Ali OKTAY |
|
Hani Çarşamba günü derse gidecektik, Şaban Ağabey? |
Şirinevler semt dersi bir ay evvel bizim evde olacaktı hani Şaban Ağabey? Biliyordum, yoğundunuz, belki yorgundunuz ve her yerden derse çağrılıyordunuz. Ama kırmadınız; o hafta akşam dersine geleceğinizi söylemiştiniz. Ben de, sizin o güzel, tebessümle süslenmiş, müjde, umut, şevk veren sohbetinizle kalplerinin ısınabileceğini düşündüğüm apartmandaki bazı komşularımı da dâvet etmiştim. Dersimiz akşam saat dokuz da başlayacaktı. Evde tatlı bir hazırlık telâşı içinde iken kapının zili çalınmasın mı? Hayırdır inşallah, daha derse yarım saat varken, acelesi! olan hangi ağabeyimizdir acep? Kapıyı açtım: Karşımda oğlunuz Nurullah kardeş ve bir komşunuz ile sizdiniz gelen. O karşınızdakine de sirayet ettirdiğiniz tatlı tebessümünüz ve gülüşünüzle “Ali Kardeş! Selamünaleyküm, bu kadar erken beklemiyordunuz her halde?” “Aman ağabey ne demek, hoşgeldiniz, bilâkis memnun olduk,” “Ali kardeş, trafiğe takılıp da derse geç kalmayalım diye yola çıktık, ama biraz erken gelmişiz demek.” Şaban Ağabey, Başakşehir’deki evinden yaklaşık 30-40 kilometre mesafedeki evimize gelmek üzere trafiğe takılmamak ve derse gecikme riskini bertaraf etmek için biraz erken çıkmış ve erken de gelivermişti. Aynı aceleciliği, erkenciliği vefatı için de gösterivermişti işte. Daha yapacak çok dersler vardı Şaban Ağabey. Demek trafiğe takılmamayı tercih ettiniz yine ve gideceğiniz mekâna biraz erken gidiverdiniz. Bizim semt dersleri aslında 12-14 kişi ile toplanırken—o gün bir ağabeyimizin de tesbiti de bu yönde idi ve o akşamki dersin çok istifadeli olduğunu söylemişti— o akşam ne hikmetse 20 kişiden fazla vardı. Oysa kimseye haber vermemiştik Şaban Ağabey gelecek diye. Tevafuk. Salon dolu dolu idi. Demek Şaban Ağabey fakirhanemizi son kez şereflendirecekmiş? Sonraki hafta Çarşamba akşamı. Her hafta olduğu gibi yine üşenmeyen, vaktim yok ya da yaşça büyüğüm ben niye takip edeyim demeden arayıp Çarşamba dersine dâvet eden Şaban Ağabeydi. O telefondaki ses: “Ali Kardeş bu akşam arkadaşların işleri nedeniyle ders olamayacak. İnşaallah haftaya gideriz” demişti. Ama haftaya derse gidemeyeceğimizi nereden bilelim. Perşembe günü Cerahpaşa Tıp Fakültesi yoğun bakıma kaldırılmış. Ziyaretçi kabul edilmiyormuş. Zaten durumu iyiye gidiyormuş Elhamdülillah. İnşaallah en kısa sürede taburcu olacakmış” diyerek içimizde iyimserlik rüzgârları estirilmişti. Yine de Pazar günü akşam saatine doğru hastanenin yoğun bakım ünitesine gidiverdik ailece. İçeri girmek istediğimde doktorlar “Şu anda görüş saati değil” diyerek engel oldular. Uzaktan da olsa görmek istememe rağmen kabul edilmeyince zaten ameliyat sonrası tekrar ziyarete gideriz diyerek, daha fazla ısrarcı olamadım. Keşke ısrar etseymişim Şaban Ağabey. O Çarşamba’nın sabahı Nazım Kardeş telefon etti. “Biliyor musun?” dedi. “Neyi?” “Şaban Ağabeyi” dedi. Sesi çok üzgündü. Ama ben hâlâ anlayamamıştım. “Evet biliyorum, şu an yoğun bakımda Cerrahpaşa’da” dedim. “Hayır, hayır Ali Kardeş. Şaban Ağabey…..” “Nasıl yani? Nazım Kardeş şaka mı yapıyorsun?” Keşke bu soğuk bir şaka olsa idi. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı o ânı daha önce de yaşadığımı hatırladım birdenbire. 1991 yılının 1 Ekim’inde babamı kaybettiğimde yaşadığım duyguydu bu. Kelimelerin boğazımda düğüm düğüm düğümlenip, adeta boğduğu, konuşabilmenin değil, ancak gözlerinize hücum eden sağanağın taşması idi. Hemen Cerrahpaşa Hastanesine gittim. Duyup gelen pek çok ağabey ve kardeşimizle morgun önünde bekleştik bir süre. Ne kadar da uzundu bu bekleyiş. Sonra Şaban Ağabey’in eşi Fatma Ablamıza taziye için yanına gitmeye karar verdik. Fatma Abla, gözü yaşlı gönlü mahzundu. Hiç de kolay değildi bu durum. Ne kadar metanetini korumaya çalışsa da, Şaban Ağabey elbette bir eşten öteydi. Güya teselli verecek, acıyı paylaşacaktık. Teselli vermek isterken meğer teselliye muhtaç asıl bizmişiz. Fatma Abla beni görünce bir yandan ağlayıp, hastane ziyaretimi kastederek Şaban Ağabeyin “Ali Oktay ziyarete geldi, o kadar dil döktü doktorlar almadı, izin vermedi” dediğini söyledi. Fatma Abla ağlıyordu, ama sadece o değildi bu durumda olan. Göz pınarlarına hakim olmayı başarabilenlerin ise gönülleri yaşla dolmuş, içerilere akmıştı. Aşağıdan çağırdılar. Şaban Ağabey kefenlenmeden önce son bir kez dünya gözüyle görmek mümkün olabilecekti. Yaklaşık 8-10 kişilik bir grupla aşağıya indik. Şaban Ağabeyin yüzünü açtılar. Fatma Abla vedalaştı dünya ve ahiret yoldaşı ile. O kısa âna çok şeyi sığdırmaya, söyleyebileceklerini dile getirmeye çalıştı. Gözyaşları tabiî ne kadar izin verirse.. “İnşaallah sana lâyık bir eş olurum” dedi Fatma Abla. İnşallah Fatma Abla, inşallah. Yol uzun idi. Ömrü hizmet için il il dolaşan bu muhterem ağabeyimizi vefatında bile yolculuktan alıkoymamıştı kader. Bu son yolculuk baba topraklarına memleketi Çorum’un Kargı ilçesineydi. Cenaze arabasına itinayla yerleştirdik. Dışarıda neredeyse bardaktan boşanırcasına yağan yağmur. Adeta gökyüzü ağlıyordu. Âlimin ölümü âlemin ölümüydü, âlemin ağlaması işte böyle yağmur misal olabilirdi ancak. “Şaban Ağabey, biliyor musunuz, gazetede her gün sizinle ilgili en az bir iki yazı var. Ne kadar seveniniz var bir bilseniz” diyesi geliyor insanın. Bize de böyle bir iki yazı yazan çıkar mı acaba? Muhterem ağabeyim, geçen hafta ki son telefon konuşmamızda dersin ertelendiğini haber vermiş, “İnşaallah haftaya Çarşamba günü gidelim” demiştiniz. Doğru Şaban Ağabey. O Çarşamba derse gittiniz. Bizsiz ve yalnız. Demek dersi Peygamber Efendimizle (asm), Üstad Hazretleri ile ve Nur Talebeleri ile yapacakmışsınız. Bizi imrendirdiniz ağabey...
EVVEL GİDEN AHBABA SELÂM OLSUN ERENLER… “Dün geçti, yarın daha gelmedi, hesabını bir nefes üzerine yap” diyen Sadi Şirazi ne güzel söylemiş. Aynı “Hayat anlardan oluşur anlardan, şimdiyi yakala” diyen Arjantinli şair Borges gibi. İnsan gençken ve hatta ilerlemiş yaşlarda bile çoğu zaman ölümü kendine hep uzak görür. Kabristanlar, hiç ölmeyeceğini düşünen böyle insanlarla dolu değil mi. Oysa mezarlıklar sadece yaşlı insanlara mı mahsustur sanki? Ya o küçücük çocuk mezarlarına demeli? Eski mezarlıklar şehir hayatı ile iç içe yapılmış. Hep ana yol kenarlarında ya da cami avlularındadır. Eyüp, Edirnekapı, Vezneciler ve hakeza. Yanından neşe içinde geçen, yürüyen, arabasında yüksek sesle dinlediği müziği kısma gereği bile duymayan insanlar da, bu şehrin insanı. Bir süre sonra onlarından yanından şen şakrak kahkahalar, müzik sesleri ile geçip gidenler olacak ne yazık ki. Münir Nurettin Selçuk’un bir bestesinde “Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış / Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle / Ve serin serviler altında kalan kabrinde / Her seher bir gül açar her gece bir bülbül öter" der, Yahya Kemal. Yine bir uşşak bestede şair “Tekrar mülâki oluruz bezm-i ezelde / Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler” diyerek uğurluyor berzah âleminin yolcularını. Ya asrın Bediisi ne diyor: “Ölüm idam değil, firak değil belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır.” Evvel giden ahbaba bizden de selâm olsun efendim… 18.11.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |