap olumlu oldu. Yazlıklarla girdiğim servisten kışlıklarla çıktım. *** Van’dan ayrılırken siz değerli okurlarımızdan iki haftalık müsaade istemiş, bu sürenin daha da uzamaması için duâlarınızı istirham etmiştim. Üstâdı anma programı için Münih’te bulunan Kâzım Bey, yazmama süresinin uzadığını hatırlatınca, hemen duâya sığındım. “Demek ki duâlar gelmemiş” dedim. Sağ olsun, Kâzım Bey, her taraftan programa gelenlerin huzurunda, Münih dersanesinde duâ kapısını aralayarak duâ çağrısında bulundu ki, programla ve son gelişmelerle alâkalı birkaç yazı yazabileyim. Ama yine olmadı, yazamadım. Hangi meseleye hangi kapıdan dalayım dediysem, kendime kapalı gördüm. Dağdan inenlere açılmak istenen kapılar kadar bile fikrime ve gönlüme açılan bir kapı bulamadım. Bilhassa bir meselede iyi ki de fikrim açılmadı, diyorum, zira demokratik açılıma zarar verebilirdim. Hangi başlık altında yazmaya yeltendiğimi söyleyeyim de, iyi ki de yazmadığımı size de düşündürmüş olayım. Evet, dağdakilerin bağdakiler tarafından ihtişamlı karşılanışı karşısında şöyle düşünmekten kendimi alamamıştım: “Dağlardan inenler acaba teslim olmaya mı, yoksa teslim almaya mı geliyorlar?” Bu kadarı yetiyor zaten, fazla söze hacet yok, diyorsanız, ne âlâ... *** Gönlü, bahtı ve kalemi açık olan yazarlarımızın sayısına bereket.. Bize lüzum bile kalmıyor aslında. Biraz da böyle düşünerek, yine “tembellik ve lâkaydlık” hastalığına büründüm. Tam “Oh be, demek ki yazmadan da oluyormuş” havalarına girip ense yaparken, Kâzım Beyden gelen elektronik cümlenin cerayanına kapıldım: “Tahakkuk eden duâlar da mı yeterli olmadı? O zaman duâya devam edelim…” Evet, lütfen duâya devam edelim, zira hastalık devam ediyor. Evet, Kastamonu Lâhikası’nda “tembellik ve lâkaydlık” hastalığından söz ediliyor ki, şimdi onunla muztaribim. Hatta biraz da “merdümgiriz” olmuşuz ki, tanıyanlar arasında değil de, tanımayanlar arasında bulunmak haz veriyor. Sanki görünmeyen iki duvar arasında, birine çarparak öbürüne dönüyor gibiyim. Bütün fiilimi Cenâb-ı Hakka vere vere, (hele ki yazmadığım zaman) mes’uliyetten kurtulma noktasına gelince, “cüz’î ihtiyarî” karışıma çıkıyor, “mes’ulsün” diyor; iyilik ve kemâlattan en ufak bir hisseye (bilhassa yazarken) göz dikince de, kader, “Haddini bil, yapan sen değilsin” diyor. Bizdeki bu “gel-git”lerden, medd ü cezirden bereket versin ki, haftalık International Yeni Asya okurlarının haberi bile yok ki, Münih’te Oğuz Beyin muhterem kayınpederi Güner Hocaefendi, yazılarımla alâkalı iltifatlarını lütfederken, devamı için duaya bile ihtiyaç duymadı. Zira devamsızlığımdan henüz haber yoktu.. Zira duâlara müstenit sadece iki haftalık yazmama süremiz, International’da yeni başladı. Van’da düştüğümüz not, buralara yeni ulaştı. Yani bu yazıyı sayarsanız ve devamını getirebilirsem, bizim buralara göre sadece bir hafta ara vermiş oluyorum. Oh ne âlâ memleket!.. *** Gıyaben yazıştığımız, henüz şahsen tanışmadığımız çok değerli ve kadim bir yazardan şahsıma gelen bu sıcak mektup da, bu “ısınma yazısı”na uyar her halde.. Şöyle diyor aziz ve mücahid kalem erbabı dostum : “Tavsiyenize uydum ve okumaya başladım, ben de Risâle-i Nur’un bir şakirdi oldum Elhamdülillah. Evvelki yaz yoğun bir şekilde Lem’alar’ı ve İslâm harfli nüshasından Sözler’in bir kısmını okudum. Şimdi bize yakın bir dersanedeki bir hocamdan Şuâlar’ı okumaya başladık. Ramazan’dan bu yana 2. Şua’yı okuyoruz, bir türlü bitiremedik, ama Elhamdülillah çok istifade ediyoruz. Bazı Osmanlıca talebelerim var, üç aylar boyunca aslından Sözler’in ilk altısını onlara okuttum, haddim olmayarak. “Risâleler gerçekten çok büyük bir külliyat. Şimdiye kadar bu muazzam, muhteşem ve mübarek eserlerden neden uzak kalmışım diye hayıflanmıyorum, yaşım kaç olursa olsun bu kitaplarla buluşturdu diye Allah Teâlâ Hazretlerine hamd ü senalar ediyorum. “Daha müptedi olmamıza rağmen cesaret ettik ve çıkarmaya başladığımız Yüce Devlet dergimizde ‘Şahs-ı manevî olarak Risâle-i Nurlar ve müellifi Bediüzzaman’ başlıklı bir yazı dizisi yayınlamaya başladık. (...) İnşaallah okullarda da ders olarak okutulduğu zamanlara erişiriz.” İnşaallah! *** Bu aralar, ne hikmetse Alman fikir adamlarıyla müşerref oluyoruz. Katolik kilisesinde Üstadı anarken yankılanan nurlu sesler eşliğinde Prof. Dr. Markus Vogt’u dinledik. Programın sonunda kendisini tebrik ederken, şöyle bir lâtifede bulundum: “Dün Avusturya’da Alman pedagog Otto Herz’i dinledim, bugün burada sizi dinledik. Biz sizi bu kadar dinliyoruz da, siz de bize kulak veriyor musunuz bari?” Gülerek “evet, evet” dedi, mihmandarı Şükrü Beyin yanında.. *** Not: “Aniden rahatsızlanan değerli yazarımız Şaban Döğen’e duâlarımız devam ediyor. Cenâb-ı Hak ona ve cümle hastalarımıza âcil şifalar versin” notunu düştükten sonra, yazıyı göndermeden önce maillerime bakayım dedim ve Nejat Eren Ağabeyin haberiyle sarsıldım. İfadelerine aynen katıldığım için aynen alıyorum: “Canımız, cananımız, değerli yazarımız , aziz dâvâ arkadaşımız Şaban Döğen Hocamız Hakka yürüdü. Makamı Cennet olsun. Başımız sağolsun. Ruhuna binler Fatihalar.” 05.11.2009 E-Posta: [email protected] |