Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
TSK ve imaj |
22 Temmuz seçiminin sonuçlarını değerlendirmek üzere, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın talimatıyla, 2. Başkan Org. Saygun’un nezaretinde Kurmay Başkanı Korg. Nusret Taşdeler’e bağlı bir ekip tarafından hazırlandığı belirtilen Eylül-2007 tarihli Bilgi Destek Notu da gündemde. Rapordaki tesbitler içinde en çok dikkat çekenlerden biri, “TSK’yı destekleyebilecek kesimlerin son derece azaldığı” yönündeki ifadelerde. Ve devamında, basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir kısmı için “TSK’nın karşısında” hükmünün verilmekte. Yine aynı bağlamda, TSK’nın işbirliği yapabileceği kurum ve kuruluşların azaldığı ifade edilirken, benzer bir değerlendirmeye yer veriliyor: “Basın, iş dünyası, sendikalar, üniversitelerin bir kısmı, sivil toplum kuruluşları, hattâ kamuoyunun bir kısmı artık TSK’nın yanında değildir.” Aslında bu tesbit, Genelkurmay açısından yeni değil. 28 Şubat brifinglerinde dahi, cumhurbaşkanından başlayarak neredeyse bütün devlet kurumları ve kamuoyunda ağırlığı olan kesimler, “irtica” meselesinde “TSK adına” ortaya konulan “duyarlılığı” paylaşmamakla suçlanmıştı. 28 Şubat tahribatının çok daha ileri boyutlara ulaşmasına hayli önemli katkılarda bulunan Org. Kıvrıkoğlu da, “masanın dört ayağı” örneğini verip, Genelkurmay’ı ayaklardan biri olarak nitelerken, “Tek ayaklı masa olmaz” demiş; dolayısıyla diğer ayaklar olarak gördüğü kurum ve kesimlere “Bizi yalnız bırakmayın” mesajı göndermişti. TSK komutasındaki “yalnızlaşma” duygusunun, demokraside kat edilen mesafe ve derinleşme ile paralel bir seyir izlemesi, önemle üzerinde durulması gereken bir paradoks oluşturuyor. Çünkü bir taraftan Genelkurmay her vesileyle “bağrından çıktığı ve her kesimini temsil ettiği milletin ‘öz’ü olduğu”nu tekrarlıyor, ama diğer taraftan böyle bir yalnızlık duygusuna kapılıyor. O zaman, ya son Bilgi Destek Notunda tek tek sayılan kesimleri de içine alan toplumda ve kamuoyunda bir “problem” var, ya da “TSK adına” ortaya konulduğu ifade edilen “duyarlılıklar”da. Halkı “cahil çoğunluk” diye aşağılayan kafa yapısı açısından bu ikilemin izahı son derece basit: Türkiye’nin asıl sorunu halk, seçmen! Bu kafaya kalsa, demokrasi bu ülke için lüks. Elinden gelse, 1923-50 arasında ve ihtilâl dönemlerinde yaptığı gibi, bu cahil halkı hep demir yumrukla yönetecek, bu “sürü”yü sopayla güdecek. Ama bu çağda, ülkenin ve dünyanın geldiği bu noktada böyle birşey mümkün değil. O kafanın sıkıntısı da buradan kaynaklanıyor. Çünkü demokrasilerin evrensel kuralı şu: Son sözü halk söyler, millet ne derse o olur. Böyle olunca, devlet ve kurumları başta olmak üzere herkes, halkın iradesine göre kendisini şekillendirmek ve tanzim etmek mecburiyetinde. Bu, TSK adına sergilenen duyarlılıklar için de geçerli. Eğer bunlar milletin genel kanaat ve temayülleriyle örtüşüyorsa mesele yok. Ama aksi durumda sıkıntı var demektir. Ki, bahsimizde bu sıkıntı olanca derinliğiyle önümüzde duruyor. Bu durumda yapılması gereken, o duyarlılıkları gözden geçirip, milletle uyumlu hale getirmek. Bunun için, adı geçen bilgi notunda ifade edildiği gibi, “imaj düzeltme” amaçlı palyatif girişimler çözüm noktasında yeterli olmaz. Bu meyanda, meselâ bir taraftan TSK’nın dine karşı olmadığını işlerken, diğer taraftan “türban” yasakçılığındaki ısrarı sürdürmek de inandırıcı olmaz. “Başörtüsü başka, türban başka” gibi, artık iyice bayatlamış mâlûm teviller de sonuç vermez. Keza, tarifi yapılıp sınırları çizilmemiş irtica ithamlarının ve bu dayalı haksız uygulamaların devamı da “yalnızlaşma” olgusunu derinleştirir. Cunta iddiaları, siyasete müdahale hevesleri, toplum mühendisliği projeleri, psikolojik savaş operasyonları, “terörle mücadele” görüntüsü altındaki “başka işler” de, olayın diğer boyutları... Yani, imaj düzeltmek için yapılacak çok iş var. 30.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (28.10.2009) - “Cuntalı demokrasi” (24.10.2009) - DTP’deki ayrışma |