Nurullah AKAY |
|
Mutlak sona doğru ilerlerken |
Askerlik görevimi yaptığım yıllarda hafta sonlarında, “Bir akrabam gelmiştir” yalanını uydurarak izne çıkma teşebbüsünde hiç bulunmadım. Bir çok arkadaş bu yola baş vurarak hafta sonunu dışarıda geçirmekteydiler. Elbette o arkadaşların kendilerine göre haklı mazeretleri vardı. Çünkü onlar bir nebze de olsa o stres ortamından uzak kalmak istemekteydiler. Nedense o sıralarda hafta sonu izinleri bana pek cazip gelmiyordu. Çünkü zaman çabuk geçecek ve ben yine birliğime geri dönecektim. Benim bütün düşüncem tezkere alıp askerliği bitirmek üzerinde idi. Çünkü tezkere aldıktan sonra artık geri dönmeyecek ve yepyeni bir hayata başlayacaktım. Dünya hayatımda, kendimde askerdeki hâl gibi bir hâlet hissediyorum. Bu sebeple gezmek benim en önemli hobim olmakla birlikte, bilhassa yurt dışında seyahatlerde bulunmama durumu beni pek fazla üzmemektedir. Biliyorsunuz birçok yazar yurtdışı gezilerinden bahsetmekte, Amerika, Almanya, Londra, Paris gibi kelimeler adeta yazılarının tuzu biberi olmaktadır. Doğrusu bu tür yazılar okuyucunun ilgisini çekmekte, bahsedilen yabancı ülke ve şehirler yazılara çeşni katmaktadır. Ben de Avrupa’da yıllarca yaşamış biriyim. Ama benim Avrupa’m İstanbul’un Avrupa yakasından, Tekirdağ ve Edirne gibi şehirlerimizden ibarettir. Şüphesiz İstanbul’da da yaşamak çok güzeldi. O zamanlarda, yani 70’li yıllarda, henüz şimdiki gibi on milyonları aşan bir nüfusu yoktu bu şehrimizin. Bu sebeple İstanbul’da yaşayan birisi rahatlıkla boğaz sahillerinde tur atma ve tefekkür etme imkânına sahip olabiliyordu. Meselâ, Boğaziçi Köprüsü üzerine çıkıp (o yıllarda köprü yaya trafiğine açıktı), köprünün ortasında, Asya ve Avrupa’yı birbirinden ayıran çizginin üzerine çıkıp ve bir ayağı Avrupa, bir ayağı Asya kıt'asında bulundurmak oldukça keyifliydi. Bir anda hep Asya’da, hem de Avrupa’da olmuştuk Said arkadaşımla... Demek istiyorum ki, zaman zaman bizim de Avrupa muhabbetimiz olabiliyor. Arkadaşlara, “Ben beş sene Avrupa’da yaşadım” dediğim zaman hemen gözleri faltaşı gibi açılıyor ve arkasından “Hangi ülke, hangi şehir?” soruları peşpeşe geliyor. “İstanbul’un Avrupa yakasının Güngören semti”, deyince hayret ifadesi birden adeta sıfıra inmekte ve espri olarak ifade ettiğim sözlerime “Haa, biz de sahiden gerçek Avrupa sanmıştık” şeklinde karşılık vermektedirler. Eskiden çok gezmek, uzak diyarlara seyahat etmek şimdikinden daha çok cazip geliyordu bana. Bu sebeple gezdiğim yerlerde hatıra fotoğraflarını çekmek de vazgeçemediğim bir âdetimdi. Ancak zaman geçince bu dünya hayatının faniliğini galiba daha iyi hissetmeye başlıyoruz. Bu sebeple dünyanın hâletleri eski cazibeliğini kaybediyor âlemimizde. Adeta Hz. İbrahim gibi “Lâ uhıbbu’l-âfilîn” mânâsı dünyamızda etkili olmaya başlamaktadır. Çünkü artık dünya hayatının faniliği daha açık bir şekilde bize görünmeye başlamaktadır. Zira artık bu dünyada, şimdiye kadar yaşadığımız süre kadar bir zaman yaşamayacağımızı biliyoruz. Vücudumuzda ortaya çıkan halsizlikler, hastalıklar, önlenemez bir sona gittiğimizin işaretleri oluyor. Ve artık bu dünyanın fani ve geçici haletleri bizi çok fazla heyecanlandırmıyor. Hızla misafir olduğumuz salonun çıkış kapısına doğru ilerlemekte olduğumuzu unutmamız mümkün olmuyor artık. Ve artık fani olanların sevilmemesi gerektiği hakikatı peşimizi bırakmıyor. Yavaş yavaş dünyadan küsmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü biz küsmesek, o bizden yüz çevirecek ve bir gün “Haydi, misafirliğin bitti, çık dışarı” diyecektir. Artık bu duruma itiraz edilmesi, bir saniye bile misafirliğimizin devam etmesi mümkün olmayacaktır. Hâsılı bizim için, artık geçici dünya hayatında, semeresiz yolculuklar düşünmek yerine, asıl memleketimize yapacağımız yolculuk ilgilendirmeli ve bu yolculuk için bize lâzım olabilecek azık hazırlanmalı. Çünkü zaman durmuyor ve bizler de son sürat mutlak sona doğru gidiyoruz. Başka ne yapabiliriz ki? 25.10.2009 E-Posta: [email protected] |