Mikail YAPRAK |
|
Islak yazı |
Sürekli yazabilmek için, gürül gürül akabilmek için; kitaba kapanmak, kâinat kitabını okumak, hadiselere bakmak yetmiyormuş gibi, bir de sevgili okurlarımızın hüsn-ü kabullerine, hoşgörülerine ve duâlarına sığına sığına yol alıyoruz.. Yok yok.. Artık bu işin tamamen suyu çıktı. Yüz suyu döke döke artık yüzüm de kalmadı söylemeye.. Gerçi istediğim bir “duâ”dır ki, ilham kaynağım olsun; gönlüme ferahlık, zihnime açıklık, tefekkürüme devamlılık, himmetime ziyadelik, kalemime kuvvet ve yazma işime kolaylık kazandırsın. Ataletime nihayet verdirip, lâkaydlığımı gidersin. Gereksiz serzenişlerime son verdirsin. Âleme dertmiş gibi, “yazamamak” teraneleriyle köşeyi meşgul ettirmesin. Hatta köşe möşe derdi bile kalmasın. Avusturya Mektubu’ymuş, gündemmiş, şuymuş, buymuş.. Kalemin seyrini sınırlayacak hiçbir şey kalmasın. Edebiyattan siyasete, sohbetten ilâhiyata, mizahtan izaha, şiirden nesire ve dünyadan ahirete varıncaya kadar.. O köşe yaz köşesi, bu köşe kış köşesi, ortada su şişesi.. Doldur doldurabildiğin kadar. İster suyla, ister zemzemle, ister gözyaşıyla.. Hatta bazen Yunus gibi, “Ben şişeyi çaldım taşa; namusu, arı neylerim” diyebilmek ne güzel.. Kimin ne diyeceğini, nasıl algılayacağını hesaba katmadan, sadece hakkın hatırını gözeterek, kalbin ve vicdanın sesini dinleyerek yazmak ne güzel.. *** Bir yazı ki, hakikaten “yazı” olsun. Başlığından son kelimesine kadar hak olsun, hakikata ram olsun. Evveli belli, ahiri belli, bâtını belli, zâhiri belli olsun. Sahası belli, dahası belli olsun. Dahasını getirememek derdi yazarı korkutmasın, kalemi ürkütmesin. Bir kelimeden çok kelâm, bir harften çok mânâ üretsin. Nazarları maddeden mânâya, zâhirden hakikate dünyadan ahirete çevirsin. Bir yazı ki, şakasıyla, esprisiyle bile hakka hizmet etsin, gerçekleri yansıtsın. “Her şakanın altında bir hakikat yatar” deyimi yerindeyse eğer, o hakikat şakanın altında kalmasın, ezilmesin. Kuru olsun, kupkuru olsun, odun olsun, ama hakikat olsun. Yunus’un dergâha taşıdığı dosdoğru odunlar gibi olsun. Kuru imzalar, ıslak imzaların altında kalmasın. Eğer bu bir şakaysa, hakikat bunun üstünde olsun. Bakın işte bir şaka yapayım derken, bir ifadeyi düzeltmiş olduk. “Her şakanın üstünde bir hakikat var.” Hakikatın başı bir tek şakalarla dertte olsa, gam değil. Dönen dolaplar, fırıldaklar, hileler ve yalanlardır asıl onu huzursuz eden.. Gerçi “bir dane-i hakikat bir harman yalanı yandırır”, amenna. Şimdilerde sanki bu hakikata karşı da bazı dolaplar döndürülüyor. Hakikatı ıslatma ve sulandırma çabaları su yüzüne çıkıyor. Neymiş, illâ da ıslak olacakmış.. Kuru olursa yalan olurmuş.. Şu “ıslak imza” tabirini de duyacakmışız meğer, ölmeden.. Merhum Cem Karaca’nın “ıslak ıslak” seslendirmesini, “asrın dâvâsı”nın (!) savcıları mırıldanıyor gibi: “Biz feleğin su çarkına çomak sokarız/ Yeter ki ıslak ıslak bakma öyle..” Buna muhatap olan “ıslak” imza sahibi de şöyle diyor galiba: “Sizin kuru iftiranızdan kurmaylarıma sığınırım.” *** Su, zemzem ve gözyaşı.. Ülke olarak, millet olarak her üçünden yana pek de talihsiz sayılmayız. Zaman zaman Irak bizden su talep eder, İsrail su için kapımızı çalar. Zemzemle yakınlığımız da yabana atılamaz. Biz ondan uzak olsak da, o bize yakındır. İşte yine hac mevsimi.. Ya hacca giderek, ya da hacı ziyaretiyle zemzemle buluşuyoruz. Gözyaşından yana da bir sıkıntımız yok. Hem ağlamasını, hem de ağlatmasını iyi biliriz. Anaların gözyaşını dindirelim diye diye babaları ağlatırız, evlâtları sızlatırız. Neyse, geçelim derken, meşhur gözyaşı gecelerini hatırladım. Onları uzaktan izleyenlerdeniz. Allah için ağlayıp ağlatanların gönülleri gül gülistan olsun.. Ülkede akan bir de kan var, ama yazımızı kanla ıslatacak değiliz. Su gibi aziz, zemzem gibi pak, gözyaşı gibi halis olmak ne güzel.. Bir de çayımız var ki, “Nurcular kırmızı kitapları okuyup kırmızı çay içerler” yakıştırması efkâr-ı ammeye bile mal olmuştur. *** Su ve gözyaşı.. Dünyanın üçte ikisi su. Bu yetmiyormuş gibi, Ay’da su bulunması da aç gözlü (ya da susuz gözlü) insanoğlunu heyecanlandırdı. Usta karikatüristimiz İbrahim Özdabak, bunu iyi karikatürize etti. Eline, ilhamına sağlık. Üniversite kapısında başörtülü kızımız, yerde ümidini yitirip Ay’a bakarken, Ay’ın da yaşlı gözlerle yere baktığını, dünyanın haline, başörtülü kızlarımızın haline ağladığını görüyor. Bu çarpıcı ve ibretli yorumdan hareketle, başörtüsü yasağına kâinatın tepkisiz kalmayacağını, bunca gözyaşının boşa akmayacağını, er veya geç hakkın yerini bulacağını düşünebiliriz. Burada, Peygamber aşkıyla yanan Fuzulî’yi ve onun Su Kasidesini de hatırlayalım. Orada diyor ki Fuzulî: “Âb-ı gûndur günbed-i devvar rengi bilmezem, Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvare su..” (Dönüp duran kubbe-yani gökyüzü- su renginde midir, yoksa gözümden akan su mu gökyüzünü kaplamıştır, bilemem.) Gökyüzünün su renginde olduğu ifadesini açıklamanın iki yolu var: Birincisi, gözün çevresinde sürekli suyun bulunması. İkincisi, gözyaşının insanı kuşatmasıyla insanın gözyaşından başka birşeyi görememesi. *** Liseli bir genç olarak, hakikat nurlarına ilk muhatap olduğum sıralarda kalemimden şu mısralar akmıştı: Tembellik yoluma kurmuştur pusu, Halbuki şu tarla su bekliyor su! Ey nefsim, suyu ver, sabırla bekle.. Sabrına sabır ve cana can ekle.. Ey Kur’ân’ın yılmaz fedaileri, Meydan sizin haydi, haydi ileri!.. 19.11.2009 E-Posta: [email protected] |