Nurullah AKAY |
|
İnsanî hürriyete muhtacız |
Her asrın bir özelliği vardır. Bizim yaşadığımız asrın da kendine mahsus, diğer asırlardan farklı özellikleri bulunmaktadır. Asrımızın sevmediğim özellikleri vardır elbette, ama sevdiğim özellikleri de bulunmaktadır. Meselâ insanların olabildiğince bencilleşmesi, dünya menfaatlerinin ön planda olması, dünya sevgisinin olduğundan fazla olması ve neredeyse her şeyin mekanikleşmesi durumlarından pek haz etmem. Belki beni memnun eden bir çok yönleri bulunmaktadır asrımızın. Ancak en fazla sevdiğim yön, insan haklarının ön plana çıkmasıdır. Tahakküm, baskı, insanların hor görülmesi, hürriyetlerin kısıtlanması gibi durumlara karşı verilen mücadele fazlasıyla beni sevindirmektedir. Çünkü aynı durumlar inancımızın özünde bulunmaktadır. Belki başka isimler altında bu değerlere sahip çıkılmaktadır, ama aslında bu insanî yaklaşımların en mükemmeli dinimizin mesajları arasında yer almaktadır. Bu sebepledir ki, her samimi Müslümanın, kim tarafından savunulursa savunulsun insanî haklara sahip çıkması gerekir. Evet, görülüyor ki, Yirmi Birinci Asrın en önemli yanı, artık insanlığın tahakkümü ve zulmü kabul etmemesidir. Bu sebeple insanlık neredeyse iki cepheye ayrılmıştır. Bir cephede insanın yaratılışında var olan haklarının savunulması ve bu uğurda mücadele edilmesi varken, ikinci cephede ise bir kısım tabuların devam ettirilebilmesi için ferdin hak ve hukuku nazara alınmak istenmemekte ve bu yolda meşum mücadeleler yürütülmektedir. Tam olmasa bile, hak savunucularının, adeta İslâm’ın özünde bulunan “adalet-i mahza”yı savunduklarını görebiliriz bir çok mahfilde. Ne olursa olsun, ferdin hak ve hukukunu savunan değişik inançtan insanlar bulunabilmektedir günümüzde. Devletlerin kudsiyeti sorgulanmakta, böyle kurumların ancak fertlerin hizmeti için var olduğu savunulmaktadır. Çünkü devletçilik zihniyetiyle idare edilen ülkelerde devlet için fertlerin ezildiği görülebilmektedir. Devletlerin haksız uygulamalarına maruz kalan ve sosyal, kültürel ve inanç hürriyetleri kısıtlanan insanlar artık devletin kutsal olmayacağını görmeye başlamışlardır. “Devlettir, ne yapsa haklıdır” mantığının zamanımızda geçerliliği kalmamıştır. Tarih içinde bu zihniyetle insanlar birçok haksızlığa maruz kalmış ise de, artık asrımızda bu zihniyet, insanın değerini anlayan fikir adamları tarafından topa tutulmaktadır. İsim vermezlerse de aslında İslâm ahlâkının arayışı içindedir bir kısım insanlar. Eğer hak ve adaleti savunanlar bunu İslâm’da bulamıyorlarsa, bunda Müslümanların hatası oldukça büyüktür. Çünkü insan hak ve hürriyetlerini en mükemmel bir şekilde savunan dinimizin hayat tarzını tam olarak hayatımıza geçirmemişiz. Hatta çoğu zaman despotizmi mazur görecek pozisyonlara girmiştir, “Müslümanım” diyenler ne yazık ki. Şu bir gerçektir ki, zaman zaman devletçilik zihniyeti, İslâm’ın bize öğrettiği hak ve hukuk mefhumlarını yeterince dile getirmemize engel olmuştur. Evet, İslâm’ı tam olarak anlayabilseydik, herkesten çok fertlerin hak ve hukuku konusunda mücadele verirdik. Eğer bu konuda eksiğimiz varsa bu sadece bizim hatamızdır. Yoksa insan hak ve hürriyetlerinin önemini dinimiz de, din adamlarımız da aslında bize yeterince anlatmışlardır. Ama biz çoğu zaman, farkında olmadan “münafıkane” hareket eden rejimlerin etkisi altında kalmışız. Kâinatın Yaratıcısı olan Rabbimiz her şeyi insan için yaratmış, insanı yeryüzünün halifesi yapmıştır. Eğer bir sistem insanların faydasına değilse orada hayır da yoktur. Bu sebepledir ki devlet gibi oluşumlar için insanları feda etme hakkına sahip değiliz. İslâm’ın adaleti öncelikle doğrudan ferdin hakkını korumaktadır. Asrımızın büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî eserlerinin bir çok yerinde, bilhassa Münazarat adlı eserinde neredeyse yüz yıl önce, bize İslâm’ın insan hayatına bakışını en güzel bir şekilde anlatmıştır. Bu hakikatlerden anlıyoruz ki, nefsine ve çevresine zarar vermemek şartıyla insanları düşünce, inanç ve hareketlerinde serbest bırakmıştır dinimiz. İmtihan salonunda bir öğrenciye zorlamada bulunmak doğru olmadığı gibi, bu dünya hayatında da insanların yaşayış biçimini seçme tercihlerine karışamıyoruz. Çünkü bilenler imtihanı kazanacak, çalışmayıp imtihana hazırlanmayanlar da kaybedecektir. Bu dünyada da bazı durumlarda hesap soruluyorsa da, insanlar yaptıklarının asıl hesabını ölümden sonraki hayatta vereceklerdir. Evet içinde bulunduğumuz imtihanla ya ebedî ve saadetli bir hayat kazanacağız veya azaplı, şekavetli bir hâlete müstehak olacağız. Lâkin imtihan sonuçlarının açıklanmasını boşu boşuna bu dünyada beklemeyelim. Çünkü sonuçlar ölümden sonraki gerçek hayatta açıklanacaktır... 03.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Ahiret yurduna giderken |
Cemal Bey: “On üçüncü Söz’ün İkinci Makamı İkinci Yolda bahsi geçen, ‘âhireti tasdik eden, fakat sefâhet ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî...’ bölümünden anladığım, kabre ikinci yol ile girenler için kabrin ebediyen tek başlarına hapis olacağı şeklindedir. Îman sahibi herkesin Cennete gireceği müjdelenen hadis-i şerîfle bu hakîkatı nasıl telif edebiliriz?”
Bedîüzzaman Hazretleri On Üçüncü Sözün ikinci Makamında, câzibedâr hevesâttan kurtulmak ve âhirete hazırlanmak isteyen bir kısım gençlere kabir hayatını anlatıyor ve onları kabir azabıyla uyarıyor. Üstad Bedîüzzaman başka bir risâlede de gençleri gençlik hevesâtından sakındırmakta ve ekser kabir azabının gençliğin kötü tasarruflarından kaynaklandığını haber vermektedir.1 Bu İkinci Makamda kabir hayatı üç temel çerçevede değerlendirilmektedir: 1-Kabir, ehl-i îman için bir Cennet kapısı hükmündedir. 2-Kabir, âhireti tasdik ettiği halde sefâhette ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî ve yalnız başına bir hapis kapısı hükmündedir. 3-Kabir, âhirete inanmayan inkâr ve dalâlet ehli için hem kendisini, hem bütün sevdiklerini îdam edecek bir darağacı hükmündedir.2 Burada her üç çerçeve için birer ip ucu bilgi de mevcut: Kabir dışarıdan nasıl gözüküyor ise, yahut nasıl inanılıyor ise, öldükten sonra da aynen gözüktüğü ve inanıldığı gibi tecellî edecektir. Söz gelişi ehl-i îman kabrin bir Cennet kapısı olduğunu umarken, sefahet ve dalâlette gidenler âhireti tasdik ettikleri halde inandıkları gibi yaşamadıkları için, kabri bir yalnızlık ve tecrit kapısı olarak görmektedirler. İnkâr ehline göre ise zaten kabir bir ebedî yokluk kapısıdır. Bu durumda herkes kabri, aynen gördüğü ve inandığı biçimde bulacaktır. Yalnız sefâhet ve inkâr ehli için bu dehşetli görüntüler şimdilik sadece birer kabir azabı şeklinde tezâhür etmektedir. Kıyâmet Saatindeki Cismânî Diriliş, Mahşer, Mahkeme-i Kübrâ ve daha sonra devam edecek tecellîlerden olan Cennet ve Cehennem, beşer yolculuğunun ayrı dilimleridir ve burada yolculuğun o bölümlerine girilmiş değildir. Yani burada, beşerin uzun yolculuğundan yalnız kabir hayatı konu edilmiş ve kabir azabından sakındırılmak istenmiştir. Cismânî Diriliş umûmîdir. Ehl-i sefâhet de, ehl-i inkâr da cismânî diriliş kapsamından hariç değildir. Fakat eğer Cenâb-ı Allah affetmediği takdirde (yani söylediğiniz gibi, affa esas teşkil edecek şekilde makbul bir îmanı olmayan) sefâhet veya inkâr ehlinin, mahşerin o baş döndürücü kalabalığı içinde de yapa yalnız bir ruh buhrânı ve bunalımı içinde kalacaklarını buradan çıkarabiliriz. Bu hakîkat, kalbinde zerre kadar îmanı olanların Cehennem’den çıkarılacağı ve Cennet’e girdirileceği şeklindeki müjde ile çelişmez. Bu kabir yalnızlığı, berzah karanlığı ve Cehennem azabı bir kısım (meselâ kalbinde zerre kadar makbul îman taşıyan) insanlar için bir kefâret hükmüne geçebilir. Ve sonunda Cennet’e girmeleri sağlanabilir. Bu takdirde buradaki “ebedî” vasfı ile anılan hapsin, âhireti tasdik ettiği halde diğer îman esasları konusunda tam makbul bir îmana sahip olmamış kimseler için söz konusu edildiği söylenebilir. Kabir ve ötesi hiç şüphesiz günlük güneşlik olmayacaktır. Oralar apayrı âlemlerdir ve düşündürücüdür ki, şu harcayıp geçtiğimiz fânî günlerde biz aslında oralar için azık ve aydınlık hazırlamakla meşgulüz. Yaşadığımız şu hayat, ebedî hayatımızı îmar etmeye yarasın diye bize sunulan tek hayatî fırsattan başka bir şey değil! Cenâb-ı Hak kabirde de, kabir ötesi âlemde de rahmetten, nûrdan ve aydınlıktan ehl-i îmânın hissesini ziyâde kılsın. Âmin.
Dipnotlar:
1- Kastamonu Lâhikası, s. 119 2- Sözler, s. 131 03.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Hasan GÜNEŞ |
|
Ekmek ve sirk |
Geçenlerde İstanbul’a gitmiştim. Servis, işin kolayına kaçıp bizi stadın tam yanında indirince büyük bir kalabalığın içine düştük. Elimizde valizler kalabalığı yara yara kalacağımız yere ulaşmaya çalışıyoruz. Yer gök insan kaynıyor ve taraftarların şamatasıyla ortalık mahşer yerine dönmüş.. Daha maça iki saat var ama maç havası kalabalığı çoktan esir almış. Taraftarlara malzeme satan bir market, haporlörün sesini dışarı vermiş, içten ve duygu yüklü bir şiir okunuyor. Kelimelere fazla dikkat etmezseniz şiiri, Malazgirt savaşı veya İstanbul’un fethi yada Uhud savaşıyla ile ilgili zannetmeniz işten bile değil. Kalabalığı yara yara ilerlerken, bir taraftan da şehrin orta yerinde kalan stadın neden taşınmadığını düşünüyoruz. Belki de yöneticiler bilerek uzatıyor. Aslında İstanbul’un kaderi bu. Sultanahmet meydanı, Osmanlı’da bir zamanlar at meydanı iken, Doğu Roma’da hipodrom idi. Hipodromdaki at yarışları zaman zaman siyasetin de üzerine çıkıyordu. Şüphesiz eski çağların en büyük hipodromları Roma’daydı. En büyük, en kanlı ve en heyecanlı ve en renkli yarışmalar her zaman imparatorların nezaretinde Roma’da yapılırdı. Romalı şair Juvénal’iin “ekmek ve sirk” tabiri meşhurdur. Şiirinde bedava “ekmek ve sirk” için her türlü değeri feda eden Roma halkı için ağır ifadeler kullanır. İnsanî değerleri bir yana itip, ekmek uğruna hürriyeti terk eden, basit eğlencelere dalarak memleketin geleceğini düşünmeyen, zulüm ve istibdada sessiz kalan Roma halkını kıyasıya tenkid eder. Gerçekten de, Roma’nın gerileme ve çöküş dönemlerinde imparatorlar ve Roma aristokrasisi, yarışmalara ve eğlencelere çok önem veriyor, yöneticilerin yıldızları hipodromdaki başarılarına, eğlencenin cazibesine bedava dağıtılan yiyeceklere göre parlıyordu. Afrika’dan getirilen akrobatlar, Asya ve komşu ülkelerden yada onların tabiriyle barbarlardan alınan esirler ve kölelerin yaptıkları gösteriler ve kanlı mücadeleleri, aslanlara atılan muhalifler halkın aylarca dillerinden düşmeyen tartışması ve sohbeti oluyordu. Roma halkı tribünlerden, stadyumdaki oyuncuları pür dikkat seyrederken, imparator ve aristokrasi aynı dikkat ile kelimenin türetildiği “tribe”i yani kabileleri ve halkı izliyordu. Memnuniyetleri ve neşeleri iktidarın onaylanması, öfkeleri ise isyanın başlangıcı demekti. Roma, şairin ve benzer fikir adamlarının ikazlarına zaman zaman kulak verdi ama çoğunlukla, onlara “zevkten ve spordan anlamayan ve fazlaca ince düşünen kişiler” deyip, geçip gitti. Ekmek ve sirk politikası en sonunda Roma’nın ikiye bölünmesi ve en nihayetinde birer birer çökmesiyle sonuçlandı. Stadın yanındaki kalabalığın içinden geçmeye çalışırken ister istemez Romalı şairin “ekmek ve sirk” ifadeleri akla geliyor. Demek ki, iki bin yıldır fazla değişen bir şey yok. İnsanların zaafları aynı ve yöneticiler veya aristokrasi bu zaafları her zaman iyi kullanıyor. Doğu Roma’yı feth etmişiz ama hipodromlar asırlar sonra yeniden canlanıp şehirleri ve kalpleri işgale başlamış. En önemli vazifeleri unutturmaya ve halkı uyuşturmaya devam ediyor. Şimdi devlet, stadyumu şehir dışına taşıyor fakat gerçekte, eve taşıyor ve taşıyacak. Çünkü hükümetin, maçların devlet televizyonunda bedava izlenebilmesi için çalışma yaptığı söyleniyor. Yani bedava sirk hizmeti evlere de servis yapılacak. Yönetici ve aristokrasi de izlenme oranlarına bakarak halkı yönetecekler ve seçimde oy oranları da aynı nispette artacak. Şüphesiz oyun ve eğlencenin de uzun süreli olması için Roma, ekmeği ihmal etmemiş. Biz nedense Batıyı, taklitte bile yarım yamalak yapmışız, ekmek kısmını unutmuşuz. Şüphesiz spora karşı değiliz. Elbette insan ve özellikle gençler spor yapmalı. Ancak elli-yüz binlik koca statta spor yapan sadece yirmi iki kişi. Yani spor binde bir bile değil. Bugün evlerde yani televizyonlarda olan, sadece sirkteki sporcular değil, kölelerin veya savaşçıların kanlı mücadeleleri de, diziler ve sinema şeklinde evlere servis ediliyor. Futbol fanatizminden daha tehlikeli olduğunda şüphe yok… Özellikle aileyi tahrib maksadıyla vaktiyle sipariş edilmiş romanlar, ahlâkı ve aileyi şimdi dizilerle katlediyor. Eskiden sadece şehirlerde hipodromlar varken şimdi en ücra köylere de, ekmek ulaşmasa da sirk ulaşıyor. Sirkte yada hipodromda halk için sporcular yada göstericiler; seyredilmeye değer oyunculardır. Oyun kurucu olan imparator için ise, seyredilmesi gereken halkın kendisi… Romalı şair için de aynı şekilde. Ancak biraz daha yukardan bakıldığında, âyette de ifade edildiği gibi “dünyanın kendisi bir oyun ve eğlence”. Hakiki yurt ise âhiret hayatı. Eğlenceden uzak durmakla birlikte sırf dünya hayatı için gecesini gündüzüne katanlar da, her ne kadar diğerlerine göre bir kademe oyundan uzak olsa da, gerçekte hakiki hayat olan âhiret hayatı için, bir futbol yada sirk oyuncusu yada seyircisinden çok farklı değil… 03.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Fatma Nur ZENGİN |
|
Kışla beraber gelenler |
"Anne! Ayı gribi ne demek?” “Oğlum, henüz öyle bir şey yok, ben yakında o da çıkar diye tahmin ediyorum!” Otobüste, arkamdaki koltukta oturan 4 yaşlarındaki çocukla annesi arasında geçen bu konuşmadan sonra, halkımızın olayı çok ciddîye almadığını görüp, sevinsem mi, üzülsem mi, bilemedim. Konunun uzmanı değilim ben de; konu hakkında binlerce bilgi okumuş, yüzlerce farklı şekilde uyarılmış ve hijyenik el temizleme jellerinin fiyatlarındaki göze çarpan artışla şok olmuş yüzlerce vatandaştan biriyim. Aslında, piyasalardaki konuya ilişkin değişim gözlendiğinde, “Domuz gribi virüsü ticarî amaçlı ortaya çıkarıldı” şeklindeki spekülasyonlara da inanası geliyor insanın. TV ’deki reklamlarda “domuz gribine karşı bire bir” diye tanıtılan bir el sabunu, önemli hale geliveren meyve-sebzeler (ve tabiî fiyatlardaki değişkenlik), bütün bu olanların, hastalığın ticarî boyutunun olup olmadığı sorusunu tartışmaya açıyor. Bütün bu haberlerden, tedirginliklerden ve ne yapacağını bilememeden nasibini almış tek ülkenin Türkiye olmadığını da görüyoruz. Meselâ Mısır’da, haftalar boyunca Sağlık ve Eğitim Bakanlıkları, okulların açılma tarihini erteleyip durdular. Şimdi ise okullar açıldı, ama insanlar yine de tedirgin ve “Her an her şey dondurulabilir ve durdurulabilir” düşüncesi içerisindeler. Buna üniversitelerle birlikte tüm eğitim kurumlarında eğitimin durdurulması da dâhil. Herhangi bir menfi durumda B planı uygulamaya konacakmış. İnşaallah B planları, geçen sene dünyada ilk domuz gribi vak'aları görüldüğünde yaptıkları gibi, ülkedeki bütün domuzları diri diri öldürmek değildir. Domuz gribine ilişkin tartışmalar bir yandan ilerlerken, diğer yandan da, aniden gelen kış ve yorucu, yıpratıcı soğuk hava bizi gafil avladı. Hikmet-i İlâhî tabiî. Bir gün önce yaz gibi hava, bir gün sonra kış. Yazı kışa, kışı yaza döndüren kudret-i İlâhî! Bütün bunların üzerine “Bu aralarda geçirilen bütün gripler domuz gribi olarak ele alınacaktır” tarzı yapılan açıklamalar, insanlar arasında paniğe yol açtı. Tabiî ABD’de, evlerinin bir odasını çeşitli oksijen tüpleriyle doldurup, “olur da hastanelerde yer kalmazsa” düşüncesiyle kendisine bir hastane odası kuran insanların paniği ve mübalâğası çok şükür bizde yok. Ama yine de tedbiri elden bırakmamak gerek. Benim için üç, hatta dört yıldan sonra gelen bir kış mevsimini yaşadığım şu günlerde, Ankara’nın soğuğuna alışmak, Kahire’nin sıcağına alışmaktan daha zor olacağa benzer. Dün “Kış güzeldir” diyenlere “Üşümesek, kar yağdığında kayıp düşmesek, evleri ısıtmanın daha pratik bir yolu olsa kış gerçekten çok güzel” dediğimde durup durup kendime güldüm. Gülü seven dikenine katlanırdı tabiî. Kış mevsimi de arındırıcı, zindeleştirici, insanı çalışmaya sevk edici özellikleriyle beraber, zorluklarını da getiriyor beraberinde. Tüm güzellikler bir arada olmuyor. Kim bilir, belki de üşümemeyi öğrenmek lâzım. Kalorifer yahut soba kavramlarının olmadığı Mısır’da, ben kışın klima yahut elektrik sobası açarken, Mısırlı arkadaşlarım “Hasta oluruz” korkusuyla klimanın açık olduğu odaya girmezlerdi. “İyi de kış mevsimindeyiz” dediğimde, evlerinin içinde kabanlarına sıkı sıkı sarılmış bir şekilde oturan arkadaşlar, “Daha iyi ya işte, dışarısı soğukken içerisi sıcak olursa bünyemiz ne yapacağını şaşırır” derlerdi. Derlerdi demesine de, yazın dışarısı 45 dereceyken, klimayla içeriyi buz gibi soğuturken bu söyledikleri akıllarına gelmezdi. Herkes alıştığı ve öğretildiği gibi yaşıyor bazen. Kış mevsiminin başlangıcı olan şu günlerde; herkese zahmetsiz, çok soğuk olmayan ve domuz gripsiz bir kış mevsimi diliyorum. 03.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
İsrail’le “Ayrılık” yok! (1) |
“AçIlIm”In teröristlerin sınırdaki şovlu “dönüşler”le askıya alınması ve akabinde başlayan “irtica ile mücadele eylem belgesi” üzerindeki “ıslak imza” tartışmaları, birçok önemli konuyu gündemden kaçırdı. TRT-1’de yayınlanan “Ayrılık” dizisinin İsrail’in tepkisi üzerine kuşa çevrilmesi bunlardan biri. Bilindiği gibi Başbakan Erdoğan, Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e “one minute!” çıkışından sonra her fırsatta Gazze saldırısında çoğu çocuk, kadın ve yaşlı bin beşyüz Filistinliyi katledip, beş bin masum sivili yaralayan İsrail’in hâlen amansız ambargoyla bölgeyi kuşattığını hatırlatırken, Türkiye’nin İsrail’le anlaşmalar tam kapasite sürmekte. “Ona minute”nin ardından Türkiye’nin insansız Ofek casus uydusu ve uçakları, görsel istihbarat entegre sistemleri için İsrail’e verdiği 140 milyon dolarlık ihâle başta olmak üzere bizzat hükümet sözcüsünün açıklamasıyla “İsrail’le her türlü işbirliği devam ediyor.” İsrail’le siyasî anlaşmalar, ekonomik mutâbakat zabıtları, enerji, tarım, sulama ve savunma sanayii işbirliği, silâh alımı ihâleleri aynen işlemde. Özellikle “mayın ihâlesi yasası”yla açığa çıkan hükûmetin İsrail’le yoğun işbirliği tepkilerine karşı Erdoğan, açık açık “Biz İsrail’le daha genişe çok yönlü işbirliği içindeyiz” sözünü tekrarlamakta… Özetle İsrail’e tank ve silâh ihâleleri veren, helikopter ve uçak satın alan AKP hükümetinin “ona minute” öncesi ve sonrası hiçbir anlaşma ve işbirliğini iptal etmediği bilhassa belirtilmekte… İSRAİL KIZDI, TÜRKİYE SANSÜRLEDİ… “Ayrılık: Aşkta ve Savaşta Filistin” adlı dizinin yayınlanması üzerine, Tel Aviv yönetiminin “İsrailli askerlerin sivilleri bilerek hedef aldığı” görüntülerine karşı Ankara’ya “nota” vermesiyle gelişen durum, bunun son örneği. Başbakan’ın her defasında ifâde ettiği, İsrail’in bilinçli bir şekilde fosfor bombalarıyla, mahalleleri, evleri, hastaneleri, okulları, camileri bombaladığını, sivilleri katlettiğini hatırlatan filmden derhal geri adım atıldı. Dizinin ikinci bölümünde savaş sahneleri makaslandı; bununla kalınmayıp, İsrail’in yüzlerce Filistinliyi katlettiği gerçeği tam tersine çevrildi. Dahası Filistinlilerin “terörist” olduğu ve “intihar saldırıları”yla Yahudileri öldürdüğü havası verildi. Böylece “kriz”, kısa zamanda giderildi! Öylesine ki Gazze’deki Kuşatmayı Kaldırma Komitesi, işgal altındaki Gazze’de Filistin kurtuluş mücadelesini anlatan filmin bu hale çevrilmesini, Türk milletine hitaben bir mektupla şikâyet etti. Dizinin Türkiye- Filistin dostluğuna ve kardeşliğine büyük zarar verdiğini yazdı. İşin ilginç tarafı, “Ayrılık” ekibinin “tutumu”ydu. Başta İsrail’e sert tepki gösteren dizisinin yapımcısı, koordinatörü ve siyasî danışmanının, sansüre râzı olmasıydı. TRT yetkililerinin, dizinin “bir aşk hikâyesi” olduğunu, “siyasî bir boyutu ve İsrail’e yönelik kesinlikle herhangi bir politik mesajı olmadığı” yorumlarına sessiz kalmalarıydı. Kısacası İsrail kızdı, yöneticiler çark edip Türkiye filmi sansürledi. Sırf İsrail’le devam eden işbirliğine zarara vermemek ve ilişkileri germemek hesabına İsrail’in soykırım ve zulmü “teğet” geçildi… Böylece Başbakan’ın iç kamuoyunu ve İslâm dünyasını “hoş tutmak” için arasıra “Gazze’deki katliam, zulüm ve ambargo”yu gündeme getirmesinin bir anlamı kalmadı… “İSRAİL’LE İLİŞKİLERE RESMEN DEVAM…” İsrail, görünürde pek belli etmezse de “ilişkilerin devamı”ndan ve hükûmetin bu denli hassasiyetinden memnun. Zira başta TRT’nin “özerk bir kuruluş olduğu”nu öne süren hükûmetin baskısıyla daha “ilk itiraz”da Telaviv’in “talebi” yerine getirildi. İsrail’den gelen tepki üzerine, “Biz İsrail’le bir diplomatik sıkıntıya yol açmasını hiçbir zaman arzu etmeyiz. Bizim İsrail’e yönelik devlet olarak hiçbir tavrımız sözkonusu olamaz. Biraz abartılmış da olabilir; tepki göstermişlerse, kendileriyle konuşulur. Yoksa siyasî hiçbir amacı yok” diyen TRT’den sorumlu Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da Başbakan’ın dile getirdiğinin aksine konuştu. Bundandır ki “Ayrılık”a ilişkin endişelerini iletmek için kendisini ziyaret eden İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gaby Levy, Başbakanlıkta bir saat süren görüşmenin ardından Arınç’ın “diziye ilişkin alınan önlemler” hakkında son derece tatmin edici açıklamada bulunduğunu kaydederek, “Arınç ile dostça, samimî ve açık” bir görüşmede bulunduklarını söyledi. Arınç da tıpkı Levy gibi İsrail’in Filistin’deki zulmünü bir nebze ekrana getiren filmi “abartılı” buldu! Ve sonunda AKP hükûmetinin politikası, El Cezire Televizyonuna verdiği demeçte bizzat Başbakan’ın ağzından, “Bizim şu anda İsrail’le yürüyen işlerimiz var ve bu işlerin kesilmesi sözkonusu değil. İsrail’le resmen ve hukuken ilişkilerimiz kopmadı ve aynen devam ediyor” ifâdesiyle açıkça ikrar edildi… Anlaşılan o ki Erdoğan’ın İsrail “kınamaları”, hiçbir yaptırımı olmayan siyasî bir söylemden öteye geçmiyor. İsrail de artık bunu kanıksamış ki, pek kaale almıyor. AKP hükûmetinin İsrail’le ilişkileri ve işbirliği tam gaz devam ettiğine göre problem yok! “One munite” ve “tatbikat iptali”, politik bir “mesaj”dan ibâret… 03.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Eğitimdeki kriz |
Eğitim sistemindeki sıkıntıları hepimiz biliyoruz. Bilhassa büyükşehirlerde kalabalık sınıflar ve daha da önemlisi güven duyulmayan bir yapı söz konusu. Hemen ifade edelim ki, bunlar sadece bugün karşılaştığımız sıkıntılar değil. Yıllardan beri biriken ve taşma noktasına gelen problemlerden bahsediyoruz. Aslında eğitim sisteminin maddî ihtiyaçları eskiye nisbetle daha fazla karşılanmış olsa da ‘ruh’unu kaybettiği söylenebilir. Belki sınıflarımız internete bağlı hâle geldi, ama çocuklarımız mutlu ve huzurlu mu? Tabiî ki çocuklarımızın içinde bulunduğu zor durumun sorumluluğunu sadece eğitim sistemine yükleyip işin içinden çıkamayız. Başka pek çok sebep de çocuklarımızı olumsuz etkiliyor. Eğitim sistemiyle ilgili ikâz edici bir açıklama da Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Rıza Ayhan’dan geldi. Prof. Ayhan 1950’lerde Kore’nin Afrika ülkeleriyle kıyaslanacak bir seviyede kalkınmışlık düzeyine sahip olduğunu ifade ederek şöyle konuşmuş: ‘’Onlar bir şey yaptı. Biz o bir şeyi ihmal ettik. Eğitime yatırım yaptılar. Daha önce Japonya’nın, bugün Çin’in yaptığını yaptı. Eğer eğitime yeterince önem verilmezse, 21. yüzyılı da ıskalama tehlikesi ile karşı karşıya kalırız.’’ Hadiseye üniversite cephesinden bakan Ayhan, eğitime önem vermenin ‘’her yere üniversite açma anlamına gelemeyeceğini’’ de söylemiş. Bununla birlikte üniversitelerin ‘iş bulma vesilesi’ olarak görülmesine de itiraz eden Gazi Üniversitesi Röktörü, “Üniversiteler iş bulma kurumu değildir. Siyasî otorite ve iktidarın işidir bu iş. Her ile üniversite açmak sosyalleşmeyi sağladığı gibi Türkiye’nin geleceği açısından önemlidir’’ diye konuşmuş. İlkokullardan başlayarak üniversiteleri de içine alan problemli bir alandan bahsediyoruz. Bu problemler bugün çözülmezse yarın daha da içinden çıkılmaz hâl alabilir. Bu bakımdan ‘bugünün işini yarına bırakmamak’ gerekiyor. Nasıl ki ekonomik kriz var diye iş adamları çıkış yolu arıyor; aynı şekilde eğitimin içerisinde bulunduğu kriz de görülmeli. Sadece bir üniversite rektörü değil, bütün üniversitelerin rektörleri ve öğretim üyeleri bu probleme dikkat çekici mesajlar vermelidirler. Elbette sadece mesaj vermek yetmez, çareleri de ortaya koymak gerekir. Hiç vakit kaybetmeden “Mevcut eğitim krizinden nasıl çıkarız?”ı konuşmamız gerekir. Bunun için, gerekiyorsa uluslararası toplantılar dahi yapılmalıdır. Açılan yeni okul ve derslik sayısıyla övünmeyi bir yana bırakarak, sıkıntının temeline inmekte fayda var. Farz edelim ki ihtiyaçtan daha fazla okul ve derslik açabildik. Mevcut anlayış devam ettiği sürece eğitim sistemi düzlüğe çıkmış olabilir mi? Okula adım atan bir öğrenci işe ‘andımız’la başlar ve ‘resmî tarih’ bilgileriyle devam ederse; okul bittiğinde hayata hazır hale gelmiş olur mu? Vakit kaybetmeden eğitim sistemimizi dünyanın ve Türkiye’nin şartlarına uygun, tarihî gerçeklere ters düşmeyen ve ‘insana öncelik’ verir hâle getirmemiz şarttır. Bunu yapamadığımız sürece ekonomik krizleri aşmış olsak bile, eğitimdeki krizi aşamayız. Sosyal krizleri aşmak istiyorsak bunu dert edinmeliyiz... 03.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
DP kongresi |
DP’nin 22 Temmuz seçiminde 5.4’e düşmesinde en çok rolü olduğu söylenen iki sebepten biri cumhurbaşkanı seçiminin ilk turunda Meclise girilmemesi, diğeri de DP ile ANAP’ı birleştirme girişiminin son anda fiyasko ile sonuçlanması olarak ifade edilegeldi. O zamanki fiyasko, geçtiğimiz hafta sonu yapılan kongre ile telâfi edildi; iki parti DP çatısı altında birleşti ve ANAP resmen tarihe karıştı. Bu birleşmenin, özellikle, hayatiyetini sürdürmenin ekonomik gerekleri açısından ciddî şekilde zorlanır hale gelen DP için getireceği pratik yarar, partiye bu alanda nefes aldırması olacak. Ama karşı karşıya olunan problem, yalnızca iki partinin birleşmesiyle çözülebilecek kadar basit değil. Kongrede boy gösteren CHP ve DSP kökenli bazı popüler isimlerin verdiği işaretle, DP’yi başka katılımlara da açık bir adres olarak deklare etmenin de sorunu çözeceği söylenemez. Seçimlerden yüzdelik veya bindelik oy oranlarıyla çıkan bazı küsurat partilerini aynı çatı altında bir araya getirmek, o küsuratın toplamı olan oranı elde etmek için bile yeterli olmayabilir. Tersine, “sola yöneliş” algısı, zihinlerde başka tereddüt ve kaygıların oluşmasına yol açabilir. Gerçek şu ki, DP çizgisinde yılların birikimi olan bir yıpranma var ve bunun sebeplerini esaslı bir şekilde tahlil edip doğru teşhislere varmadan ve bu teşhislerin sonuçlarına göre çok ciddî tedaviler uygulamadan bu durumdan çıkılması zor. Partiyi yüzde 5.4 noktasına gerileten sürecin, 22 Temmuz’daki konjonktürel sebeplerin ötesinde, çok daha gerilere uzanan bir perspektif çerçevesinde enine boyuna tahlili ve bu bağlamda çok esaslı özeleştiriler yapılması gerekiyor. Özellikle siyasî yasakların referandumla kalkmasından sonraki süreçte yapılan tercihlerin, giderek daha “devletçi” bir çizgiye kayan tavır ve söylemlerin, “aykırı transferler”in ve bilhassa 28 Şubat’ta yaşananların iyi sorgulanması lâzım. DP’yi adım adım halktan ve kendi tabanından uzaklaştırıp bu noktaya getirirken AKP’nin önünü açan sebeplerin tesbiti, işin asıl püf noktası. Şimdi birileri diyor ki: “DP sakın AKP’nin taklidi olmaya özenmesin.” Elbette ki öyle yapmasın. Kendi özgün tavır ve çizgisiyle DP’nin, “light millî görüş” olarak nitelediği AKP karşısında böyle bir komplekse kapılmasına zaten gerek yok. Ama aynı DP, kendisini AKP’ye benzememesi konusunda uyaranların şimdilik açığa vurmadıkları bir tuzağa da düşmemeli; yani CHP’nin kötü bi taklidi olmaktan da fersah fersah kaçmalı. Şu anda Türkiye’nin ihtiyacı, 1950’lilerin DP’si ile 1960’ların AP’sini gerçek anlamda ihya ederek, yarım asırdır ardı arkası gelmeyen müdahalelerle iyice şirazeden çıkan siyasetteki dengeleri tekrar tesis edecek vasıfta bir “demokrat” parti. AKP bir ara bu rolü üstlenmeye heveslenir ve o yönde işaretler verir gibi olmuştu, ama sonra, ya bu işin kendisine uygun olmadığını, ya da artık gerek kalmadığını gördüğü için vazgeçti. Onun içindir ki, siyasetteki DP boşluğu hâlâ asıl sahipleri tarafından doldurulmayı bekliyor. DP’nin yeniden yükselişe geçmesi, bir taraftan kendisini bugünkü noktaya taşıyan vahim hataları düzeltmesi, diğer taraftan toplumun reel talep ve beklentilerine tatminkâr cevaplar verip, ayrım gözetmeden tüm mağdurlara sahip çıkan politikalar uygulaması gibi önemli şartlara bağlı. Din ve vicdan hürriyeti başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerde yıllardır devam eden ihlâllere duyarsız kalırken, “Ergenekon avukatlığı” gibi algılanan çıkışlarda ısrar etmek, DP’yi en fazla ihtiyaç duyduğu “toplumla ve tabanıyla barışma” hedefine götürmez, tersine aradaki soğukluk ve yabancılaşmayı daha da derinleştirir. Sonuç olarak; DP’nin gerçek anlamda canlanması için, bu ve benzeri yanlışları bırakıp, onun yerine milletin beklediği mesajları seslendirmesi ve yeni kongreyi de bir an önce yaparak, topluma “Nihayet iyi bir alternatif çıkıyor” dedirtecek dinamik bir kadro ile devam etmesi gerekiyor. 03.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Cumhuriyet fazilet ise... |
Cumhuriyet bayramında bazı camilerin minareleri arasında “Cumhuriyet fazilettir” şeklindeki mahyaları görünce, faziletin ne olduğunu sorgulamak aklıma geldi. Faziletin anlamına bakınca da, sözde cumhuriyetçilerin ne kadar samimi(!) olduklarını düşündüm. Ortaya tam bir kara mizah tablosu çıktı. Bir taraftan kamusal “alan, dinsel alan, özel alan” gibi söylemlerle alanların parsellenmesi, diğer taraftan “dinsel alan” kabul edilen camilerde kamusal söylemlerin mahyalara çekilmesi, öte yanda dince mukaddes olan şehitlik gezilerindeki başörtüsü yasağı ve daha pek çok garipler, ne kadar garip bir ülkede yaşadığımızı hatırlattı. Evet cumhuriyet fazilettir. Çok doğru ve hikmetli bir söz. Ama güzel söz söylemek mârifet değil, söylenen sözün gereğini yapmak mârifettir. Fâzilet kelimesinin anlamına bakıyoruz, “meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan, dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet” gibi anlamlar karşımıza çıkıyor. Bu kelimeler ise, genellikle dinî kökenli olup, imân ve ahlâkla ilgili anlamlar taşıyor. Buna göre cumhuriyetin ilkelerinde ilim var, imân var, irfan var, dinî ve ahlâkî vazifelere riayet var. Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından olan “Kemâl ve Cemâl” gibi özellikler var. Cumhuriyetçilik ise, aşağı yukarı, dindarlıkla aynı anlama gelmiş oluyor. Burada Bediüzzaman Hazretlerinin “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” sözü, cumhuriyetçilerin olması gereken vasfını en güzel şekilde ifade ediyor. Eğer cumhuriyet fazilet ise, cumhuriyetçilerin de “fâzıl (faziletli)” olması gerekiyor. Yüksek ahlâki değerlere sahip olan, âdil, merhametli, vicdan sahibi, dürüst, hoşgörülü, sabırlı, iman ve hayâ sahibi insan, fâzıl insandır. Cumhuriyet de fazilet olduğuna göre, cumhuriyetçilerin fâzıl insanların vasıflarını taşıması lâzımdır. İnsanlara zulmeden, haklarını gasbeden, farklı inanç ve hayat tarzına sahip olanlarla bir arada bulunmaya tahammül edemeyen, farklılıkları ayrımcılık ve kavga sebebi sayan, kendi düşüncesinden başka düşünceye saygı göstermeyen, kalbinde merhamet ve muhabbet duygusu taşımayan insanların fâzıl olması mümkün değildir. Fâzıl insanların vasıflarına baktığımız zaman, kaynağını dinden alan yüksek ahlâk sahibi insanlar olduğunu görüyoruz. Burada cumhuriyetin de kuvvetini dinin hakikatlerinden aldığı, dinden bazı referanslar aldığı anlaşılmaktadır. Veya da öyle olması lâzımdır. Ama bizdeki uygulamalara bakıyoruz, cumhuriyetçiyiz diyenler cumhuriyetin kurumlarını kamusal alan ilân ederek dindarları bu alanlara sokmuyorlar. Dinini yaşamak isteyenleri cumhuriyetin dışına çıkarmaya çalışıyorlar. Yani icraatları sözlerini tekzip ediyor, eylemleri söylemleri ile çelişiyor. Bir yandan cumhuriyet nutukları atarken, diğer taraftan dindarları ordudan ve okuldan atmaları, söylemlerinde ne kadar samimiyetsiz olduklarını gösteriyor. Eğer cumhuriyet fazilet ise, fazilet de dinî ve ahlâkî değerlere riâyet ise, başörtülülerin cumhuriyet okullarına alınmaması tam bir keyfîlik ve zulümdür. Yine cumhuriyet fazilet ise, okullarda mescit bulunması, buralarda öğrencilerin ve öğretmenlerin dinî vecibelerini yerine getirmesi, cumhuriyetin bir gereğidir. Cumhuriyet fazilet ise, öğrencilerin Cuma namazına gitmesinden rahatsız olmaya gerek yoktur. Hatta fâzıl insanların bundan memnun olması gerekir. Cumhuriyet fazilet ise, inanç ve düşüncesinden dolayı kimsenin kimseyi kınamaya, farklı hayat tarzına sahip olanlara farklı gözle bakmaya hakkı yoktur. Cumhuriyet fâzilet, fâzilet de yüksek ahlâk ve erdem ise, Mehmed Âkif’in şu sözüne kulak vermek gerekmektedir: “Ne irfandır ahlâka veren yükseklik, ne vicdandır Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.” 03.11.2009 E-Posta: [email protected] |