Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Tarihî ikaz |
Prof. Dr. Halil İnalcık’ın yaptığı uyarı, Atatürk milliyetçiliği adı altında dayatılan ve hâlâ türlü tevillerle savunmaya çalışılan anlayışın Türkiye’yi karşı karşıya getirdiği tehlikeyi olanca açıklığı ile gözler önüne seriyor: “Milyonları bulan azınlıklar kendi millî bilincini oluşturdu. ‘Türk milletinin bir parçası değiliz’ hissiyatı var. Türkiye Cumhuriyeti temelinden sarsılıyor. Büyük bir bunalımın içindeyiz.” Bu tablo karşısında Osmanlı gibi de davranamayacağımızı şu gerekçeyle izah ediyor İnalcık: “Biz Osmanlı değiliz. Osmanlı azınlıkların üzerindeydi. Aynı şeyi biz yapalım olamaz. Millî bir devletiz. Yeni devletimiz Türk devleti olarak, belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu. Cumhuriyet, Atatürk zamanında Türk devleti ve Türkiye olarak kuruldu.” (Milliyet, 16.11.09) Bunun sonucunda üçüncü neslin büyük problemlerle karşı karşıya olduğunu belirten İnalcık, “Bunu nasıl halledeceğiz bilmiyoruz” diye ekliyor. İnalcık’ın sözleri, “Efendim, Türk milleti tabiri etnik anlam taşımıyor; diğer etnik kökenden gelenleri de içine alan bir üst kimlik olarak kullanılıyor” tevillerini bir çırpıda askıda bıraktırıyor. Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un, kimilerince “büyük açılım” diye alkışlanan, M. Kemal’den muktebes “Türkiye halkı” tabirinin de çıkmazdan kurtulabilmek için yetmeyeceğini gösteriyor. Keza, CHP lideri Baykal’ın Meclisteki açılım görüşmelerinde bir kez daha tekrarladığı, “Türk olmak üst kimliktir; Kürt, Arap, Laz, Boşnak... Türk milletinin Kürdü, Arabı, Lazı ve Boşnağıdır” şeklindeki tevil çabalarını da boşa çıkarıyor. Çünkü gerçek son derece yalın ve net. İnalcık’ın dediği gibi, Cumhuriyet Atatürk zamanında ve onun tarafından Türk adını taşıyan belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu. Daha sonraki süreçte uygulamaya konulan Türkçü politikalarla, Osmanlı hakimiyetinde asırlarca bir arada yaşamış olan farklı unsurlar dışlandı, yok sayıldı; “Türk” olmaya, kendilerini “Türk” hissetmeye zorlandı. Kürtler için “dağ Türkü” gibi yakıştırmalar yapıldı. Kürt sözünün postalla kar üstünde yürürken çıkan “kart-kurt” sesinden geldiği gibi inciler döktürüldü ve bunlar devletin önemli belgelerinde yer bulabildi. Ve bunlar, yakın zamanlarda Kara Kuvvetleri ve Jandarma Komutanlığı görevlerinde bulunmuş olan Aytaç Yalman gibi isimler tarafından, “Meğer bize yanlış öğretilmiş” diye itiraf edildi. 1930’lu yıllarda hazırlanan resmî raporlara da aksettiği üzere, bölgeler arası nüfus kaydırmaları dahil, çok yönlü asimilasyon politikaları gündeme geldi. Bunların bir kısmı uygulandı, bir kısmı uygulanamadı. Ancak bilhassa eğitim yoluyla “Türkleştirme” siyasetleri uygulamaya konuldu. Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı Güneydoğu ve Doğu bölgelerinde, dağlara taşlara kazınan “Ne mutlu Türküm diyene” yazılarıyla, Türkçü politikaların Kürtlerde yol açtığı aksülamel ve hassasiyetleri hep tahrik eden bir ortam oluşturuldu. Osmanlıyı yönetenler de Türklerdi. Ama Türklüklerini değil, İslâm kardeşliğini, adalet ve şefkati esas alan politikalar uyguladıkları için, üç kıtaya yayılan topraklarda asırlarca hükmettiler. Ne zaman ki, Avrupa’nın Müslümanları parçalayıp birbirine düşürmek için aralarına soktuğu ırkçılık fitnesi işin içine girdi ve Türkçülük, Arapçılık, Kürtçülük... cereyanları öne çıktı, ondan sonra koca cihan devleti dağıldı ve çöktü. İnalcık’ın “Belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu” dediği Türkiye Cumhuriyetinin uyguladığı politikalarla işin daha ileri boyutlara götürülmesi ise, bugünkü sıkıntıları ortaya çıkardı. “Türkçülük“ adına uygulanan baskı, dayatma ve asimilasyon politikaları, hem evvelce hiç olmayan Kürtçülük hissiyatını tahrik etti, hem de Türklüğü sevimsiz ve antipatik bir hale getirdi. Eğer çözüm isteniyorsa, herkesi “Ne mutlu Türküm diyene” demeye zorlayan anlayıştan bir an önce vazgeçilmesi ve “Türk milleti”ni üst kimlik olarak dayatan zorlamalı tevillerin terki şart. 18.11.2009 E-Posta: [email protected] |