Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Dünya tatlıdır, caziptir. Kim onu helâl yolla alırsa, Allah onu kendisine mübarek kılar. Nefsinin arzuları içinde yüzen nice kimse vardır ki Kıyamet Günü ateşten başka nasibi yoktur.
Câmiü's-Sağîr, No: 2196 |
03.11.2009 |
Hürriyetimiz, âlem-i İslâmın hürriyetinin mukaddimesidir
Suâl: “Heyhât! Nasıl, hürriyetimiz umum âlem-i İslâmın hürriyetinin mukaddimesi ve fecr-i sâdıkı olur?” Cevap: İki cihet ile: Birincisi: Bizde olan istibdat, Asya’nın hürriyetine zulmânî bir sed çekmişti. Ziyâ-yı hürriyet o muzlim perdeden geçemezdi ki, gözleri açsın, kemâlâtı göstersin. İşte bu seddin tahribiyle, fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat Çin ifrat edip komünist oldu. Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birden bire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdâdı kaldırdı, git gide kalkacak. Eğer siz sahife-i efkârı okusanız, tarîk-i siyaseti görseniz, hutebâ-i umumî olan, doğru konuşan cerâidi dinleseniz, anlayacaksınız ki: Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, âlem-i İslâmın efkârında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılâb-ı acîb ve terakkî-i fikrî ve teyakkuz-u tam intâc etmiştir ki, bahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu. Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyetin cevher-i nuranîsi tecellîye başladı. İslâmiyetin ihtizâzını ihbar etti ki, herbir Müslim, cüz-ü fert gibi başıboş değildir. Belki herbiri, mürekkebât-ı mütedâhile-i mütesâideden bir cüzdür. Sair eczâlarla câzibe-i umumiye-i İslâmiye noktasında birbiriyle sıla-i rahimleri vardır. Şu ihbar bir kavî ümit verir ki, nokta-i istinad, nokta-i istimdad gayet kavî ve metindir. Şu ümit, yeisle öldürülen kuvve-i mâneviyemizi ihyâ etti. Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdâd-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.HAŞİYE “Ümitsizliği âdet edinmiş kimseye rağmen.” İkinci cihet: Şimdiye kadar ecnebîler bahane mahane tutarlardı. Milletimizi eziyorlardı. Şimdi ise, ellerinde uruk-u insaniyetkârânelerine veya damar-ı mütaassıbânelerine veya âsâb-ı dessasânelerine dokunduracak, ellerinde serrişte-i bahane olacak öyle nokta bulamazlar. Bulsalar da tutamazlar. Bâhusus medeniyet, hubb-u insaniyeti tevlid eder.
HAŞİYE:
Lillâhilhamd, kırk beş sene sonra parça parça etmeye başladı.
Münâzarât, s. 63
LÜGATÇE:
fecr-i sâdık: Gerçek aydınlık. ziyâ-yı hürriyet: Hürriyet ışığı. muzlim: Karanlık veren, karanlıklı. hutebâ-i umumî: Umumun hatipleri. cerâid: Gazeteler. tahavvül-ü azîm: Büyük değişim. terakkî-i fikrî: Fikren ilerleme. teyakkuz-u tam: Tam bir uyanıklık. intâc: Netice verme. mürekkebât-ı mütedâhile-i mütesâide: Çoğalarak ve gelişerek birbiri içine giren şeylerden oluşan karışımlar. uruk-u insaniyetkârâne: İnsanlığa yakışır haller, huylar. damar-ı mutaassıbâne: Taassub damarı. âsâb-ı dessasâne: Aldatma damarı. serrişte-i bahane: Bahane için ipucu. hubb-u insaniyet: İnsanlık sevgisi. |
03.11.2009 |
Bu mevsimi seviyorum...
Güneşi hiç bu kadar sararmış görmedim. Sabahın şavkı gurub güneşini andırıyor. Pencereleri kapatan perdelerin aralıklarından odalara dolan güneşin rengini çocuklar gece lambasına benzettiler… Ben de geçmiş zamanların yüz mumluk sarı ampullerinden fışkıran eski zaman ışıklarına… Ben mi şaşırdım, yoksa mevsim mi? Belki de her ikimiz… Gurub güneşleri bu mevsimin sabahında teşrif ettiler, dünyamıza… Genç değilim, artık. Melankoliği sorsanız tanımadığımı söylerim size… Romantizmin ülkesinden ayrılalı belki de çeyrek asır oldu… Bu baharı cidden sevmeye başladım. Mahiyetini bile bile… Hüzün mevsimi olduğunu da biliyorum… Ayrılık yaralarını depreştiren unsurlarla kucağına doldurarak; kapıdan, pencereden bana el sallayan şu sonbaharı sevdiğimi yeni yeni anlıyorum… Evet, bu baharı da seviyorum. Siz özlemediniz mi? Tatlı güz rüzgârlarından kaçırdığınız elleriniz cebinizde, gazellerin ayaklarınıza sarılışını veya ayaklarınızla o kıymetli ve rengârenk yaprakları okşamayı özlemediniz mi? Sıradan sesler değil, o yarı kurumuş yaprakların çıkardığı… Özlem ve tahassür dolu… Geçmiş baharlara, geçen ömre veya ömür vefa ederse önünüzdeki ilkbahara duyduğunuz özlem ve tahassürün seslerine bîgânece basıp geçmeye duygularınız elveriyor mu? Rengime özenen ağaçların sararmasına hüzünlenmemeliyim. Turuncudan altın sarısına, açık kahveden mora, renk bayramındaki bu dalların raksı bana şevk ve sürur vermeli… Başlarındaki yellerin ayrılık rüzgârları olmadığını nefsime söylemeliyim. Varsın şairler ayrılık rüzgârı desinler, bu ihtizazlara. Ben visal telakki etmeliyim. Her titreyişte yüksek makamını terkeden gazelin nazenin yaprağını, havada keyfince gezindikten sonra, bir köşede toprakla buluşmasına vuslat diyorum. Ana rahmini iç içe sıkıntılı ve sıkıcı karanlıklar diyarı diye tasvir ediyorlar. Yavrunun o diyardan ayrılışına da firak diyenler var… Ya daldaki budak… Kuzulama anını canlandıran daldaki fışkıran tomurcuğa ne demeli… Bâtın’dan Zâhir’e bir ayrılık değil mi? Şayet ayrılıksa… Yeni doğmuş kuzuya ve daldan fışkıran yaprağa çocuklar sevinçlerinden el çırpıyorlar… Öyle ise firak değilmiş, bu ayrılık… Daldaki doğuşunu seyre doyamadığımız yaprak vazifesini tamamlayarak bir başka doğuşa geçiyor. Bu yeni doğuşu belki de yeşile düşkün nefisler firakla karıştırabilirler. Bir doğuştan, bir başka doğuşa… Her hali, her hareketi ve her mevsimdeki duruşu ile mucize olan bu yaprağı anlamaya çalışıyorum ve bu baharı da seviyorum. Neme lâzım, bağrıma esmemeli bu samimî rüzgâr… Başıma, boynuma fazla sarılmamalı… İşte şöyle… Bedenimi iyice örtmeliyim. Yüksek dallardaki musikî ile ayaklarımdaki tatlı hışırtılar lâhutî koblara dönmeli… Hiçbir sesi veya görüntüyü duygularım kaçırmamalı… Farklı ağaçlardan ayrılmış yaprakların havadaki helezonik dansları o kadar güzel ki… Ne zaman ve nerede ritmik hareketlerine son vereceklerini ilgiyle izliyorum. Ağaçların sarı, turuncu, kahve ve mora boyanmadığı zamanlarda da, kelebeklerin uçuştuğu, karıncaların yollarımıza tecavüz ettiği ve kuşların başlarımız üzerinde şarkılar söylediği mevsimlerde de bu bahçeleri dolaşmıştım… Bahçenin her metrekaresi manevra halindeki orduları andırıyordu… Sayamayacağım çeşitte hayvancıklar çok önemli vazifelerle gidip geliyorlardı. İşte şimdi o bahçelerde tek tük nöbetçi görevliler görülüyor. Bazıları; yayla dönüşlerini geciktirdiklerinden, hazan rüzgârına yakalanmış göçerlere o kadar benziyorlar ki… Sağa sola yalpalayarak kışlalarına dönüyorlar… O mahşerî kalabalıklar, o zengin renkler, o raks ve cezbe içindeki âlemin toprak altındaki yerlerine çekilişleri de beni sevindiriyor. Bahar ve yaz mevsimlerinin katar katar getirdikleri rızıkları evlerine toplayan çocukluğumuzun köylerine benzettiğim için de lezzet aldım, şu topraktaki yuvalara çekilişlerden. Kış mevsiminin zemherirlerine kapalı ve kendi içinde ikinci bir dünya oluşturan, şen ve şakrak ahşap evleri; kardan, yağmurdan sakinlerini kucaklayarak seven ve onları neşelendiren taş, toprak ve kereste karışımı eski Anadolu evlerinden de güzel olmalı, şu hayvancıkların yeraltındaki mekânları… Sevinç ve emniyetle çekiliyorlar, oralara… Toprağın altı da güzeldir. Gelecek bütün baharları kucakladığı için güzeldir. Güzele meftun bir duyguyu baştan çıkaracak renkleri, ağaç ve bitkileri, çeşit çeşit hayvancıkları ve âşıkı olduğumuz meyve ve sebzeleri bizim için bağrında sakladığı güzel değil mi? Hele ikinci bahar beklentisi… Duygu ve arzularımızı yenileyerek, hayâllere sığışmayan ümitlerle ve ayrılıp giden yaprak, tohum, renk ve meyvelere yeniden kavuşmanın heyecanıyla beklediğimiz ikinci bahara giden yol, su ve toprağın altından geçmiyor muydu? |
ABDULLAH YAŞAR 03.11.2009 |