Nurullah AKAY |
|
İnsanî hürriyete muhtacız |
Her asrın bir özelliği vardır. Bizim yaşadığımız asrın da kendine mahsus, diğer asırlardan farklı özellikleri bulunmaktadır. Asrımızın sevmediğim özellikleri vardır elbette, ama sevdiğim özellikleri de bulunmaktadır. Meselâ insanların olabildiğince bencilleşmesi, dünya menfaatlerinin ön planda olması, dünya sevgisinin olduğundan fazla olması ve neredeyse her şeyin mekanikleşmesi durumlarından pek haz etmem. Belki beni memnun eden bir çok yönleri bulunmaktadır asrımızın. Ancak en fazla sevdiğim yön, insan haklarının ön plana çıkmasıdır. Tahakküm, baskı, insanların hor görülmesi, hürriyetlerin kısıtlanması gibi durumlara karşı verilen mücadele fazlasıyla beni sevindirmektedir. Çünkü aynı durumlar inancımızın özünde bulunmaktadır. Belki başka isimler altında bu değerlere sahip çıkılmaktadır, ama aslında bu insanî yaklaşımların en mükemmeli dinimizin mesajları arasında yer almaktadır. Bu sebepledir ki, her samimi Müslümanın, kim tarafından savunulursa savunulsun insanî haklara sahip çıkması gerekir. Evet, görülüyor ki, Yirmi Birinci Asrın en önemli yanı, artık insanlığın tahakkümü ve zulmü kabul etmemesidir. Bu sebeple insanlık neredeyse iki cepheye ayrılmıştır. Bir cephede insanın yaratılışında var olan haklarının savunulması ve bu uğurda mücadele edilmesi varken, ikinci cephede ise bir kısım tabuların devam ettirilebilmesi için ferdin hak ve hukuku nazara alınmak istenmemekte ve bu yolda meşum mücadeleler yürütülmektedir. Tam olmasa bile, hak savunucularının, adeta İslâm’ın özünde bulunan “adalet-i mahza”yı savunduklarını görebiliriz bir çok mahfilde. Ne olursa olsun, ferdin hak ve hukukunu savunan değişik inançtan insanlar bulunabilmektedir günümüzde. Devletlerin kudsiyeti sorgulanmakta, böyle kurumların ancak fertlerin hizmeti için var olduğu savunulmaktadır. Çünkü devletçilik zihniyetiyle idare edilen ülkelerde devlet için fertlerin ezildiği görülebilmektedir. Devletlerin haksız uygulamalarına maruz kalan ve sosyal, kültürel ve inanç hürriyetleri kısıtlanan insanlar artık devletin kutsal olmayacağını görmeye başlamışlardır. “Devlettir, ne yapsa haklıdır” mantığının zamanımızda geçerliliği kalmamıştır. Tarih içinde bu zihniyetle insanlar birçok haksızlığa maruz kalmış ise de, artık asrımızda bu zihniyet, insanın değerini anlayan fikir adamları tarafından topa tutulmaktadır. İsim vermezlerse de aslında İslâm ahlâkının arayışı içindedir bir kısım insanlar. Eğer hak ve adaleti savunanlar bunu İslâm’da bulamıyorlarsa, bunda Müslümanların hatası oldukça büyüktür. Çünkü insan hak ve hürriyetlerini en mükemmel bir şekilde savunan dinimizin hayat tarzını tam olarak hayatımıza geçirmemişiz. Hatta çoğu zaman despotizmi mazur görecek pozisyonlara girmiştir, “Müslümanım” diyenler ne yazık ki. Şu bir gerçektir ki, zaman zaman devletçilik zihniyeti, İslâm’ın bize öğrettiği hak ve hukuk mefhumlarını yeterince dile getirmemize engel olmuştur. Evet, İslâm’ı tam olarak anlayabilseydik, herkesten çok fertlerin hak ve hukuku konusunda mücadele verirdik. Eğer bu konuda eksiğimiz varsa bu sadece bizim hatamızdır. Yoksa insan hak ve hürriyetlerinin önemini dinimiz de, din adamlarımız da aslında bize yeterince anlatmışlardır. Ama biz çoğu zaman, farkında olmadan “münafıkane” hareket eden rejimlerin etkisi altında kalmışız. Kâinatın Yaratıcısı olan Rabbimiz her şeyi insan için yaratmış, insanı yeryüzünün halifesi yapmıştır. Eğer bir sistem insanların faydasına değilse orada hayır da yoktur. Bu sebepledir ki devlet gibi oluşumlar için insanları feda etme hakkına sahip değiliz. İslâm’ın adaleti öncelikle doğrudan ferdin hakkını korumaktadır. Asrımızın büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî eserlerinin bir çok yerinde, bilhassa Münazarat adlı eserinde neredeyse yüz yıl önce, bize İslâm’ın insan hayatına bakışını en güzel bir şekilde anlatmıştır. Bu hakikatlerden anlıyoruz ki, nefsine ve çevresine zarar vermemek şartıyla insanları düşünce, inanç ve hareketlerinde serbest bırakmıştır dinimiz. İmtihan salonunda bir öğrenciye zorlamada bulunmak doğru olmadığı gibi, bu dünya hayatında da insanların yaşayış biçimini seçme tercihlerine karışamıyoruz. Çünkü bilenler imtihanı kazanacak, çalışmayıp imtihana hazırlanmayanlar da kaybedecektir. Bu dünyada da bazı durumlarda hesap soruluyorsa da, insanlar yaptıklarının asıl hesabını ölümden sonraki hayatta vereceklerdir. Evet içinde bulunduğumuz imtihanla ya ebedî ve saadetli bir hayat kazanacağız veya azaplı, şekavetli bir hâlete müstehak olacağız. Lâkin imtihan sonuçlarının açıklanmasını boşu boşuna bu dünyada beklemeyelim. Çünkü sonuçlar ölümden sonraki gerçek hayatta açıklanacaktır... 03.11.2009 E-Posta: [email protected] |