Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İslâm birliği ve barış |
Hükümetin Suriye ve Irak’la yakınlaşması, İsrail Dışişleri Bakanlığı Siyasî Araştırmalar Bölümü eski Başkanı Aryen Levin’e, Menderes’in Irak’la yaptığı ve sonra Pakistan’la İran’ın da katıldığı ittifakı hatırlatmış. The Jerusalem Post gazetesindeki makalesinde Menderes’e “hırslı ve dalavereci” diye hakaret etmekten de geri durmayan Levin, şöyle demiş: “1948’deki kuruluşundan sonra İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke Türkiye olmuştu. Ama Müslüman ortaklarıyla girdiği bu savunma oluşumunun geliştirilmesinde kendisine verilen faal rol nedeniyle, Türkiye’nin İsrail’e yönelik bu ilk samimiyet gösterisi hızla söndü.” (1 Kasım 2009) Şimdiki hükümetin de Menderes’in İsrail’le ilişkilere yönelik tavrını tekrarladığını savunan Levin, yazısını Türkiye-İran yakınlaşmasının yakın takipte tutulması gereğini ifade ile bitiriyor. Levin, sözünü ettiği Türkiye-Irak-Pakistan ittifakının, 1950’lerin başlarındaki Sovyet tehdidine karşı Ortadoğu’da bir savunma paktı oluşturmak isteyen ABD ve İngiltere’nin teşvik ve yönlendirmeleri sonucu kurulduğunu vurguluyor. Aynı ittifaka Bediüzzaman, İslâm âlemindeki üç önemli ülkenin bir araya gelmesini bütün Müslümanların ve insanlığın barış ve selâmeti için başlangıç olarak gören bir bakış açısıyla yaklaşıyor ve bu fikrini, Bayar ve Menderes’e hitaben yazdığı mektupla iletiyordu. (Tarihçe, s. 1095) Ama ne yazık ki, bu ümit veren başlangıcın arkası getirilemedi; ittifak anlaşmasına imza koyan üç ülkenin liderleri de kanlı darbelerle alaşağı edilerek devredışı bırakıldı ve kurdukları ittifak zaman içinde işlevsiz hale getirilerek dağıldı. Eğer müdahale ve sabote edilmeyip gelişerek devamına imkân verilseydi, o üçlü ittifak bir İslâm birliğinin çekirdeği olabilir ve hem bölge, hem de dünya barışına ciddî katkı sağlayabilirdi. Önce Bağdat Paktı adıyla Türkiye-Irak arasında akdedilen, ardından Pakistan, İran, İngiltere ve daha sonra da ABD’nin katılımıyla CENTO olarak genişletilen bu ittifakın iç darbelerle sabote edilmesinde, İsrail’in devredışı bırakılmasının da bir etkisi olmuş olabilir mi, bilemiyoruz. Levin’in imalı hatırlatması sanki böyle bir ihtimalin ciddîye alınması gereğini düşündürüyor. Türkiye’nin özellikle Müslüman komşularıyla ilişkilerini geliştirmeye yönelmesinin, bir İsrail gazetesinde, mazideki benzer girişimler—âkıbetlerine değinilmeden de olsa—hatırlatılarak böyle bir yoruma konu edilmesi boşuna olmasa gerek. Anlaşılıyor ki, oralarda ciddî rahatsızlık var. Müslüman ülkeler ne zaman birbirlerine yakınlaşmaya yönelse, birtakım fitne merkezleri hemen harekete geçerek, bu gelişmeyi sabote edip engellemeye çalışıyorlar. Hep böyle olmuş. Burada hem yakınlaşma çabasındaki İslâm ülkelerinin, hem de dünya politikasındaki etkinliklerini devam ettiren ABD ve İngiltere gibi ülkelerin, İsrail ve irtibatlı olduğu güç merkezlerini dizginleyip etkisiz kılarak, olumlu gelişmeleri yine sabote etmelerine fırsat vermemeleri lâzım. Bağdat Paktının kurulduğu dönemde Bediüzzaman, “Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdurlar” (Emirdağ, s. 577) diyerek, Batının izlemesi gereken doğru politika ve stratejinin ne olduğunu ifade etmişti. Bu gerçek şimdi de geçerliliğini koruyor. Her ne kadar siyasî rejim olarak komünizm çöktüyse de, “doğrudan doğruya anarşistliği netice veren masonluk, zındıklık, dinsizlik,” (a.g.e., s. 526) değişik kılık ve formatlarda tahribatını sürdürüyor. Buna karşı, Kur’ân hakikatlerine dayalı bir İslâm birlik ve dayanışmasına Hıristiyan âleminin vereceği desteğe ihtiyaç artarak devam ediyor. Temennî edelim ki, Obama ABD’sinin bu istikamette verdiği mesajlar ve bunlara paralel gelişmeler kalıcı olsun ve tekrar sabote edilmesin. Ve hasret kalınan barışa artık kavuşulsun. 06.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (01.11.2009) - Kedilerin mesajı |