Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Allah'tan başkasına kulluk etmeyin; anneye, babaya, akrabaya, yetimlere ve yoksullara iyilik yapın; insanlara güzel söz söyleyin; namazı dos doğru kılın; zekâtı da verin.
Bakara Sûresi: 83 |
19.11.2009 |
Kanunu kendi keyfine tâbî etmek istibdâdın esâsıdır
Suâl: “Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?” Cevap: İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir. Suâl: “Demek istibdat hayvâniyetten gelmedir?” Cevap: Evet... Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, dâimâ kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavânîn-i esâsiyesindendir. Suâl: “Sonra?” Cevap: Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; tâ ki; zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetten siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti. Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle, hilâfet saltanâta inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Tâ Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdâdın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde zeynâb gibi Yezid’in istibdâdına kuvvet verdi. Suâl: “Şimdiki meşrûtiyet, istibdat nerede? Onların harekâtı nerede? Hilâfet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musâfaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?” Cevap: Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdâdın esâsı, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icrâ etmiş, meşrûtiyet mağlûp olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kâinatta gâlib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok envâ ve şuubât-ı heyet-i ictimâiyede meşrûtiyet hükümfermâ olmuştur. Cidâl berdevam, harb ise seccâldir. Suâl: “Bâzı adam, ‘Şeriata muhâliftir’ diyor?” Cevap: Rûh-u meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle teferruât olabilir, muvakkaten muhâlif düşsün. Hem de, her ne hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir; Meşrûtiyetten neş’et etmesi lâzım gelmez. Hemde, hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvâfık olsun; hangi adam var ki, bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükûmet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin medîne-i fâzıla-i hayaliyesinde mâsum olabilir. Lâkin, meşrûtiyet ile sû-i istimâlâtın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.
Münâzarât, s. 37, (yeni tanzim, 88-94)
LÛGATÇE:
rûh-u meşrûtiyet: Meşrûtiyet’in ruhu. ilcâ-i zarûret: Zarûretin zorlaması. muvakkaten: Geçici olarak. muhâlif: Ters, aykırı, zıt. neş’et: Doğma. muvâfık: Uygun, münasip. Eflâtûn-i İlâhî: Sadece aklına dayanarak Allah’ı bulmaya çalışan felsefî ekole mensup olan Eflâtun. medîne-i fâzıla-i hayaliye: Eflâtun’un, felsefesinde târif ettiği, ancak hayalde mümkün olabilen fazîlet şehri. münsed: Sed çekilmiş. Engellenmiş. kavî: Kuvvetli. kavânîn-i esâsiye: Temel kanunlar. Şeriat-ı Garrâ: Parlak Şeriat. muhît-i zamânî ve mekânî: İçinde bulunduğu yer ve zaman. cevânib-i âlem: Âlemin dört bir yanı. zeynâb: Küçük su akıntılarının her taraftan gelip toplanarak meydana getirdikleri gölcük, havuz. karn: Çağ, devir. şuubât-ı heyet-i içtimâiye: Sosyal hayatın çeşitli kesimleri. cidâl: Mücadele. berdevam: Devam etmekte. seccâl: Akıp duran, sürüp giden. |
19.11.2009 |
Şaban Döğen Ağabeyle “nübüvvet” üzerine
Geçtiğimiz yıllarda hızlandırılmış eğitim için İstanbul’daydık. Şaban Ağabeyin vefatını öğrenir öğrenmez eğitimde almış olduğum notlarımı karıştırdım ve birlikte geçirdiğimiz zaman dilimine hayâlen giderek bu yazıyı kaleme aldım. Şaban Ağabeyin verdiği ders “Nübüvvet” bahsiydi. Mütebessim simasıyla bizlere şevk kaynağı olmuştu. Gayet rahat, şevk dolu bir şekilde bizi Asr-ı Saadet’e elleriyle teslim ediyor, ders bitiminde ise hazır zamana getiriyordu. Kendisi bir müfredatı takip etmek yerine daha çok okunacak yerleri etüt saatinde okumamızı, aklımıza takılan yerleri sormamızı istiyordu. Böylelikle dersimiz Muhammedî bir muhabbetle seyredecekti. Nübüvvet bahsine; Peygamber Efendimiz (asm) ile bir önceki dönem arasında geçen altı yüz yıllık süreci ‘özlem yılları’ şeklinde tanımlayarak başlamıştı. Bize o yıllardan örnekler sunarak kâinatın yekvücut bir şekilde nasıl efendisini beklediğini anlatıyordu. Iztırap, çile, zulüm ve hasret dolu zaman dilimlerinden kesitler sunuyordu. Allah’ı sevmek diyordu…. ‘Rabbimizi nasıl sevmeliydik?’ sorusuna cevap arıyorduk. Aslında bir cümlede özetlemek mümkündü. “Deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” Evet, O’nu sevmenin en güzel yolu Habib’ine (asm) uymak idi. O halde ilk olarak onu tanımalıydık. Sonra uymalı, sonra ahlâkını örnek almalıydık. Toplum olarak ona ‘uymada’ sıkıntılarımız vardı. ‘O, Peygamberdi zaten…’ diyerek kendimizi kurtardığımızı sanıyorduk. ‘Ben böyleyim, ne yapıyım artık, alışmışım bir kere…’ diyebiliyorduk. O halde bizim acilen Asr-ı Saadet’e gitmemiz gerekiyordu. Kendimize örnekler bulmalıydık. Öyle ise ‘Âdetlerine mutaassıp şu vahşî kavmi’ yerinde görüp, incelememiz gerekiyordu. İçkiyi yasaklayan bir emir, Medine sokaklarından içkilerin akmasını sağlamıştı. Kız çocuklarını diri diri gömen cani adamlar, karıncayı incitemeyen bir hale bürünmüştü. Faizi yasaklayarak sosyal hayata denge vermişti. Putperestliği (günümüzün sûretperestliği de denebilir) men eden, yıllarca ilâh dedikleri şeyleri kendi elleriyle yıktırtmıştı. Ve daha nicesi… Tekrar zamanımıza geliyorduk. O (asm), âleme hem çekirdek, hem meyve olmuştu. Çünkü kâinat onun nurundan yaratılmıştı. Ve en son olarak da âlemlere rahmet o (asm) gelmişti. Ona lâyık olmalıydık, onu örnek tutmalıydık. Peki, bu zamanda nasıl olacaktı? Zaten lâyık olmaya çalışıyorduk işte… Bunu anlamamız için bizlere bir soru yöneltmişti. “İstikbalde ne yapmayı düşünüyorsunuz?” Zaten belli gibiydi aslında… Hepimiz belli bir bölümde okuyorduk, kimimiz doktor, kimimiz mühendis olacaktık. Bu mânâda cevaplar gelince ‘İstikbalimiz kardeşler’ demişti. “İstikbalden kastımız ahiret olmalıydı” diyerek bizi utandırmıştı. Gerçekten de kaçımız hergün her saat her dakika hâkikî istikbalini, yani ahiretini düşünüyordu? Ona (asm) lâyık olmalıydık... Onun gibi olmalı… Yahudi milleti gibi ‘malın bekçiliğini’ yapmamalıydık bu dünyada. Zira ‘Bu dünya-i deniye, şan ve şerefiyle öyle bir meta değildi.’ Öyle ise infak düsturunu rehber almada geç kalmamalıydık. Onu okumalıydık. Peki nereden? Şaban Ağabey ‘Kitap odur ki, okuyan insana şok tesiri yapsın’ diyordu. Ardından ise ‘Kalbi durmuş bir insana ancak Risâle-i Nur şok tesiri yapar’ diyordu. İlk dersimiz böylece sona ermişti… *** ‘Sorunuz var mı?’ diyerek başladı bu sefer. İlk sözü ben almıştım. 19. Söz’de bir şeyler dikkatimi çekmişti. Risâlenin sonunda ’On Dördüncü Reşhâ’nın Altı Katresi, bahusus Dördüncü katrenin Altı nüktesi, Kur’ân’ın kırk kadar envâ-ı i’câzından on beşini beyan eder’ ifadesi. Mesnevî-i Nuriye’yi açarak ilgili bölüme bakmak istemiştim. Fakat altıncının ismi bile yoktu. Bunu merak edip, ‘Ağabey, bu altıncı nükte nerede? Okumamız mümkün mü?’ diye sormuştum. Açıkçası beklemediğim bir cevap aldım. Şaban Ağabey kısa ve öz olarak “Kardeş, onu Sungur Ağabeye sorarsınız” demişti. Her işi ehline vermek lâzımdı tabiî… Sonra “Okuduğunuz yerlerden anlayamadığınız bir şey var mı?” diye tekrar sordu. Ben de tekrar söz alıp, “‘Mahbub-u Kulub, Muallim-i Ukul, Mürebbi-i Nüfus, Sultan-ı Ervah’ kelimeleri rastgele seçilmiş bir söz gurubu olmamalı. Bunları izah edebilir misiniz?” şeklinde sorumu sormuştum. Bu soru Şaban Ağabeyin hoşuna gitmişti. Zira soruyu sorduktan sonra takdir etmişti. Başka bir sorunun olmadığını da anlayınca izah kısmına geçti. O kadar güzel izah ediyordu ki, biz pür dikkat dinlemeye başlamıştık. Çünkü yine Asr-ı Saadet’e gidiyorduk. Mahbub-u Kulub… Kalplerin sevgilisi… Aklınıza gelen her türlü sevgi sıfatlarını kapsıyordu bu kelime. Şefkati, affediciliği, merhameti… Çevresindekilere göstermiş olduğu bu özellikleri onu (asm) kalplerin sevgilisi yapmıştı. Bu öyle bir sevgiydi ki asırlar sonra gelen kişilerin kalbinde bile ‘sevgili’ unvanını kazanmıştı. İnsan görmediği bir kişiye nasıl kalpten bir sevgi besleyebilirdi ki… İşte bu sırrı sadece Peygamber Efendimiz (asm) hakkıyla ifa etmişti. Muallim-i Ukul… Akılların öğretmeni… Nasıl bir öğretmenlikti bu. Yüzlerce filozofları, o zamana götürseydik, çok uzun zamanlarda o vahşîleri ıslâh için çalışsalardı, o muallimin bir senede muvaffak olduğu kadar, onlar elli senede muvaffak olabilirler miydi? Hâlbuki o (asm), en kısa zamanda en vahşi kabileyi en medeni hale getirmişti. Hatta bir keresinde Peygamberimiz (asm) kendisinden yaşça büyük olan bir sahabiye “Sen mi büyüksün, yoksa ben mi?” demişti. Sahabi ben veya sen dese yanlış olacaktı. Cevabı şöyle olmuştu “Ya Resûlallah! Siz benden büyüksünüz, ben ise sizden yaşlıyım.” İşte Muallim-i Ukul... Zaten Müslümanların maddeten terakkîleri de Muallim-i Ukul’e dayanmaktaydı. Allah’ın rızasını kazanabilmek için akılları eğitmek… Mürebbî-i Nüfus… Nefisleri terbiye eden… Yine Asr-ı Saadet’e gitmek için hazırlanıyorduk. Fakat bu sefer olmamıştı. Çünkü bu sefer Asr-ı Saadet’i günümüze getirmişti Şaban Ağabey… “İşte bu yaz sıcağında, herkesin kendine göre bir tatili varken, bir ay nefislerinizi terbiye ederek buraya kadar gelmişsiniz. İşte örnekleri sizlersiniz” demişti. Evet, bizi oraya götüren Mürebbî-i Nüfus’tan başkası değildi. Zaten bunun başka örneklerini de daha önceki derslerde vermişti. Sultan-ı Ervah… Ruhların sultanı… İbn-i Sina, bir talebesine söz geçiremediğinde demiş: “Ben ki bir talebeme söz geçiremiyorum. O ki bütün insanlığı-–görmeseler bile—soğuk suda abdest alıp namaza götürüyor. Ben kimim, o kim….” Ruhlarımızın sultanı olmuştu. ‘Sultanım’ deniliyordu kendisine… Dersimiz bitmek üzereydi. Ama soru sırası Şaban Ağabeye gelmişti. “Hesapsız o matlûbun esbâb-ı mucibesi olmasa idi” sözünden ne anladığımızı sormuştu. Cevabımız sükûttu… Ardından kendisi açıklamıştı. Cennetin varlığını gerektiren sayısız esmâ ve sebepler olmasaydı bile bu zatın (asm) tek duâsıyla Cenâb-ı Hak Cenneti getirecekti. Dersimiz bitmiş, Fatiha çekilmişti. Şaban Ağabey mütebessim simasıyla ayağa kalkarken, ‘Bir dahaki derse kardeşiniz gibi okuyup, çalışın da gelin” ihtarını da yapmadan edememişti. Gerçekten o gün daha önceki günün yorgunluğundan olacak ki, etüt saatindeyken çoğu kişi çalışılacak yerleri sadece—anlamaya çalışmadan—okumuştu. Bazıları ise bitirememişti. Benim sorduklarım ise aklımda ne zamandan beri yer eden meselelerdi zaten. O gün okuduğum yerlerde de çıkınca sorma fırsatını bulmuştum. Şaban Ağabey, Dar-ı Beka’da Üstadımıza selâmlarımızı söyleyecek, burada yaşadığı hizmetleri İnşaallah orada başta Peygamberimiz (asm) ve Üstadımıza anlatacaktır. Kendi yazıları, hizmetleri dâhil olmakla birlikte bu mânâda vesile olduğu yazılardan da alacağı sevaplar, onun amel defterine sürekli olarak yazılacağı ümidindeyim. Bu vesile ile ağabeyimize Rabbim’den rahmet, ailesine sabr-ı cemil diliyorum.
FURKAN DEMİR - [email protected] |
19.11.2009 |